Anektodlar

12 Haziran 2019 Çarşamba

Türkiye Türkçesinin Tarihi 1


İbn Bibi, "Selçukname" adlı eserinde 1277 yılında Karamanoğlu Mehmed Bey'in isyan ederek Konya'yı ele geçirdiği "Cimri Olayı"nı anlatırken, isyancıların divanda Türkçeden başka dil kullanılmaması yolunda bir karar aldıklarını kaydetmiştir. Ancak bugüne değin bu kararın yürürlüğe konduğunu ve o karara uyulduğunu kanıtlayacak hiçbir tarihi kaynak yoktur. Karamanoğlu Mehmed'in ve onunla işbirliği yapanların Konya'daki hakimiyeti de otuz yedi gün sürmüş, aynı yıl içinde Moğollar tarafından öldürülmüşlerdi. Eldeki somut verilere göre  Türklerin, Anadolu'da siyasi bir güç olmaya başladığı 11. yüzyılın son çeyreğinden 14. yüzyılın başına dek Anadolu'da Türkçe olarak edebi bir üretimin olmadığını kesin olarak söyleyebiliriz. Ancak yaklaşık 200 yıldan fazla süren bu suskun dönemde Anadolu'da, Selçukluların veya Türklerin yada diğer Müslüman halkların edebiyatla ilgilenmediği sonucunu çıkaramayız. Bu süre zarfında 14. yy ilk yıllarına kadar sadece saray eşrafı değil Anadolu'daki şehirli ahalinin de Farsça bildiği, dini ve edebi konularda Farsçayı tercih ettiğini biliyoruz. İtalya dışı Avrupa ülkeleri Rönesans’ında İtalyan üstadlar nasıl örnek alınmışsa, İran edebiyatının önde gelen şâirleri de Türkiye'deki yüksek saray edebiyatının oluşumunda birinci derecede etkili olmuşlardır. Özellikle Firdevsî, Nizâmî Gencevî, Hakâni, Ferîdüddîn-i Attâr ve Sa‘dî-i Şirazî birer örnek ve ilham kaynağı olmuşlardır. Selçuklular döneminde İran'da ve Anadolu'da kadim İran kültür mirası ve Farsça edebiyat, büyük bir gelişme göstermişti. Selçuklular zamanında İranî geleneğin devamının başlıca nedeni, küttab sınıfının yerli İranlıların elinde  olmasıyla ilgilidir. Bu durum, Moğol-İlhanlı döneminde daha da güçlenir. 1258'de Cengiz Han'ın torunu Hülagü Han'ın büyük bir ordu ile istilaya girişmesi sonucu, Azerbaycan ve Tebriz merkez olmak üzere Maveraünnehir'den Akdeniz kıyılarına kadar İlhanlı yönetiminin kurulup, Bağdat Abbasi Hilafetinin tarihe karışmasıyla Büyük Selçuklulardan sonra bir kez daha tüm kadim İran coğrafyası tek bir çatı altında toplanmıştı.  Bu siyasi devrim, aynı zamanda derin bir kültür devrimi getirir. İlhanlı İmparatorluğunda kısa zamanda yerli İranlı bürokratlar devletin gerçek idaresini ellerine geçirirler. Hazineyi doldurmak için Hanlar maliye işlerini tamamıyla İranlı küttabların (bürokratlar) eline bırakırlar. İlhanlı yönetiminde vezirlik makamına kadar yükselen büyük İranlı bürokratlar arasında Azerbaycan'ın Merâga şehrinde kurduğu rasathane ile İlhanlı merkezini dünyanın bilim merkezi haline getiren Nasırüddin Tusî, tarih üzerine Farsça olarak yazdıkları eserlerle İran tarih yazıcılığında seçkin bir yere sahip olan Cuveynî ile Reşîdüddîn İran tarihinin en önde gelen isimleri olarak İlhanlı-Moğol egemenliği devrinde ün kazanırlar. Çoğu Şamanist olan Moğollar zamanında kadim İran kültürü ve tasavvuf tam bir serbestlik kazanır. Bu durum, İran ve Anadolu'da büyük şairlerin yetişmesine yol açarak, İran edebiyatını olgunluğa eriştirir. İran edebiyatının en büyük isimlerinden Sa‘dî-i Şirazî ve Moğollara karşı koymayarak onlarla uzlaşmaya çalışan Konya'da Fars kültürünün temsilcisi şair, mutasavvıf ve fikir adamı Mevlâna Celaleddin Rumî bu dönemde İran edebiyatının tüm zamanların en parlak isimleri olarak ortaya çıkarlar. 

İşte bu dönemde Konya ve Selçuklu sarayı, Moğol-İlhanlı yönetiminin etkisiyle İranlı bürokratların kesin etkisi altına girmişken, batı uc bölgelerinde, Türkmenlik ve Türkçe, bilinçli bir tepkiyi temsil etmekte idi. Selçuklu yönetiminin çöktüğü ve Anadolu'nun Moğol-İlhanlı tahakkümü altında olduğu bir devirde Kırşehir'de yaşayan Gülşehrî, Moğol-İlhanlı hükümdarı Gazan Han'a ithaf ettiği 1301 tarihli Farsça "Felekname" adlı eserden sonra şöhret kazanmış kendisini Attâr, Nizâmî, Sa‘dî, ve Mevlânâ gibi Farsça edebiyatın en büyük şairlerinin takipçisi saymış ve kendisini onlarla aynı daire içinde görmüştür. Eserlerindeki bazı beyitlerden onun Kırşehir’de  zâviye sahibi, müridi çok ve bütün şehir halkınca tanınan, evinde her gece semâ yapılan, saygıyla eli öpülen meşhur bir sûfî olduğu öğrenilmektedir. "Felekname" adlı eserle Farsçada başarısını kanıtladıktan sonra Türk diliyle  Farsçasından geri kalmayan bir başarıya ulaşmayı ümit ederek Feridüddin Attâr’ın 1221 tarihli Farsça klasiği "Mantıku't-Tayr"(kuşların dili) çevirisi ile bütün ilmi ve tasavvufi terminolojiyi Türkçede kullanmak suretiyle o güne kadar benzeri görülmemiş bir ustalık sergilemiştir;

Çün Feleknâme düzetdük şâh-vâr
Fârisîce taht u tâcı zar-nigâr

Türk dilince dahı tâzîden latîf

Mantıku’t-Tayr eyledük ana harîf

Ben bu Türkî defterin çün dürmeyem

Farisîsiy-ile değşürmeyem

Kimse böyle tatlu söz söylemedi

Kimse bundan yeğ kitâb eylemedi



Gülşehrî'nin 1317 tarihli "Mantıku't-Tayr" çevirisi, Türkiye Türkçesi ile yazılan ve tarihini kesin olarak verebildiğimiz ilk eserdir. Gülşehrî, Mesnevi* formatında yazdığı eserinde girişten sonra “İbtidâ-i Destân-ı Sîmurg”(Sîmurg'un destanının başlangıcı) başlığı altında kuşların padişahı olduğuna inanılan Sîmurg'un özelliklerini anlatarak konuya girer. İran efsanelerinde Sîmurg, insanların yaşamadığı Kafkaslardaki Elbruz Dağı'nın üzerinde yaşar. Yuvasının direkleri abanoz ve sandal ağacındandır. Yuvanın büyük oluşu Sîmurg'un heybeti ile ilgilidir. Siyah bir bulut gibi görünen Sîmurg yaklaştığı zaman hava kararır, pençesi ile timsahları hatta filleri dahi kaldırabilmektedir. Sîmurg'un kendisi kadar büyük iki de yavrusu vardır. Sîmurgun, kendisine özgü bir dili olduğu kabul edilir. Bir sıkıntı veya tehlike zamanında Sîmurg'un tüyünün bir bölümünün yakılması Sîmurg'un yardıma gelmesine neden olur. Bu sihirli tüyün yaraların iyileşmesinde de etkili olduğu kabul edilir. Eserde, bülbül, papağan, tavus, hümâ, kaz, doğan, keklik ve baykuş gibi adı geçen ve geçmeyen bütün kuşlar padişahları Sîmurg'u aramak için toplanırlar. Bu noktada diğer kuşlardan daha farklı özelliklere sahip olan Hüdhüd(İbibik) hikâye içerisinde önemli bir sembol olarak ortaya çıkar. Hüdhüd'ün de aralarına katılmasından sonra, Hüdhüd diğer kuşların kendisine yoldaş olmaları halinde Kafdağı’nın ardındaki padişahları Sîmurg'a ulaşabileceklerini söyler. Fakat öteki kuşlar, Hüdhüd'e çeşitli sorular sorup itirazlarda bulunarak Sîmurg'a erişemeyecekleri endişesiyle yola çıkmak istemezler. Hüdhüd, bütün kuşların sorularına ayrı ayrı cevaplar verip onların tereddütlerini gidermeye çalışır. Sonunda Hüdhüd'ün kılavuzluğunda padişahları Sîmurg'u aramak için çok uzun ve zahmetli bir yolculuğa çıkarlar. Yolculuk esnasında kuşların bir kısmı bir saray görerek orada kalır, bir kısmı da bir çeşme başına konar. Bazısı bir güzel yüz görüp onun peşinden gider, bazısını da dağ başında kurt kapar. Böylece kuşların çoğu telef olur ve ancak çok az bir kısmı aradığı Sîmurg'un bulunduğu yere ulaşabilir. Karşılarına çıkan saraydan Sîmurg'u görmek üzere içeri girince kendilerinden başka kimsenin bulunmadığını görürler. Nihayet Sîmurg'un kendilerinden, kendilerinin de ondan başka bir şey olmadığını anlarlar. Böylece kuşlar halkı temsil ederken, Hüdhüd aklı, Sîmurg ise Tanrıyı temsil etmiş olur. Mesnevinin “Der Hâtime-i Kitâb-ı Mantıku’t-tayr” başlıklı son bölümünde eserin telif tarihi (717/1317), adı ve yazılış sebebi açıklanır. 

Gülşehrî, esas konuya sadık kalmakla beraber eserini Attâr’ın Esrarnâme’si ile Mevlânâ’nın Meŝnevî’si, Ķābûsnâme, Kelîle ve Dimne gibi kaynaklardan aldığı hikâye ve fıkralarla zenginleştirmiştir. Gülşehrî’nin belirttiği gibi Mantıku’t-tayr, Türk diliyle Farsça’dan daha güzel bir eser yazılabileceğini ortaya koymak maksadıyla kaleme alınmış kendisinden sonra Batı Anadolu Türkmen beyliklerinde Anadolu'da Türkçe edebiyatının ilk örneklerini veren Germiyanlı şairlere ilham kaynağı olmuştur. Mantıku’t-tayr'ın sonundaki “Şükr ol bir Tanrı’ya ki bu kelâm / Ömrümüzden ilerü oldu tamâm” beytine  bakılırsa onun Kırşehir’de 1317’den sonraki bir tarihte ve epeyce ilerlemiş bir yaşta öldüğü anlaşılır. Ancak Germiyanlı şairler, Gülşehrî'nin izinden giderek Farsça olarak hükümdarlar için yüksek bir şiir diliyle yazılmış kadim İrani aşk ve macera hikayelerini, Kütahya'da Germiyan sarayında hükümdar için Türkçe şiir diliyle uyarlayıp, Türkçe'ye adapte edeceklerdir.


*Mesnevi diyince aklımıza Mevlana'nın eseri gelmektedir ancak Mesnevi İran edebiyatında birbiriyle kafiyeli ikişer mısradan oluşan genelde fâilâtün / fâilâtün / fâilün ya da  feûlün / feûlün / feûlün / feûl vezinlerinde yazılan genellikle uzun tasavvufi eserler, mizahi öyküler ile aşk öyküleri ve kahramanlık destanlarında kullanılan edebi forma verilen addır.  Mevlana'nın Mesnevisi bu formda yazılmış eserlerden sadece biridir. Türkiye'de ulaştığı popülerlik sayesinde Mesnevi, Mevlana'nın eseri ile özdeşleşmiştir. Firdevsî'nin Şahname'si, Nizâmî Gencevî'nin Leyla ile Mecnun'u, Sa‘dî-i Şîrâzî’nin Bûstân’ı ve Feridüddin Attâr'ın Mantık'ut Tayr'ı İran edebiyatında Mesnevi formunun başta gelen örnekleridir.  Sözcük anlamı olarak “İkişer ikişer” anlamındaki mesnâ kelimesinin nisbet eki almış biçimidir. 

Hiç yorum yok:

Anadolu'da Klasik Türk Edebiyatının Doğuşu

İran saraylarında gelişmiş klasik yüksek kültür mirası, Anadolu'da Konya Selçuklu sarayından sonra  Uc Türkmen beyliklerinde örnek al...