Anektodlar

13 Şubat 2022 Pazar

Anadolu'da Klasik Türk Edebiyatının Doğuşu


İran saraylarında gelişmiş klasik yüksek kültür mirası, Anadolu'da Konya Selçuklu sarayından sonra  Uc Türkmen beyliklerinde örnek alınmıştır. Klasik Türk edebiyatının gerçekten ilk önemli temsilcileri olan Germiyanlı şairler bu geleneği sürdürerek, Farsça edebiyattaki mazmunların çoğu kez Türkçe karşılıklarını kullanıp Türkçeyi aruz veznine uydurmakla klasik Türk edebiyatının temelini atarlar. Bu şairler, batı uc beylerinin en güçlüsü, zengin Germiyan beylerinin himayesi sayesinde, musâhip-nedim sıfatıyla beyleri için İranlı şairlerin adab ve aşk romanları tarzında eserler vermişlerdir.

Moğol-İlhanlı bürokrasisinin merkezi kontrol ve mali sistemine karşı olan yarı göçer Türkmen boyları, Moğolların tahta geçirdikleri Konya'daki Selçuklu sultanlarına karşı idiler. 1284'te Moğolların, Sultan II. Mesud'u Konya tahtına oturtmaları ve ona karşı olan Germiyan uc Türkmenlerine karşı harekata girişmeleri üzerine Türkmenler gözlerini batıya, Bizans topraklarına çevirdiler. Sonuçta Batı Anadolu, Germiyan subaşıları tarafından fethedildi. Böylece bölgede 1284-1310 yılları arasında her biri Germiyan subaşıları olan Aydın, Saruhan ve Karesi beylikleri doğdu. Bu beylikler Bizans topraklarında fetihle ortaya çıkmış yeni bir Türkmen beylikleri halkasını oluşturuyorlardı. Türkmen beyliklerinin kurulmasıyla beraber, Anadolu tarihinde yeni uzun bir siyasi-kültürel süreç başlamıştır. Türkçenin devlet ve klasik edebiyat dili olması bu sürece bağlıdır.


İsa Bey Camii

Aydınoğulları Beyliği, Anadolu beylikleri arasında ilk sivrilen, ticaretle zenginleşen, kültür hayatı erkenden gelişmiş bir beylikti.  Başlıca Ege limanlarından Ayasuluk (Selçuk) Aydınoğulları döneminde İtalyanların Levant'ta ticaretinin odak noktaları olmuştur. Böylece İtalyanlar, bölgenin buğday ve pamuk gibi zengin ürünlerini ve Asya kervan mallarını bu limanların yeni sahipleri olan Aydınoğulları aracılığıyla elde etmekte idiler. Ayasuluk'ta İtalyan mahalleleri kurulmuştu. Aydınoğullarının zenginlik ve yüksek kültürünün tanığı Ayasuluk'taki muhteşem İsa Bey Camii'dir. O zaman Osmanlı ülkesinde henüz böyle bir mimari eser göze çarpmamaktadır. Ayasuluk, Aydınoğulları devrinde İsa Bey Camii'nin etrafında gelişen yoğun bir yapılaşmaya merkez olmuştur.

Aydınoğulları beyliğinde yetişmiş olan Mes'ûd ve Fahrî'nin eserleri, Germiyanlı şairlerin ortaya çıkmasından önceki ilk Türkçe aşk-macera romanlarıdır. "Süheyl ü Nevbahâr"  Mes'ûd’un ilk eseri olduğu gibi  Türk edebiyatında beşerî aşk konusunda yazılmış ilk mesnevi olarak da dikkati çeker. 

"Süheyl ü Nevbahar",  Eski Anadolu Türkçesinin tipik bir örneği olup dil bakımından oldukça zengindir;

Yemen’ de ulu pâdişâh var imiş
Ki akl ile devlet ana yâr imiş 

Didi ger benüm oğlanum olmaya

Nice tâc u taht ayruğa kalmaya 

Dürüşdügi olmadı hergiz telef

Meger incü kapdı bilinden sadef 

Bir oğlan ki benzer yüzi bedr aya

İki kaşı dahı kurulmış yaya 

Şâh anı görüp güvenürdi cânı

Dilerdi ki tahta geçüre anı 




Aydınoğlu İsa Bey, bir gün Fahrî'den Azerbaycanlı şair Genceli Nîzamî'nin Farsça "Hüsrev ü Şîrîn" adlı eserini mecliste okumasını rica eder.  "Hüsrev ü Şîrîn", İran edebiyatının en tanınmış ve en yaygın eserlerinden biridir. Sâsânî hükümdarı Hüsrev-i Pervîz'in(596-628) hayatının ve aşklarının konu edildiği tarihi bir hikayedir. İsa Bey, tüm hikayeyi dinledikten sonra eseri çok beğenir ancak bu eseri halkın da anlayabilmesi için Fahrî'den Nîzamî'nin eserini tercüme etmesini ister. Fahrî, ilk başta buna karşı çıkar ancak İsa Bey'in yoğun ısrarı üzerine boyun eğip bu görevi üstlenir. 12 Mart 1367'de Nîzamî'nin mesnevisinden tercüme etmek üzere eseri tamamlayan Fahrî, Türkmen Aydınoğlu'na anadili için :

Şeker gibi bu Türkî dilce düzdük 
der ve ilave eder:

Zihi terk-i edeb bu tercümanlık

Çü sultan emridür ben bende me'mur 
Meseldir dilde ki al-ma'mur ma'zur


Kütahya Vacidiye Medresesi

Germiyan Beyliği, I. Yakub Bey zamanında ( 1300-1340) Batı-Anadolu'nun en güçlü beyliği olup merkezi Kütahya, Anadolu'daki en önemli kültür merkezi haline gelmişti. Osmanlı, bu dönemde Germiyan'dan kültürce hayli aşağı görünmektedir. Germiyan beylerinin ihtişamlı sarayına,  seyyahları hayran bırakan zengin Kütahya şehrine destek olan servet kaynağı, Avrupa'ya ithal ettikleri şap madeni idi. Şap, özellikle kumaş boyacılığında boyayı sabitleştiren bir kimyevi madde olarak pek önemli bir madde idi. Anadolu ile Avrupa arasındaki ticarette önemli bir yer tutmaktaydı. Şap, Aydın limanlarından Avrupa'ya ihraç olunmakta idi. Cenevizliler, üretilen şapı yalnız İtalya'ya değil, Felemenk'e(Hollanda-Belçika) hatta Mısır ve Suriye de satıyorlardı. Papalık arazisinde Tolfa'da şap madeni keşfedilinceye kadar, şap ticaretinde Avrupa Türkiye'ye bağımlıydı. Bu durum Germiyan'da muazzam bir servetin birikmesine ve yüksek bir saray kültürü oluşmasına yol açmıştır. Kütahya'da biriken bu artı değer neticesinde şehir de bir ilim merkezi haline dönüşmüştür. Astronomi konusunda eser verdiği bilinen Molla Abdülvâcid’in hocalık yaptığı, Kütahya'da bu dönemde yapılan Vacidiye Medresesinde avlunun ve yan odaların üzerini örten kubbelerin açıklıklı oluşu, avlunun ortasındaki kuyu ya da şadırvanın varlığı, geçmişte rasat aletlerinin konulduğu yerlerin tesbit edilmesi neticesinde İslâmî ilimler yanında astronomi derslerinin de okutulduğu anlaşılmaktadır.

Germiyanlı musahib saray şairleri arasında Şeyhoğlu Mustafa, önde gelen ilk şair sayılmaktadır. Mehmed Bey (1340-1361) döneminde Kütahya'da Germiyan sarayına giren, Süleyman Şah(1361-1387)  devrinde hükümdarın yakını, müsahibi olan Şeyhoğlu, dildeki yeteneğinden dolayı yazışma bürosunun başı olarak nişancılık daha sonra da defterdarlık görevinde bulunmuştur. Kadim İran geleneğine göre insanı yüksek toplum hayatında mutlu kılacak davranış biçimlerinin anlatıldığı ve işret meclisi, şarap içme adabı, aşıklar, cinsel ilişki, hamam, av ve oyun, yıldızlar ilmi, şairler ve çalgıcılar, nedimlik ve civanmerdlik kuralları üzerinde durulduğu Kabusname'yi Şeyhoğlu Mustafa, Germiyan Beyi Süleyman Şah'ın isteği üzerine Türkçe'ye çevirmiştir. 

Osmanlı hükümdarı Gazi Murad Hüdâvendigâr (1362-1389) döneminde Batı-Anadolu, kökten değişimlere sahne oldu. Balkanlardaki fetihleriyle büyüyen ve rakipsiz bir güç haline gelen Osmanlılar, Anadolu'da zengin ve kültürce ilerlemiş olan Germiyan, Aydın, Saruhan, Menteşe ve Hamidoğulları'nı kendine bağımlı beylikler durumuna getirdi. Murad Hüdâvendigâr gerçekten Rumeli ve Anadolu'da tüm yerel hanedanlara egemenliğini tanıtarak ilk Osmanlı İmparatorluğu'nu kurmuştur. Evvela Aydın beyliğini bağımlı hale getirerek, Ayasuluk'a gelen ipek kervanlarını da Bursa'ya yöneltip, Bursa'yı Ortadoğu'nun belli başlı ipek pazarı durumuna getirdi. Germiyan beyi Süleyman Şah'ın kızı Devlet Hatun ile Şehzade Yıldırım Bayezid'in Bursa ve Yenişehir'de yapılan görkemli düğün merasimleri, o devirde çok önemli bir olay olarak vekayiniimelere yansımıştır. Hâlâ hangi gerekçeyle yaptığı tartışma konusu olup Süleyman Şah,  Kütahya, Simav, Tavşanlı ve Eğrigöz gibi en değerli topraklarını çeyiz olarak Osmanlılara verip beyliğin batı kısmına, Kula'ya çekilerek 1388'de ölümüne kadar orada kalmıştı. 1381'de Murad, Kütahya ile beraber Eğrigöz bölgesini Osmanlı ülkesine katınca şap iltizam geliri de Osmanlı hazinesine ait oldu. Böylece, Germiyan ve Aydın, eski ekonomik refahını Osmanlı lehine kısmen kaybetmeye başladı. Germiyan'dan Kütahya madenlerini ele geçirmiş olan Murad, Kütahya'ya, o zaman 19 yaşında bir genç olan oğlu Şehzade Bayezid'i deneyimli komutan Kara-Timurtaş Paşa ile birlikte sancak beyi göndermişti. Bayezid, Germiyanoğlu sarayına yerleşince  o zaman musahib şairlerin bazıları, Osmanlı beyinin hizmetine girdiler. Yıldırım Bayezid  şehzadeliğinde Kütahya'da musahib şairleri himayesi altına alınca Germiyan beyleri zamanındaki edebi hareket, Osmanlı sarayına sirayet etmeye başladı. Saraya mensup Germiyanlı şairlerin, şimdi zengin ve güçlü yeni patronlarına, Osmanlı'nın da bu yüksek kültür temsilcilerine ihtiyacı vardı. Kütahya sarayında ziyafetlere bakan çaşnigirbaşı Paşacuk Ağa, şair Şeyhoğlu Mustafa'nın hamisi idi.  Şeyhoğlu, Germiyan beyi Süleymanşah adına yazdığı Hurşîdnâme'yi Kütahya Sancakbeyi olan Osmanlı şehzadesi Yıldırım Bayezid’e takdim ederek onun çevresine girdi.

Germiyanlı musahip şairler arasında eserlerinin genişliği ve sanatı bakımından, kuşkusuz en önde geleni Ahmedî'dir. Ahmedî(1334-1414) Germiyan beyi Süleymân Şâh’ın müşaviri, hocası ve doktoru idi. Ahmedî şairlik bakımında ilk şöhretini de nazım ve şiire çok düşkün olan Süleymân Şâh’a takdim ederek iltifatlarına mazhar olduğu şiirleri ile kazanmaya başlamıştır. Osmanlıların Kütahya'ya yerleşmesinden sonra Ahmedî, Kütahya'da vâli olan Bayezid'in hizmetine girmiştir. Şehzâde Bayezid, 1389 baharında babasının emriyle Kosova Savaşına katılmak üzere Rumeli'ye geçtiği zaman, musahib şâir Ahmedî'yi yanında götürdüğü anlaşılıyor. Ahmedî'nin "Gazâvâtnâme" adlı eserinde Kosova'ya giderken ordunun güzergâhı ve savaş üzerinde verdiği ayrıntılar, bunun en güçlü kanıtıdır. Murad Hüdâvendigâr'ın Kosova'da şehid olmasından sonra Osmanlılara bağımlı Anadoludaki diğer beylikler gibi Germiyanoğlu II. Yakub Bey de bazı toprakları geri alma teşebbüsünde bulundu. Kosova Savaşından sonra Rumelide işleri yoluna koyduktan sonra 1390 yılında Germiyan üzerine yürüyen eniştesi Yıldırım Bayezid'in iyi niyetlerle gelmediğini anlayan Yakub Bey, Yıldırım Bayezid'i bir takım hediyelerle karşıladı. Ancak Yıldırım Bayezid onun bu hareketini samimi bulmadı ve kumandanı Hisar Bey ile birlikte tutuklatarak Rumelide İpsala Kalesi'ne hapsettiği gibi bütün Germiyan topraklarını da Osmanlı Devleti'ne kattı. Timur'un 1392 ile 1396 yılları arasında batıya doğru harekete geçtiği anlaşılınca ülkeleri Yıldırım Bayezid tarafından zaptedilen Aydın, Saruhan, Menteşe ve Karaman Beyleri Timur'ın yanına gelerek beyliklerinin geri verilmesini istirham ettiler. Bu sıralarda 1399-1400 yıllarında Yakub Bey de bir çaresini bulup İpsala'dan bir hile ile kıyafet değiştirerek Şam taraflarına ve oradan da Timur'un yanına kaçtı. Yakub Bey, Yıldırım Bayezid'den şikayetçi oldu ve Timur'da onu teselli ederek beyliğini iade edeceğini vadetti.

Timur, 1402 yılında Bayezid ile savaşmak için Anadolu'ya geldiğinde Yakub Bey de beraberinde idi. Ankara Savaşı'nda Yıldırım'ın askerleri dağılmasına rağmen, Yakub Bey'in bu fırsat kaçmaz diyerek ısrar etmesi sonucu yerini göstermesiyle Yıldırım Bayezid esir edildi. Timur, Ankara Savaşından sonra Anadolu'daki tüm hanedanlara eski beyliklerini geri verdi. Bu esnada Germiyanoğlu Yakub Bey de Kütahya'ya gelerek eski beyliğini yeniden kurdu. Zaferden kısa bir süre sonra Kütahya'ya gelen Timur burada büyük bir toy düzenledi. Germiyan'ın ziyafetleriyle ünlü pâyitahtında işret meclisi kuruldu. Ahmedî, bu esnada Timur'un yanında bulunmuş ve latifeleri Timur'un çok hoşuna gittiğinden değerli armağanlar almıştır. Yanlış olarak Timur ile Nasreddin Hoca  arasında geçtiği anlatılan meşhur "Futa" yani "Peştemal" hikayesi Kütahya'daki Kemer Hamamı'nda Timur ile Ahmedî arasında geçmiştir.

Timur ile Ahmedî bir gün hamama giderler. Hoşbeş ederken Timur, ona sorar:
"Ben köle olsam bana kaç para değer biçerdin?"
Ahmedi:
"Ben bu işin tellalı değilim ama bir 15 akçe ederdin!"
Bu laf üstüne Timur çok sinirlenir:
"Senin dediğini kulağın duyuyor mu? Sadece bu peştemal 15 akçe eder be!"
Ahmedî:  hiç istifini bozmadan:
"Ben zaten peştemale biçtim bu fiyatı!" der.

Yıldırım Bayezid'in yerel hanedanları bertaraf ederek kurduğu Anadolu-Rumeli merkeziyetçi imparatorluğu, Timur darbesiyle yıkıldığında Germiyanlı şairler, Yıldırım Bayezid'in oğulları Süleyman Çelebi ve Mehmed Çelebi'nin saraylarında iyi kabul görmüşler, böylece Osmanlı klasik edebiyatının kurucuları rolünü üstlenmişlerdir. Yıldırım Bayezid'in büyük oğlu Süleyman Çelebi, 1404-1407 arasında Anadolu'da Bursa'da kaldığı dönemde Ahmedî, onunla beraberdir. Fatih devri tarihçilerinden Enverî, Süleyman Çelebi’nin şair Ahmedî’yi koruduğunu, samimi dostluk ilişkisi kurduğunu, içki ve eğlence meclislerinde sürekli bir arada bulunduklarını yazar. İşret meclislerinde zevk u safa ile meşgul olan Süleyman Çelebi zamanını “Büyük Hamam” içinde sohbet edip şarap içmekle geçirmekteydi. Evrenos ve Çandarlı Ali Paşa gibi devrin ileri gelen ricâli onunla beraberdiler.  Ahmedî de bu sohbet âlemlerinde Süleyman Çelebi'ye nedîmlik ediyordu.

Yıldırım Bayezid'in bir diğer oğlu Musâ Çelebi'nin Kastamonu'dan Eflak Voyvodası Mircea'nın yanına gittiği ve Rumeli uc beylerinin yardımıyla Rumelinin tamamını zaptettiği haberi gelince Süleyman Çelebi  1406 veya 1407'de yanında Ahmedî ve müsâhip şairler olmak üzere Edirne'ye geçer. Ahmedî kendisini büyük üne kavuşturacak "İskendernâme"'yi de bu sırada tamamlar. Bursa'da yazdığı 625 beyitten oluşan Türk edebiyatındaki ilk Türkçe “Mevlid” ile ilk Türkçe manzum Osmanlı tarihi olan "Dâstân-ı Tevârîh-i Mülûk-i Âl-i Osmân" adındaki Osmanlı tarihini ekleyerek Süleyman Çelebi'ye Edirne'de sunar. "İskendername", müstakil bir mesnevi olarak ilk defa Nizamî tarafından yazılmıştır. Ahmedî'nin eserinin önemi ise Türkçe olarak kaleme alınmış ilk İskendername olmasıdır. Ahmedî, Nizamî'nin 2500 beyitlik İskendernâme'sinin bazı kısımları tercüme ederek esere dahil etmiştir. Ahmedî bu mesnevide 3 farklı şahsiyete 3 sembol yüklemiştir; Aristo aklı, İskender ruhu, İskender'in savaştığı Dara nefsi ise temsil eder. İskendernameye sonradan eklediği dünya tarihi, Ahmedî'nin İskendernâme’sinin en önemli özelliğidir. Ahmedî, bu bölümde dünya ve hükümdarlar tarihi Aristo’nun ağzından nakleder. İslam peygamberinden başlayarak Emevî, Abbâsî, İlhanlı ve Osmanlı devletleri tarihini anlatır. Dünya tarihinin “Dâstân-ı Tevârîh-i Mülûk-i Âl-i Osmân” başlıklı son bölümü ilk Türkçe Osmanlı vekāyi‘nâmesi olması açısından son derece mühimdir. Ahmedi, bu bölümde Ertuğrul Gazi'den Süleyman Çelebi'ye kadar Osmanlı hanedanının hikâyesini 300'ü aşkın beyitle dile getirmiştir. 

Ancak, Edirne'de bu zevk u sefa âlemleri çok sürmez. Süleyman Çelebinin kardeşi Musâ Çelebi, Süleyman'a karşı sık sık baskınlar yapıyordu. Rumelindeki Uc Beylerinden Mihaloğlu ile son bir baskında Musâ Çelebi başarılı oldu. Şubat 1411'de Edirne'yi ele geçirdi. Burada görgü tanığı Ahmedî'ye göre baskın anında Süleyman Çelebi, hamam içinde sohbet edip şarâb içmekteydi. Kendisini uyardılar ancak yine sohbetine devam etti. Süleyman Çelebi'yi destekleyen saygın yaşlı Uc Beyi Hacı Evrenos gelip kendisine, Musâ'nın askeriyle kapıya dayandığını haber verdiğinde “Ay Hacı Lala! Beni sohbetimden ayırma”, yanıtıyla onu huzurundan kovdu. Yeniçeri Ağası Hasan Ağa da gelip uyardı, onu da hakaretle geri gönderdi. Bunun üzerine Hasan Ağa, tüm kapı kuluyla Musâ Çelebi tarafına geçti. Musâ Çelebi, doğru hamam üzerine yürüdü. Süleyman ancak o zaman hemen sarayına koştu. Gece olunca atlanıp, İstanbul'da dostu imparator yanına kaçıp sığınmak için bir Türkmen kılavuzla firar yolunu tuttu. Türkmen kılavuz onu, Düğüncü-ili'nde kendi Türkmenleri yanına götürdü. Türkmenler etrafını çevirip adamlarını öldürdüler, kendisini bağladılar. O sırada Musâ Çelebi yetişti ve Koyun-Musâsı denilen adamını gönderdi. “Koyun-Musâsı onu boğup şehîd etti”.

Musâ Çelebi, tüm Rumeli'ye egemen olunca, vaktiyle Süleyman Çelebiyi desteklemiş olanlara karşı şiddet gösterir. Ahmedî, de Musâ'ya karşıdır. Süleyman Çelebinin ölümünden sonra kendisine bir hâmi arayan Ahmedî, o sırada Bursa’da Mehmed Çelebi'nin çevresine girmeye çalışmıştır. Musa Çelebi Bizans İmparator'unu tehdit edip, harâc istemek için Çandarlı İbrahim Paşa'yı elçilikle İstanbul'a gönderdiği zaman Çandarlı İbrahim, Bursa'da bulunan Mehmed Çelebi ile temasa geçer, beylerin Musâ Çelebiye karşı olduğunu bildirir ve Mehmed Çelebi'nin davetini kabul ederek Bursa'ya yanına gider, onun veziri olur. Ahmedî de o zaman Çelebi Mehmed'in yanına kaçar. Ahmedî, İskendernâme'de, ömrü olursa Süleyman Çelebinin tarihini bir kitap olarak yazmak istediğini ifade etmiştir. Fakat, Edirne'deki hâmisi Süleyman Çelebi, 1411'de hayatını kaybedince vaat ettiği kitabı, 1385-1389 dönemini içeren bir "Gazavâtnâme" tarzında kaleme alır.  Ahmedî gerçek bir tarihçi titizliğiyle aykırı durumları da meselâ Kosova Meydan Savaşı'nda Sırpların Osmanlı ordusunun sağ kanadını tam bir bozguna uğrattığı, savaş taktiğinde sultanın yanlış fikirleri gibi önemli noktaları belirtir. Bir görgü tanığı olarak, Bulgar kaleleri üzerinde verdiği ayrıntılardan başka savaştan önceki toplantılarda konuşulanlar, ordunun Gelibolu'dan Kosova ovasına kadar geçtiği şehir ve kasabalar ve dağ geçitleri üzerinde ayrıntılı bilgi, Ilıca–Uluova–Karatonlu–Kiçi–Morova güzergâhı haritadan kontrol edildiğinde topografik doğruluğu ortaya çıkar. Metinde vitozluk (ukalalık), kosbadar, zıbga gibi Sırpça kelimeler dikkat çeker. Ahmedî, Mehmed Çelebi'nin yanına geldikten sonra 1413'e kadar Mehmed Çelebinin rakiplerine karşı “fetih”lerini  onun “sohbetinde” ağzından doğrudan bir menâkibnâme tarzında “Ahvâl-i Sultan Mehemmed” adıyla kaleme alır. Bu eser 1413'te Musâ Çelebi'nin Mehmed Çelebi ile giriştiği savaştan sonra ölümü ve defni olayı ile Mehmed Çelebi'nin Osmanlı ülkesini yeniden tek bir çatı altında toplaması ile biter. Ahmedî, Amasya'da 1413 veya 1414'te vefat eder.

Germiyanlı şairlerin en önde gelenlerinden biri de Şeyhî idi.  Germiyanoğulları beyliğinde yetişen Şeyhî Germiyan Beyi II. Yâkub Bey’in hizmetine girerek onun musâhibliğini ve özel tabipliğini yaptı. Osmanlı hânedanıyla ilk teması Süleyman Çelebi zamanında başladı. Daha sonra Çelebi Sultan Mehmed’in gözünü tedavi etmesinin ardından Osmanlı Devleti’nin ilk reîs-et tıbbâsı oldu. Şeyhî'nin divanı dışında başlıca eserlerinden biri klasik Türk divan edebiyatında eşi benzeri olmayan "Harnâme"dir. Aynı zamanda bir hekim olan Şeyhî, Çelebi Mehmed'i tedavi edince, Çelebi Mehmed ona bir köy hediye eder. Köye doğru giderken Şeyhî, yolda soyulur ve dövülür. Bunun üzerine "Harnâme"'yi kaleme alır. Eserde kaderi yük taşımak olan bir eşeğin semiren öküzlere özenmesi üzerine başına gelenler mizahi bir dil ile hicvedilmiştir. Şeyhî’nin "Harnâme" adlı eserinin Türk Edebiyatında önemli bir yerinin olmasının ilk hiciv metni olarak kabul edilmesinin yanında Türk edebiyatının ilk Fabl örneği olarak kabul edilmesidir.

Germiyanoğlu II. Yakub, erkek çocuğu olmadığı için memleketini vefatından sonra kız kardeşinin çocuklarına da bırakmak istemediğinden 1428 yılında Edirne’ye giderek II. Murad ile görüşüp memleketini ölümünden sonra ona bıraktığını bildirdi. Edirne’ye gelişinde kendisine Şeyhî  mihmandarlık etmişti. Şeyhî,  Edirne'de II. Murad’la görüşerek ona "Harnâme" ve "Hüsrevi ü Şirin" isimli eserlerini sundu. Ancak Şeyhî'nin Edirne'de uzun süre kalmadığı Kütahya'ya dönerek burada öldüğü anlaşılmaktadır. 

Germiyan Beyliği II. Yakub Beyin ölümünden sonra vasiyeti gereği Osmanlı topraklarına intikal ederek tarihe karışmıştır. Ancak, Germiyanlı şairler Şeyhoğlu Mustafa, Ahmedî, Şeyhî ve Ahmed-i Da'i, eserlerindeki divan dili ve sanatlarındaki orijinallik ile açtıkları yolda tarihe divan edebiyatı olarak adlandırdığımız klasik Türk edebiyatının kurucuları olarak geçmişlerdir.

 İran saraylarında gelişmiş klasik yüksek kültür mirası, Anadolu'da Konya Selçuklu sarayından sonra  Uc Türkmen beyliklerinde örnek alınmıştır. Klasik Türk edebiyatının gerçekten ilk önemli temsilcileri olan Germiyanlı şairler Şeyhoğlu Mustafa, Ahmedî, Şeyhî ve Ahmed-i Da'i, bu geleneği sürdürerek, Nizamî'deki mazmunların çoğu kez Türkçe karşılıklarını kullanıp Türkçeyi aruza uydurmakla klasik Türk edebiyatının temelini atarlar. Bu şairler, batı uc beylerinin en güçlüsü, zengin Germiyan beylerinin himayesi sayesinde, musâhip-nedim sıfatıyla beyleri için İranlı şairlerin adab ve aşk romanları tarzında eserler vermişlerdir.


Moğol-İlhanlı bürokrasisinin merkezi kontrol ve mali sistemine karşı olan yarı göçer Türkmen boyları, Moğolların tahta geçirdikleri Konya'daki Selçuklu sultanlarına karşı idiler. 1284'te Moğolların, Sultan II. Mesud'u Konya tahtına oturtmaları ve ona karşı olan Germiyan uc Türkmenlerine karşı harekata girişmeleri üzerine Türkmenler gözlerini batıya, Bizans topraklarına çevirdiler. Sonuçta Batı Anadolu, Germiyan subaşıları tarafından fethedildi. Böylece bölgede 1284-1310 yılları arasında her biri Germiyan subaşıları olan Aydın, Saruhan ve Karesi beylikleri doğdu. Bu beylikler Bizans topraklarında fetihle ortaya çıkmış yeni bir Türkmen beylikleri halkasını oluşturuyorlardı. Türkmen beyliklerinin kurulmasıyla beraber, Anadolu tarihinde yeni uzun bir siyasi-kültürel süreç başlamıştır. Türkçenin devlet ve klasik edebiyat dili olması bu sürece bağlıdır.


İsa Bey Camii

Aydınoğulları Beyliği, Anadolu beylikleri arasında ilk sivrilen, ticaretle zenginleşen, kültür hayatı erkenden gelişmiş bir beylikti.  Başlıca Ege limanlarından Ayasuluk (Selçuk) Aydınoğulları döneminde İtalyanların Levant'ta ticaretinin odak noktaları olmuştur. Böylece İtalyanlar, bölgenin buğday ve pamuk gibi zengin ürünlerini ve Asya kervan mallarını bu limanların yeni sahipleri olan Aydınoğulları aracılığıyla elde etmekte idiler. Ayasuluk'ta İtalyan mahalleleri kurulmuştu. Aydınoğullarının zenginlik ve yüksek kültürünün tanığı Ayasuluk'taki muhteşem İsa Bey Camii'dir. O zaman Osmanlı ülkesinde henüz böyle bir mimari eser göze çarpmamaktadır. Ayasuluk, Aydınoğulları devrinde İsa Bey Camii'nin etrafında gelişen yoğun bir yapılaşmaya merkez olmuştur.

Aydınoğulları beyliğinde yetişmiş olan Mes'ûd ve Fahrî'nin eserleri, Germiyanlı şairlerin ortaya çıkmasından önceki ilk Türkçe aşk-macera romanlarıdır. "Süheyl ü Nevbahâr"  Mes'ûd’un ilk eseri olduğu gibi  Türk edebiyatında beşerî aşk konusunda yazılmış ilk mesnevi olarak da dikkati çeker. Mes'ûd'un, "Süheyl ü Nevbahâr"’da olduğu gibi "Kelîle ve Dimne" tercümesinde de Farsça için “tat dili” ifadesini kullanmasından, Firdevsî'nin "Şehnâme"sinden "Süheyl ü Nevbahâr"’a aldığı beyitlerden, ayrıca Sa‘dî-i Şîrâzî'nin " Bûstân"’ını tercüme etmesinden İran edebiyatını yakından tanıdığı, Farsçayı çok iyi bildiği anlaşılmaktadır. Mes'ûd, "Süheyl ü Nevbahar” adlı mesnevisini  1350 yılında adı bilinmeyen İranlı bir şairin aynı adlı eserinden Türkçeye çevirmiştir. "Süheyl ü Nevbahar”da, Yemen hükümdarının oğlu Süheyl ile Çin hükümdarının kızı Nevbahar arasında geçen romantik  bir aşkın  hikâyesi anlatılır. "Süheyl ü Nevbahar”, konusu yönünden  "Leyla ile Mecnun" ve "Vamuk’u Azra" hikayelerindeki gibi kavuşmak isteyen iki aşığın  bir birlerine kavuşmak için verdikleri mücadeleleri üzerinedir.  "Süheyl ü Nevbahar"’ı klasik aşk konulu hikayelerden ayıran en önemli nokta aşıkların birbirlerine kavuşması, kötülerin cezalarını görmesi ve iyilerin ödülünü almasıdır.

"Süheyl ü Nevbahar",  Eski Anadolu Türkçesinin tipik bir örneği olup dil bakımından oldukça zengindir;

Yemen’ de ulu pâdişâh var imiş
Ki akl ile devlet ana yâr imiş 

Didi ger benüm oğlanum olmaya

Nice tâc u taht ayruğa kalmaya 

Dürüşdügi olmadı hergiz telef

Meger incü kapdı bilinden sadef 

Bir oğlan ki benzer yüzi bedr aya

İki kaşı dahı kurulmış yaya 

Şâh anı görüp güvenürdi cânı

Dilerdi ki tahta geçüre anı 


15. yüzyıla ait minyatürlü Farsça Kelîle ve Dimne el yazması

Mes'ûd'un 1354 yılında kaleme aldığı 1073 beyitlik "Ferhengnâme-i Sa‘dî" adlı eseri Sa‘dî-i Şîrâzî’nin Bûstân’ından seçilmiş şiirlerin tercümesidir. Türkçe’ye Sa‘dî-i Şîrâzî’den yapılmış ilk manzum tercümedir. Mes'ûd'un en önemli eserlerinden biri de, Aydınoğlu Umur Bey için yaptığı "Kelîle ve Dimne" tercümesidir. Sâsânî hükümdarı Hüsrev-i Enûşirvân zamanında (531-579) tabip Berzûye’nin  Pançatantra ile birkaç Sanskritçe kaynaktan daha yararlanarak Orta Farsça olarak adlandırdığımız Pehlevî dilinde meydana getirdiği "Kelîle ve Dimne",  Beydebâ (Farsça: Bîdpây, Pîlpây) adındaki bir filozofla Debşelim (Farsça: Dâbeşlîm) adındaki hükümdar arasında geçen konuşmalar şeklinde kaleme alınmıştır. Kitabı oluşturan masalların kahramanları hayvanlardır. Eser, Adını hikâyenin kahramanı olan iki çakaldan alır; doğrunun ve dürüstlüğün simgesi "Kelile" ile yanlışın ve yalanın simgesi"Dimne". "Kelîle ve Dimne" Pehlevî dilinden Arapça'ya ve daha sonraları 9. ve 10. yüzyıllarda Samanîler ve Gazneliler devrinde Yeni Farsça'ya çevrilmiştir. Batı dillerine olan tercümeleri ve Mes'ûd'un tercümesinde olduğu gibi Türkçe'ye olan tercümeleri bu son Farsça çeviriden yapılmıştır. Edebi otoritelerce, Ezop ve La Fontaine fabllarının, Kelîle ve Dimne`den ilham alınarak yazıldığı ileri sürülmektedir.



Aydınoğlu İsa Bey, bir gün Fahrî'den Nîzamî'nin Farsça "Hüsrev ü Şîrîn" adlı eserini mecliste okumasını rica eder.  "Hüsrev ü Şîrîn", İran edebiyatının en tanınmış ve en yaygın eserlerinden biridir. Sâsânî hükümdarı Hüsrev-i Pervîz'in(596-628) hayatının ve aşklarının konu edildiği tarihi bir hikayedir. Hikayeyi klasikleştiren ve ona asıl şeklini veren Nîzamî-i Gencevî olmuştur. İsa Bey, tüm hikayeyi dinledikten sonra eseri çok beğenir ancak bu eseri halkın da anlayabilmesi için Fahrî'den Nîzamî'nin eserini tercüme etmesini ister. Fahrî, ilk başta buna karşı çıkar ancak İsa Bey'in yoğun ısrarı üzerine boyun eğip bu görevi üstlenir. 12 Mart 1367'de Nîzamî'nin mesnevisinden tercüme etmek üzere eseri tamamlayan Fahrî, Türkmen Aydınoğlu'na anadili için :

Şeker gibi bu Türkî dilce düzdük 
der ve ilave eder:

Zihi terk-i edeb bu tercümanlık

Çü sultan emridür ben bende me'mur 
Meseldir dilde ki al-ma'mur ma'zur


Kütahya Vacidiye Medresesi

Germiyan Beyliği, I. Yakub Bey zamanında ( 1300-1340) Batı-Anadolu'nun en güçlü devleti olup beyliğin merkezi Kütahya, Anadolu'daki en önemli kültür merkezi haline gelmişti. Osmanlı, bu dönemde Germiyan'dan kültürce hayli aşağı görünmektedir. Germiyan beylerinin ihtişamlı sarayına,  seyyahları hayran bırakan zengin Kütahya şehrine destek olan servet kaynağı, Avrupa'ya ithal ettikleri şap madeni idi. Şap, özellikle kumaş boyacılığında boyayı sabitleştiren bir kimyevi madde olarak pek önemli bir madde idi. Anadolu ile Avrupa arasındaki ticarette önemli bir yer tutmaktaydı. Şap, Aydın limanlarından Avrupa'ya ihraç olunmakta idi. Cenevizliler, üretilen şapı yalnız İtalya'ya değil, Felemenk'e(Hollanda-Belçika) hatta Mısır ve Suriye de satıyorlardı. Papalık arazisinde Tolfa'da şap madeni keşfedilinceye kadar, şap ticaretinde Avrupa Türkiye'ye bağımlıydı. Bu durum Germiyan'da muazzam bir servetin birikmesine ve yüksek bir saray kültürü oluşmasına yol açmıştır. Kütahya'da biriken bu artı değer neticesinde şehir de bir ilim merkezi haline dönüşmüştür. Astronomi konusunda eser verdiği bilinen Molla Abdülvâcid’in hocalık yaptığı, Kütahya'da bu dönemde yapılan Vacidiye Medresesinde avlunun ve yan odaların üzerini örten kubbelerin açıklıklı oluşu, avlunun ortasındaki kuyu ya da şadırvanın varlığı, geçmişte rasat aletlerinin konulduğu yerlerin tesbit edilmesi neticesinde İslâmî ilimler yanında astronomi derslerinin de okutulduğu anlaşılmaktadır.

Germiyanlı musahib saray şairleri arasında Şeyhoğlu Mustafa, önde gelen ilk şair sayılmaktadır. Mehmed Bey (1340-1361) döneminde Kütahya'da Germiyan sarayına giren, Süleyman Şah(1361-1387)  devrinde hükümdarın yakını, müsahibi olan Şeyhoğlu, dildeki yeteneğinden dolayı yazışma bürosunun başı olarak nişancılık daha sonra da defterdarlık görevinde bulunmuştur. Kadim İran geleneğine göre insanı yüksek toplum hayatında mutlu kılacak davranış biçimlerinin anlatıldığı, beylere ve zurefaya geleneksel yüksek kültür adabını öğreten bir kılavuz olan Keykavus'un 1082 tarihinde kaleme aldığı Kabusname, Türkiye'de de musahip şairlerin seçtikleri başlıca kaynak olmuştur. Kabusname, centilmenlere davranış biçimlerini, etiket ve protokolü, özellikle nedim ve şairlerin katıldığı işret meclisi adabını anlatan en eski ayrıntılı eserdir. Keykavus'un kendisi de, Gazneli Sultan Mesud'a nedimlik yapmıştır. Kabusname'de, bir musahibin efendisine öğretmesi gerekli konular ele alınır. Eserde işret meclisi, şarap içme adabı, aşıklar, cinsel ilişki, hamam, av ve oyun, yıldızlar ilmi, şairler ve çalgıcılar, nedimlik ve civanmerdlik kuralları üzerinde durulur. Kabusname'yi Şeyhoğlu Mustafa, Germiyan Beyi Süleyman Şah'ın isteği üzerine Türkçe'ye çevirmiştir. Şeyhoğlu, Kabusname dışında, Kelîle ve Dimne türü mensur hikâye ve masallardan oluşan Mâzenderanlı Merzübân b. Rüstem tarafından yazılmış olan "Merzübânnâme"yi de Germiyan Beyi Süleyman Şah’ın emriyle Türkçe’ye çevirmiştir. Şeyhoğlu, birbirini görmeden âşık olan Mağrib padişahının oğlu Ferahşâd ile Acem Şahı Siyâvuş’un kızı Hurşîd’in hikayesinin anlatıldığı "Hurşîdnâme" adlı eserini de Germiyan Beyi Süleyman Şah adına yazmıştır. Şeyhoğlu Mustafa Hurşîdnâme’sinin yarısını tamamladığında Süleyman Şah’ın öldüğünü yazar. Hurşîdnâme'de Ferahşâd'ın ağzından söylenmiş bir Gazel;

Çün bulınmadı cihânda derdüne dermân gönül
Yiridür bu hasret ile ger alursan kan gönül

Işk bâzârında sana çünki hâsıldur ziyân

Bellü bil kim assı kılmaz nâle vü efgân gönül

Devr içinde ser-be-ser bîmâra tîmârın viren

Bir imâratlık sana virmedi iy vîrân gönül

İy dirîgâ bunca herc ü zecr ü gam görmiş iken

Almadın dâdın felekden virisersin cân gönül

Gerçi yârun vuslatı haccında bayram itmedün

Yigrek oldur furkat içün olasın kurbân gönül

Lâcerem ışkun belâsına mutî' olmak gerek

Kimsenün hükmine çün olmadun fermân gönül

Sen ki manzûrun felekdür nice olursın helâk

İy gönül hayrân gönül olma gönül giryân gönül

Osmanlı hükümdarı Gazi Murad Hüdâvendigâr (1362-1389) döneminde Batı-Anadolu, kökten değişimlere sahne oldu. Balkanlardaki fetihleriyle büyüyen ve rakipsiz bir güç haline gelen Osmanlılar, Anadolu'da zengin ve kültürce ilerlemiş olan Germiyan, Aydın, Saruhan, Menteşe ve Hamidoğulları'nı kendine bağımlı beylikler durumuna getirdi. Murad Hüdâvendigâr gerçekten Rumeli ve Anadolu'da tüm yerel hanedanlara egemenliğini tanıtarak ilk Osmanlı İmparatorluğu'nu kurmuştur. Evvela Aydın beyliğini bağımlı hale getirerek, Ayasuluk'a gelen ipek kervanlarını da Bursa'ya yöneltip, Bursa'yı Ortadoğu'nun belli başlı ipek pazarı durumuna getirdi. Germiyan beyi Süleyman Şah'ın kızı Devlet Hatun ile Şehzade Yıldırım Bayezid'in Bursa ve Yenişehir'de yapılan görkemli düğün merasimleri, o devirde çok önemli bir olay olarak vekayiniimelere yansımıştır. Hâlâ hangi gerekçeyle yaptığı tartışma konusu olup Süleyman Şah,  Kütahya, Simav, Tavşanlı ve Eğrigöz gibi en değerli topraklarını çeyiz olarak Osmanlılara verip beyliğin batı kısmına, Kula'ya çekilerek 1388'de ölümüne kadar orada kalmıştı. 1381'de Murad, Kütahya ile beraber Eğrigöz bölgesini Osmanlı ülkesine katınca şap iltizam geliri de Osmanlı hazinesine ait oldu. Böylece, Germiyan ve Aydın, eski ekonomik refahını Osmanlı lehine kısmen kaybetmeye başladı. Germiyan'dan Kütahya madenlerini ele geçirmiş olan Murad, Kütahya'ya, o zaman 19 yaşında bir genç olan oğlu Şehzade Bayezid'i deneyimli komutan Kara-Timurtaş Paşa ile birlikte sancak beyi göndermişti. Bayezid, Germiyanoğlu sarayına yerleşince  o zaman musahib şairierin bazıları, Osmanlı beyinin hizmetine girdiler. Yıldırım Bayezid  şehzadeliğinde Kütahya'da musahib şairleri himayesi altına alınca Germiyan beyleri zamanındaki edebi hareket, Osmanlı sarayına sirayet etmeye başladı. Saraya mensup Germiyanlı şairlerin, şimdi zengin ve güçlü yeni patronlarına, Osmanlı'nın da bu yüksek kültür temsilcilerine ihtiyacı vardı. Kütahya sarayında ziyafetlere bakan çaşnigirbaşı Paşacuk Ağa, şair Şeyhoğlu Mustafa'nın hamisi idi.  Şeyhoğlu, Germiyan beyi Süleymanşah adına yazdığı Hurşîdnâme'yi Kütahya Sancakbeyi olan Osmanlı şehzadesi Yıldırım Bayezid’e takdim ederek onun çevresine girdi.

Germiyanlı musahip şairler arasında eserlerinin genişliği ve sanatı bakımından, kuşkusuz en önde geleni Ahmedî'dir. Ahmedî(1334-1414) Germiyan beyi Süleymân Şâh’ın müşaviri, hocası ve doktoru idi. Ahmedî şairlik bakımında ilk şöhretini de nazım ve şiire çok düşkün olan Süleymân Şâh’a takdim ederek iltifatlarına mazhar olduğu şiirleri ile kazanmaya başlamıştır. Osmanlıların Kütahya'ya yerleşmesinden sonra Ahmedî, Kütahya'da vâli olan Bayezid'in hizmetine girmiştir. Şehzâde Bayezid, 1389 baharında babasının emriyle Kosova Savaşına katılmak üzere Rumeli'ye geçtiği zaman, musahib şâir Ahmedî'yi yanında götürdüğü anlaşılıyor. Ahmedî'nin "Gazâvâtnâme" adlı eserinde Kosova'ya giderken ordunun güzergâhı ve savaş üzerinde verdiği ayrıntılar, bunun en güçlü kanıtıdır. Murad Hüdâvendigâr'ın Kosova'da şehid olmasından sonra Osmanlılara bağımlı Anadoludaki diğer beylikler gibi Germiyanoğlu II. Yakub Bey de bazı toprakları geri alma teşebbüsünde bulundu. Kosova Savaşından sonra Rumelide işleri yoluna koyduktan sonra 1390 yılında Germiyan üzerine yürüyen eniştesi Yıldırım Bayezid'in iyi niyetlerle gelmediğini anlayan Yakub Bey, Yıldırım Bayezid'i bir takım hediyelerle karşıladı. Ancak Yıldırım Bayezid onun bu hareketini samimi bulmadı ve kumandanı Hisar Bey ile birlikte tutuklatarak Rumelide İpsala Kalesi'ne hapsettiği gibi bütün Germiyan topraklarını da Osmanlı Devleti'ne kattı. Timur'un 1392 ile 1396 yılları arasında batıya doğru harekete geçtiği anlaşılınca ülkeleri Yıldırım Bayezid tarafından zaptedilen Aydın, Saruhan, Menteşe ve Karaman Beyleri Timur'ın yanına gelerek beyliklerinin geri verilmesini istirham ettiler. Bu sıralarda 1399-1400 yıllarında Yakub Bey de bir çaresini bulup İpsala'dan bir hile ile kıyafet değiştirerek Şam taraflarına ve oradan da Timur'un yanına kaçtı. Yakub Bey, Yıldırım Bayezid'den şikayetçi oldu ve Timur'da onu teselli ederek beyliğini iade edeceğini vadetti.

Timur, 1402 yılında Bayezid ile savaşmak için Anadolu'ya geldiğinde Yakub Bey de beraberinde idi. Ankara Savaşı'nda Yıldırım'ın askerleri dağılmasına rağmen, Yakub Bey'in bu fırsat kaçmaz diyerek ısrar etmesi sonucu yerini göstermesiyle Yıldırım Bayezid esir edildi. Timur, Ankara Savaşından sonra Anadolu'daki tüm hanedanlara eski beyliklerini geri verdi. Bu esnada Germiyanoğlu Yakub Bey de Kütahya'ya gelerek eski beyliğini yeniden kurdu. Zaferden kısa bir süre sonra Kütahya'ya gelen Timur burada büyük bir toy düzenledi. Germiyan'ın ziyafetleriyle ünlü pâyitahtında işret meclisi kuruldu. Ahmedî, bu esnada Timur'un yanında bulunmuş ve latifeleri Timur'un çok hoşuna gittiğinden değerli armağanlar almıştır. Yanlış olarak Timur ile Nasreddin Hoca  arasında geçtiği anlatılan meşhur "Futa" yani "Peştemal" hikayesi Kütahya'daki Kemer Hamamı'nda Timur ile Ahmedî arasında geçmiştir.

Timur ile Ahmedî bir gün hamama giderler. Hoşbeş ederken Timur, ona sorar:
"Ben köle olsam bana kaç para değer biçerdin?"
Ahmedi:
"Ben bu işin tellalı değilim ama bir 15 akçe ederdin!"
Bu laf üstüne Timur çok sinirlenir:
"Senin dediğini kulağın duyuyor mu? Sadece bu peştemal 15 akçe eder be!"
Ahmedî:  hiç istifini bozmadan:
"Ben zaten peştemale biçtim bu fiyatı!" der.

Yıldırım Bayezid'in yerel hanedanları bertaraf ederek kurduğu Anadolu-Rumeli merkeziyetçi imparatorluğu, Timur darbesiyle yıkıldığında Germiyanlı şairler, Yıldırım Bayezid'in oğulları Süleyman Çelebi ve Mehmed Çelebi'nin saraylarında iyi kabul görmüşler, böylece Osmanlı klasik edebiyatının kurucuları rolünü üstlenmişlerdir. Yıldırım Bayezid'in büyük oğlu Süleyman Çelebi, 1404-1407 arasında Anadolu'da Bursa'da kaldığı dönemde Ahmedî, onunla beraberdir. Fatih devri tarihçilerinden Enverî, Süleyman Çelebi’nin şair Ahmedî’yi koruduğunu, samimi dostluk ilişkisi kurduğunu, içki ve eğlence meclislerinde sürekli bir arada bulunduklarını yazar. İşret meclislerinde zevk u safa ile meşgul olan Süleyman Çelebi zamanını “Büyük Hamam” içinde sohbet edip şarap içmekle geçirmekteydi. Evrenos ve Çandarlı Ali Paşa gibi devrin ileri gelen ricâli onunla beraberdiler.  Ahmedî de bu sohbet âlemlerinde Süleyman Çelebi'ye nedîmlik ediyordu.

Yıldırım Bayezid'in bir diğer oğlu Musâ Çelebi'nin Kastamonu'dan Eflak Voyvodası Mircea'nın yanına gittiği ve Rumeli uc beylerinin yardımıyla Rumelinin tamamını zaptettiği haberi gelince Süleyman Çelebi  1406 veya 1407'de yanında Ahmedî ve müsâhip şairler olmak üzere Edirne'ye geçer. Ahmedî kendisini büyük üne kavuşturacak "İskendernâme"'yi de bu sırada tamamlar. Bursa'da yazdığı 625 beyitten oluşan Türk edebiyatındaki ilk Türkçe “Mevlid” ile ilk Türkçe manzum Osmanlı tarihi olan "Dâstân-ı Tevârîh-i Mülûk-i Âl-i Osmân" adındaki Osmanlı tarihini ekleyerek Süleyman Çelebi'ye Edirne'de sunar. "İskendername", müstakil bir mesnevi olarak ilk defa Nizamî tarafından yazılmıştır. Ahmedî'nin eserinin önemi ise Türkçe olarak kaleme alınmış ilk İskendername olmasıdır. Ahmedî, Nizamî'nin 2500 beyitlik İskendernâme'sinin bazı kısımları tercüme ederek esere dahil etmiştir. Ahmedî bu mesnevide 3 farklı şahsiyete 3 sembol yüklemiştir; Aristo aklı, İskender ruhu, İskender'in savaştığı Dara nefsi ise temsil eder. İskendernameye sonradan eklediği dünya tarihi, Ahmedî'nin İskendernâme’sinin en önemli özelliğidir. Ahmedî, bu bölümde dünya ve hükümdarlar tarihi Aristo’nun ağzından nakleder. İslam peygamberinden başlayarak Emevî, Abbâsî, İlhanlı ve Osmanlı devletleri tarihini anlatır. Dünya tarihinin “Dâstân-ı Tevârîh-i Mülûk-i Âl-i Osmân” başlıklı son bölümü ilk Türkçe Osmanlı vekāyi‘nâmesi olması açısından son derece mühimdir. Ahmedi, bu bölümde Ertuğrul Gazi'den Süleyman Çelebi'ye kadar Osmanlı hanedanının hikâyesini 300'ü aşkın beyitle dile getirmiştir. Ahmedî, İskendername'de Süleyman Çelebinin emrinde bir çok asker olmasına rağmen mülk edinmeye hevesi olmadığını, mülk istese savaşsız hem doğu hem batıyı fethedeceğini ifade ettiği beyitlerde, Süleyman Çelebi'nin ruh hâlini şöyle anlatır:

Gerçi leşker var genc u dest-res 
Lîkin itmez mülk almağa heves 

Himmeti katında anun mülk-i zemîn 

Bir üvezün kanadıncadır hemîn 

Mülk istese olmadan arada harb 

Feth olayidi ana şark u garb 

Ol mürüvvetlüdürür ehl-i 'atâ 

Ol fütüvvet ıssıdur ni'me'l-fetâ

Kibrden olup-durur nefsi berî 
Hem yavuz ahlâkdandur ol ârî

Bî-kerân nesneyi kimden kim bile 

Ya anun şerhin tamâm idibile

Ancak, Edirne'de bu zevk u sefa âlemleri çok sürmez. Süleyman Çelebinin kardeşi Musâ Çelebi, Süleyman'a karşı sık sık baskınlar yapıyordu. Rumelindeki Uc Beylerinden Mihaloğlu ile son bir baskında Musâ Çelebi başarılı oldu. Şubat 1411'de Edirne'yi ele geçirdi. Burada görgü tanığı Ahmedî'ye göre baskın anında Süleyman Çelebi, hamam içinde sohbet edip şarâb içmekteydi. Kendisini uyardılar ancak yine sohbetine devam etti. Süleyman Çelebi'yi destekleyen saygın yaşlı Uc Beyi Hacı Evrenos gelip kendisine, Musâ'nın askeriyle kapıya dayandığını haber verdiğinde “Ay Hacı Lala! Beni sohbetimden ayırma”, yanıtıyla onu huzurundan kovdu. Yeniçeri Ağası Hasan Ağa da gelip uyardı, onu da hakaretle geri gönderdi. Bunun üzerine Hasan Ağa, tüm kapı kuluyla Musâ Çelebi tarafına geçti. Musâ Çelebi, doğru hamam üzerine yürüdü. Süleyman ancak o zaman “Câmı yere çalup eyitti: Ay drigâ, nefis elinden neng u nâmı yabana saldım” diyerek hemen sarayına koştu. Ahmedî, sarayda onun perişanlığını şöyle anlatır: “Emîr Süleyman âh u vâh edip içerüde eyidirdi ki, eyvâh ne müşkil işe tuş olup nenün gibi belâya mürtekib oldum” diye, geceyi bekledi. Gece olunca atlanıp, İstanbul'da dostu imparator yanına kaçıp sığınmak için bir Türkmen kılavuzla firar yolunu tuttu. Türkmen kılavuz onu, Düğüncü-ili'nde kendi Türkmenleri yanına götürdü. Türkmenler etrafını çevirip adamlarını öldürdüler, kendisini bağladılar. O sırada Musâ Çelebi yetişti ve Koyun-Musâsı denilen adamını gönderdi. “Koyun-Musâsı varup onu boğup şehîd etti”.

Musâ Çelebi, tüm Rumeli'ye egemen olunca, vaktiyle Süleyman Çelebiyi desteklemiş olanlara karşı şiddet gösterir. Ahmedî, de Musâ'ya karşıdır. Süleyman Çelebinin ölümünden sonra kendisine bir hâmi arayan Ahmedî, o sırada Bursa’da Mehmed Çelebi'nin çevresine girmeye çalışmıştır. Musa Çelebi Bizans İmparator'unu tehdit edip, harâc istemek için Çandarlı İbrahim Paşa'yı elçilikle İstanbul'a gönderdiği zaman Çandarlı İbrahim, Bursa'da bulunan Mehmed Çelebi ile temasa geçer, beylerin Musâ Çelebiye karşı olduğunu bildirir ve Mehmed Çelebi'nin davetini kabul ederek Bursa'ya yanına gider, onun veziri olur. Ahmedî de o zaman Çelebi Mehmed'in yanına kaçar. Ahmedî, İskendernâme'de, ömrü olursa Süleyman Çelebinin tarihini bir kitap olarak yazmak istediğini ifade etmiştir;

Ömrden girü virilürse amân 
Tangrınun fazlıyile bir kaç zaman 
Bir kitâba dahi bünyâd idevüz 
Mîr Süleyman nitdi anda eydevüz 

Fakat, Edirne'deki hâmisi Süleyman Çelebi, 1411'de hayatını kaybedince vaat ettiği kitabı, 1385-1389 dönemini içeren bir "Gazavâtnâme" tarzında kaleme alır.  Ahmedî gerçek bir tarihçi titizliğiyle aykırı durumları da meselâ Kosova Meydan Savaşı'nda Sırpların Osmanlı ordusunun sağ kanadını tam bir bozguna uğrattığı, savaş taktiğinde sultanın yanlış fikirleri gibi önemli noktaları belirtir. Bir görgü tanığı olarak, Bulgar kaleleri üzerinde verdiği ayrıntılardan başka savaştan önceki toplantılarda konuşulanlar, ordunun Gelibolu'dan Kosova ovasına kadar geçtiği şehir ve kasabalar ve dağ geçitleri üzerinde ayrıntılı bilgi, Ilıca–Uluova–Karatonlu–Kiçi–Morova güzergâhı haritadan kontrol edildiğinde topografik doğruluğu ortaya çıkar. Metinde vitozluk (ukalalık), kosbadar, zıbga gibi Sırpça kelimeler dikkat çeker. Ahmedî, Mehmed Çelebi'nin yanına geldikten sonra 1413'e kadar Mehmed Çelebinin rakiplerine karşı “fetih”lerini  onun “sohbetinde” ağzından doğrudan bir menâkibnâme tarzında “Ahvâl-i Sultan Mehemmed” adıyla kaleme alır. Bu eser 1413'te Musâ Çelebi'nin Mehmed Çelebi ile giriştiği savaştan sonra ölümü ve defni olayı ile Mehmed Çelebi'nin Osmanlı ülkesini yeniden tek bir çatı altında toplaması ile biter. Ahmedî, Amasya'da 1413 veya 1414'te vefat eder.

Divan'ı ve "Çengnâme" (1405) isimli mesnevisiyle tanınan Ahmed-i Dâ'i de ilk önce Yıldırım Bayezid daha sonra Süleyman Çelebi'nin hizmetine girmiş Germiyanlı şairlerdendir. Dâ'i'nin en başarılı eserlerinden "Çengnâme" devrinin yaşantısını, özellikle Süleyman Çelebi'nin işret meclislerini yansıtır. Dâ'i'nin, Süleyman Çelebinin Edirne'deki sarayında, onun işret meclislerinin baş konuğu olup bu meclisleri anlattığı "Çengnâme" adlı eserinin konusunu oluşturan Çeng, kanuna benzeyen, dik tutularak çalınan bir sazdır. Eser, çengin 24 teli ve klasik musikinin 24 makamından hareketle 24 bölüme ayrılmıştır. Türk edebiyatında varlıkların konuşması ve kendilerini anlatması, Çengnâme'de görülür. Bu mesnevide konuşan varlıklar çeng isimli çalgı aleti ve onu oluşturan ipek teller, servi ağacı, ceylan derisi ve at kılıdır.

Şeyhoğlu, Ahmedi ve Ahmed-i Dâ'i'nin ardından Germiyanlı şairlerin en önde gelenlerinden biri de Şeyhî idi.  Germiyanoğulları beyliğinde yetişen Şeyhî Germiyan Beyi II. Yâkub Bey’in hizmetine girerek onun musâhibliğini ve özel tabipliğini yaptı. Osmanlı hânedanıyla ilk teması Süleyman Çelebi zamanında başladı. Daha sonra Çelebi Sultan Mehmed’in gözünü tedavi etmesinin ardından Osmanlı Devleti’nin ilk reîs-i etıbbâsı oldu. Şeyhî'nin divanı dışında başlıca eserlerinden biri klasik Türk divan edebiyatında eşi benzeri olmayan "Harnâme"dir. Aynı zamanda bir hekim olan Şeyhî, Çelebi Mehmed'i tedavi edince, Çelebi Mehmed ona bir köy hediye eder. Köye doğru giderken Şeyhî, yolda soyulur ve dövülür. Bunun üzerine "Harnâme"'yi kaleme alır. Eserde kaderi yük taşımak olan bir eşeğin semiren öküzlere özenmesi üzerine başına gelenler mizahi bir dil ile hicvedilmiştir. Şeyhî’nin "Harnâme" adlı eserinin Türk Edebiyatında önemli bir yerinin olmasının ilk hiciv metni olarak kabul edilmesinin yanında Türk edebiyatının ilk Fabl örneği olarak kabul edilmesidir.

Germiyanoğlu II. Yakub, erkek çocuğu olmadığı için memleketini vefatından sonra kız kardeşinin çocuklarına da bırakmak istemediğinden 1428 yılında Edirne’ye giderek II. Murad ile görüşüp memleketini ölümünden sonra ona bıraktığını bildirdi. Edirne’ye gelişinde kendisine Şeyhî  mihmandarlık etmişti. Şeyhî,  Edirne'de II. Murad’la görüşerek ona "Harnâme" ve "Hüsrevi ü Şirin" isimli eserlerini sundu. Ancak Şeyhî'nin Edirne'de uzun süre kalmadığı Kütahya'ya dönerek burada öldüğü anlaşılmaktadır. Şeyhî'nin, on beş kaside, dört terciibend, iki terkibibend, bir mesnevi, iki müstezad ve 202 gazelden oluşan divanı, Ahmedî ve Ahmed-i Dâî’nin divanlarından sonra Anadolu sahasında tertip edilmiş en eski divanlar arasında önemli bir yere sahiptir. Fuad Köprülü'den itibaren edebiyat tarihçileri, 15. yüzyılda gelen divan şairlerinin başında Şeyhî'yi anarlar. Germiyan Beyliği II. Yakub Beyin ölümünden sonra vasiyeti gereği Osmanlı topraklarına intikal ederek tarihe karışmıştır. Ancak, Germiyanlı şairler Şeyhoğlu Mustafa, Ahmedî, Şeyhî ve Ahmed-i Da'i, eserlerindeki divan dili ve sanatlarındaki orijinallik ile açtıkları yolda tarihe divan edebiyatı olarak adlandırdığımız klasik Türk edebiyatının kurucuları olarak geçmişlerdir.

1 Ocak 2021 Cuma

Dünyanın En Zengin Dili Nasıl Oluştu ?

Dünyanın en büyük dijital sözlüğü Wikipedia, 2019 yılında yeryüzünde konuşulan dillerin kelime hazinelerini araştıran bir veri yayınlamıştı. Binlerce dil arasında yapılan araştırmaya göre, dünyanın en zengin dili, 6 milyon 96 bin 983 kelimeyle İngilizce olarak belirlenmişti. Zenginliğinin yanı sıra 20. yüzyılda dünyanın en etkili dili konumuna ulaşan ve içinde bulunduğumuz 21. yüzyılda da şu ana kadar bu durumunu koruyan İngilizcenin, bu konuma ulaşması, yüzyıllar boyunca oluşan bir birikimin neticesi olduğu aşikar. İngilizcenin atası olan Anglosaksonca bir Cermen kabile diliydi. Anglosaksonlar, 5. yüzyıldan itibaren Romalıların Britannia olarak isimlendirdiği adayı istila eden bir Cermen halkıdır. Anglus halkının kökeni bu gün kuzey Almanya'da yer alan tarihi Angul (modern Angeln) bölgesine dayanır. İngiltere ve İngiliz sözcüklerinin kökeni Anglus sözcüğüne dayanır. Saksonlar ise yine Almanya'nın kuzeyinde yer alan Saksonya bölgesinde yaşamış bir Cermen kabilesidir. Angullar ile birleşerek Anglosaksonları oluşturmuşlardır. Günümüzde hala, kendilerini Britanya'nın yerlilerinden sayan İskoçlar, İngilizler'e argoda Saksonyalı anlamına gelen "Sassenach" demektedirler.

Bugün İngilizcede varolan bağlaç edat ve artikellerin eski Cermenceden geldiği bilinmektedir. İngilizcenin kökeni hususunda genel olarak ifade edilen “İngilizce Almanca kökenlidir” yargısının tam olarak doğru olmadığını da belirtmek gerekir. Cermen dillerinden olması nedeniyle Almanca ile ortak bir kökenden geldiği doğrudur. Ancak İngilizce hangi dilden türemiştir sorusunun yanıtı Almanca değildir.  Bu yargı, İngilizcenin gelişim sürecini aşırı basitleştiren bir ifadedir. 

Günümüzde anadili İngilizce olanlar bu Eski İngilizceyi anlamakta büyük zorluk çekerler. Bununla birlikte, Modern İngilizcede en yaygın şekilde kullanılan kelimelerin yarısının kökeni Anglosaksonca olarak bilinen Eski İngilizcedendir. Eski İngilizce, Cermenik özgün yapısını aşağı yukarı 10. ve 11. yüzyıllara kadar korumuştur. Bu yüzyıllardan itibaren İngiltere'nin ve tabi ki İngilizcenin başından üç önemli olay geçmiştir. Birincisi 9. ve 11. yüzyıllar arasındaki Viking istilasıdır. 11. yüzyılın başında Danimarka Kralı Büyük Knud, Britanya adasını tamamen ele geçirir. Vikinglerin, Britanya'yı istila ettiği 9. yüzyıl ile 11. yüzyıllar arasında ada nüfusunun neredeyse üçte biri Nordik yani Norveç ve Danimarka'dan göçenlerden oluşur hale gelir. Bunların konuştuğu dil olan Norsça ile Eski İngilizce birbirine çok yakın iki dildi. Ancak bir takım ses farkları vardı. Aralarındaki en büyük fark ise gramer açısındandı. İkisinin de ekleri çok farklıdır. Viking istilasından sonra adada Anglosaksonların ve Nordiklerin ortak olarak konuştukları bir lingua franca yani ortak dil oluşmuştu. Eklerin ortadan kalkması bu iki lehçenin birbirine karışmasıyla olmuştur. Örneğin günümüzde İngilizcede o dönemden kalan ikilikler çok vardır. Bu gün İngilizcede "shirt" ve "skirt diye iki sözcük vardır.  "shirt" gömlek "skirt" etek anlamını kazanmıştır.  Halbuki her ikisi de kesilmiş kumaş demektir. Biri Norsça diğeri Anglosaksoncadır. Anglosaksoncada "sh" olan ses İskandinav dillerinde "sk" olur. Günlük yaşantıda en sık kullanılan “egg”, “husband”, “skin” ve “sky” gibi sözcükler İskandinav dillerinden bu dönemde İngilizce’ye geçmiştir. 

İngilizcenin başından geçen ikinci olay ise 11. yüzyıldaki Norman istilasıdır. Fransa'nın kuzeyinde yaşayan Normanlar, Hastings Savaşından sonra1066 yılında Norman dükü William komutasında adayı istila ettiler. Normanların egemenliği İngiltere tarihini, kültürünü ve dilini derinden etkileyen en önemli olaylardan biridir. Adadaki eski İngiliz aristokrasisinin neredeyse tamamı ortadan kalkmış, yerel yönetici sınıflar tamamen silinerek yerine Fransızca konuşan yabancı bir monarşi, yeni bir ruhban sınıfı ve aristokrasi gelmiştir. 1086 yılı itibarıyla İngiliz topraklarının sadece %5'i İngiliz derebeylerinin elinde kalmıştır. İngiliz asiller zamanla yönetici konumlarının yanı sıra kilise bünyesindeki mevkilerini de Normanlara kaybetmiştir. 1096 yılına gelindiğinde kilise bünyesinde hiçbir İngiliz kökenli piskopos kalmamış İngiltere'deki katolik kilisesi üzerindeki denetim Normanlara geçmiştir. Bu durum öyle bir hal alır ki Fransızca konuşanlar, Anglosaksonca konuşanlardan daha elit bir hale gelir. Yaklaşık 200 yıl süren bu dönem boyunca egemen dil, kültür dili mahkeme ve idare dili Fransızca idi. Bu nedenle İngilizcenin kelime hazinesinin yarısı Fransızcadan aktarılmıştır. Şöyle örnekler vardır. Günümüzde İngilizcede koyun anlamına gelen "sheep" sözcüğü hayvanın adıdır fakat koyun etine Fransızcada koyun anlamına gelen "mutton" denmektedir.  Bir diğer örnek İngilizcede "pig" sözcüğü domuz anlamına gelir. Fakat domuzun etine Fransızca domuz anlamına gelen "pork" denir. Tıpkı inek anlamına gelen "cow" sözcüğünün sofraya geldiğinde Fransızca "beaf" olması gibi. Bundan şu sonucu çıkarıyoruz. Bu dönemde Anglosaksonca konuşanlar, hizmetkarlık ve çiftçilik gibi işlerle uğraşırken yemek gibi kibar işleri yapanlar ile sofra ve yemek kültürü ile alakadar olanların Fransızca konuştuklarını göstermektedir. Bu nedenle koyunun, domuzun veya ineğin Anglosaksoncası hayvan adı olarak kalırken ve hala İngilizcede varlığını sürdürürken bu sözcüklerin Fransızcaları o hayvanların etlerinin yenmek için işlenmiş hallerini tanımlayan sözcükler olmuştur. 

Yine bu dönemde İngilizcede kullanılan deyimlere Fransızca'dan geçen kelimeler de eklendi. örnek olarak: 

discover - découvrir 

return - retourner 

submit - soumettre 

refuse - refuser 

exercise - exercer 

tolerate - tolérer


Türkçe prens anlamına gelen ‘prince’, ticaret anlamına gelen ‘commerce’, adalet anlamına gelen ‘justice’ gibi Fransızcadan birebir geçen sözcüklerin yanı sıra ufak ses değişiklikleri yaşayan sözcükler de bulunmaktadır. Örneğin;


government - gouvernement  

parliament - parlement 

liberalism - l"iberalisme 

nationalism - nationalisme

duke - duc


İngilizcedeki askeri terimlerin de büyük çoğunluğu bu dönemde Fransızcadan geçmiştir. Zırh anlamındaki "armour", muhafız anlamındaki "guard", kamuflaj anlamındaki "camouflage" gibi sözcükler örnek gösterilebilir. 

Yine bu dönemde İngiliz isimlerinin yerini Fransız isimleri almaya başlar. Değişim önce erkek çocuk adlarında gözlenir; William, Robert ve Richard gibi isimlerin kullanım yoğunluğu artar. Kız çocuk isimleri daha yavaş değişir. Yer ve bölge isimlerinde ise büyük bir değişim yaşanmaz. Bu sürecin sonunda İngilizce artık dönüşüme uğramış bir dil haline gelmiştir. Özellikle asiller arasında konuşulan Fransızca yüzünden İngilizcedeki bazı kelimeler kaybolacak ve yerlerini Fransızca kelimelere bırakacaktır. Sonuçta İngilizce köken etrafında Fransızca kelimelerle örülen dönüşüme uğramış bir dil ortaya çıkar.

İngilizcenin başına gelen üçüncü olay ise 14. yüzyılda 100 yıl savaşları döneminde gerçekleşir. İngiltere Kralı III. Edward'ın Fransa tahtında hak iddia etmesiyle 1337'de başlayan ve ancak 116 yıl sonra 1453'te sona eren savaşlar dizisi boyunca Fransız kültürü Fransızlık ve Fransızca konuşmak vatan hainliği haline gelince entelektüel zümre üniversiteler vasıtasıyla Latinceye döndü. Latince zaten kilise dili olması nedeniyle İngilizce üzerinde belirli bir etkiyi sahipti. Bu etki 16. yüzyılda Shakespeare gibi yazarların şiir ve oyunlarında Latince kelimeler kullanması sayesinde daha da artırmıştır. İngilizcenin en temel sözcükleri arasında yer alan “street”, “candle”, “cheap”, “butter”, “cheese”, “pepper” gibi sözcükler Latince asıllarından İngilizceye geçmiştir. Doğrudan Latinceden alınan kelimelerin yanı sıra sadece Latince ön eklerden türetilmiş binlerce İngilizce kelime vardır. Meşhur bir örnek olarak denizaltı anlamına gelen "submarine" . Latince "alt" anlamına gelen "sub" ve "deniz anlamına gelen "marine" sözcüklerinin birleşimiyle oluşmutru. Yada metro anlamına gelen "subway" gibi. 

Aynı zamanda 16. yüzyıldan itibaren İngilizler dünyanın dört bir yanından pek çok halk ile irtibata geçmeye başlamıştır. İngilizce 1560’larda artık Britanya adasının bütününün dili olmuştur.  İngilizce konuşuyor olmak daha önce bir utanç nedeni sayılıyorken 1500’lü yılların sonuna gelindiğinde artık bir övünç vesilesi olmaya başlamıştır. İrtibatın artması ve Rönesans ile birçok yeni kelime de İngilizceye girmiştir. Matbaanın icadı ile de ortak bir dilin yaygınlaşması sağlanmıştır. Kitapların ucuzlamasıyla okur yazarlık daha da artmıştır. Matbaanın icadı ayrıca İngilizceye standardizasyon getirmiştir. Heceler ve dilbilgisi kuralları belirlenmiş ve Londra ağzı İngilizce standartlaştırılmıştır. 1604’te ise ilk İngilizce sözlük yayımlanmıştır.

18. yüzyıldan itibaren İngiltere dünya gücü haline geldikten sonra, Sanayi Devrimi ve teknolojinin gelişmesi ile yeni kelimelere ihtiyaç duyulması ve İngiliz İmparatorluğu’nun en güçlü döneminde dünyanın dörtte birini işgal etmiş olması neticesinde İngilizce birçok farklı dille karşılaşıp etkileşime girmiştir. Afrika'dan, Hindistan'dan Çin'den ne bulunduysa hiç çekinmeden alınmış oralardan da muazzam bir kelime hazinesi gelmiştir. 20. yüzyıldan itibaren ise Britanya İmparatorluğu dağılmış, İngilizcenin başta Amerikan İngilizcesi olmak üzere yeni ve standardize edilmiş bağımsız çeşitleri yaygınlaşmıştır. Amerika Birleşik Devletleri'nin dünya gücü olması ve teknolojinin hakim olmasıyla her gün yeni kelimler üretilmeye başlanmıştır.  İletişim teknolojileri başta olmak üzere hemen bütün alanlarda, bilimde, siyasette, uluslararası ilişkilerde, ticarette, sanatta, sporda İngilizce hakim dil olmuştur.  Bu gün dünyada en çok konuşulan dil hangisidir sorusunun yanıtı her ne kadar İngilizce olmasa da, en geçerli uluslararası ortak dil olduğundan hiç kuşku yoktur.  



27 Mart 2020 Cuma

Câmasbnâme ve Şâhmârân Efsanesi



Halk arasında dolaşan ve “Şâhmârân” adıyla bilinen hikâyelerin kökü Câmasbnâme’ye kadar dayanmaktadır. Bu bakımdan "Şâhmârân Efsanesi" Câmasbnâme olarak da bilinir. Şâhmârân hikayesinin baş kahramanı olan Câmasb, tarihi ve yarı mitolojik bir şahsiyet olarak adı Avesta'da da geçençok iyi eğitim almış bir hekim, Şâh Güştâsb'ın veziri ve aynı zamanda Zerdüşt'ün damadıdır. Hz. Ali örneğinde olduğu gibi bir dinin  kurucusu ve müjdecisi olan şahsın damadı olma olgusu, gerçekte yaşamış olmasına rağmen Câmasb'ın çok fantastik ve mitolojik bir karakter olmasına vesile olmuştur.

Câmasb, Câmasbnâme adlı 500 beyitlik önemli bir eser kaleme almıştır. Şâh Güştâsb’ın kâinat ve yaratılışla ilgili sorularına, Vezir Câmasb’ın verdiği cevaplardan oluşan Pehlevîce eserde, bu soru ve cevaplarda çeşitli dinî ve ahlâkî konular ele alınmış, Keyânî hanedanından Keyûmers’ten Lohrasb’a kadar olan dönemin tarihi ve İran hükümdarlarının efsaneleri anlatılmıştır. Eserin son kısımlarında İran ülkesinin geleceğinden ve Zerdüşt dinindeki vaadlerden söz edilmiştir. İran millî tarihinin ikinci büyük safhası Keyânîler hânedanıyla başlar. M.Ö 900-775 arası hüküm süren hânedanın kurucusu olarak kabul edilen, Keykubad’dan Keyhusrev’e kadar gelen Zerdüştî Keyânî hükümdarları kutsal kitapları Avesta’da dinî ve millî kimlikleriyle efsanevî şekilde zikredilmiştir. Câmâsbnâme'nin aslı işte bu Keyânîler döneminde geçmektedir. MS. 5. yüzyılın ortalarından itibaren İran'da Sâsânîler devrinde Zerîr, Kâvâd, Câmâsb, Cemşîd, Kavûs, Hüsrev gibi İranlı ulusal kahramanlar, hükümdarlar ve bu kahramanların baş rollerde ve gelişmelerin merkezlerinde yer aldığı hikâyeler, İran saraylarında ve ileri gelen aileler arasında yaygınlaşmaya başlamıştır. 

İslamiyet sonrası Yeni Farsça ile kaleme alınan ilk Câmâsbnâme, İlhanlılar döneminde Hülâgû Han'ın müşaviri olan İranlı matematikçi, filozof ve astronom Nasîrüddîn Tûsî (ö.1274) tarafından Tebriz'de mesnevi formatında kaleme alınmıştır. Türkçe olarak kaleme alınan ilk Câmasbnâme ise Ahmed-i Dâî’nin (ö.1421), Nasîrüddîn-i Tûsî’nin eserinden biraz genişleterek yaptığı tercümedir. Ancak Türkçe olarak kaleme alınmış en önemli Câmasbnâme Mûsâ Abdi’ye aittir. Câmasbnâme’yi Osmanlı pâdişâhı II. Murad’ın isteği üzerine kaleme aldığını söyleyen Mûsâ Abdi, eserini Bandırma’nın Aydıncık kasabasında bir yılda kaleme almış ve 1429-30'da tamamlamıştır. Mûsâ Abdi, eseri aynı adı taşıyan bir kitaptan nazmen tercüme ettiğini bildirmektedir fakat bu nüshanın hangisi olduğu bilinmemektedir. Câmasb’ın başından geçenleri ve Şâhmârân’ın yanında geçirdiği günleri anlatan eser, iç içe girmiş birkaç hikâyeden meydana gelmektedir. Bunlar Bulkıya, Şah Sahre, Kafdağı, Cihan Şah, Mürg Şah, Şah Peri, Gevhernigîn Kalesi, Şems Bânû, Kigal Hindî ve Giriftâr-ı Şehrişah hikâyeleridir.

 Mûsâ Abdi'nin Câmasbnâmesinin 1527 yılına ait bir nüshası

Masal unsurlarının hâkim olduğu eserdeki ana hikâyenin konusu şöyledir: 

"Dânyâl peygamber kâinatın bütün sırlarını bilen, her derde çare bulan bilge ve âlim bir kimsedir. Öleceğine yakın bilgelik dolu kitabını, doğacak çocuğuna büyüdükten sonra vermesi için hanımına teslim eder. Dânyâl’in ölümünden sonra doğan oğluna Câmasb adı verilir. Câmasb yedi yaşına girince annesi onu okula gönderir; fakat Câmasb bir harf bile öğrenemez ve herhangi bir sanatta da başarı sağlayamaz. Bunun üzerine dağdan odun getirip satmaya başlar. Bir gün arkadaşlarıyla çıktıkları dağda yağmur dolayısıyla bir mağaraya sığınırlar ve burada bal dolu bir kuyu bulurlar. Kuyuya inen Câmasb’a arkadaşları ihanet ederek balı alırlar ve onu kuyu dibinde bırakıp giderler. Kuyuda açtığı bir delikten yerin altına giren Câmasb bir sarayla karşılaşır. Burası yılanlar ülkesidir. Ancak yılanların şahı Şâhmârân kendisine iyi muamele eder ve ikramda bulunur. Câmasb başından geçenleri anlatır, Şâhmârân da ona Bulkıya hikâyesini nakleder. Daha sonra Câmasb Şâhmârân’dan kendisini yurduna göndermesini rica eder. Şahmaran, gördüklerinden hiç kimseye bahsetmemesi şartıyla onu bal kuyusundan dışarı çıkarır. Bu sırada ülkenin hükümdarı olan Keyhusrev çok hastadır. Hastalığına Şâhmârân’ın etinden başka hiçbir şeyin çare olamayacağını öğrenen Keyhusrev, Câmasb’dan Şâhmârân’ın yerini söylemesini ister. O da öldürüleceği korkusu ile sırrını açıklar. Şâhmârân tılsımla yakalanıp öldürülür ve etinden yapılan ilâçla hükümdar kurtulur. Bu arada Câmasb, Şâhmârân’dan öğrendiği ve babasının kendisine bıraktığı kitaptan edindiği bilgilerle bütün dünyanın sırlarına vâkıf büyük bir âlim olur.

Hikayenin başka bir varyantında ise; hasta olan kral Şâhmârân'ın yerini gösterene, kızını vereceğini ve ölümünden sonra da kral olmasını sağlayacağını duyurur. Câmasb kibir ve hırsına yenik düşer, saraya giderek Şâhmârân’ın yerini bildiğini söyler. Yanına büyücüler ve askerler verilen Câmasb, kuyunun olduğu yere vardığında, büyücüler büyülü dualar ve danslarla Şâhmârân’ın kuyudan çıkmasını sağlarlar. Kuyudan çıkan Şâhmârân'ı zapt etmek zor gibi görünse de Şâhmârân direnmez, teslim olur. Câmasb’ın kulağına da şunları fısıldar: Arkadaşların nasıl sana ihanet ettilerse, sen de bana ihanet ettin ey Ademoğlu! Ama unutma ki senin kralın da bir Ademoğlu ve sana ihanet edecek, iyileştiğinde seni öldürecektir. Bunun için ona beni sunarken sen kuyruğumdan bir parça kes ve ye, benim kuyruğum zehirsizdir. Ona da başımdan bir parça ver ki o zehirlidir. O zaman o ölecek ve sen ülkenin başına hükümdar olacaksın. Şahmaran’ın Câmasb’a bu bilgiyi vermesi onu hem derinden üzmüş, hem de sevindirmiştir. Kralın sarayına vardıklarında, kral önce Câmasb’ın Şâhmârân’ın etinden yemesini ister. Câmasb da Şâhmârân’ın kendisine söylediği şeyleri hatırlar ve kuyruğundan bir parça yer. Başından bir parçayı krala uzatır ve kral da yer. Bundan sonra olanlar ilginçtir, zira hem kral hem de Câmasb ölürler. Çünkü Şahmaran Câmasb’tan intikam almış, kendi celladını da öldürmüştür.

Halk arasında “Şâhmârân” olarak bilinen yılan gövdeli ve insan başlı bir kadın olan mitolojik yaratığın adı Farsça’dan “yılanların şahı” anlamına gelen “Şâh-ı mârân” dan gelir. Tevrat, İncil ve Kuran'da geçen Aden Bahçesi hikâyesinde yılanın Allah tarafından insana bahşedilen ölümsüzlüğü çaldığına dair efsaneler anlatılmıştır. Câmasbnâme'de yer alan Şâhmârân hikayesinde de Âdem ve Havvâ'nın yer yüzüne gelişi motifinin tesirini görmekteyiz. Adem ve Havva kıssasında yılan, şeytanın cennete girmesini sağlayarak şeytanın tahrikiyle Âdem ve Havvâ'nın Allah'ın yasakladığı ağacın meyvesinden yemelerine sebep olmuştur. Âdem, Havvâ, şeytan, yılan ve tavus kuşununun Allah tarafından cennetten kovulmalarıyla Âdem Hindistan’a, Havvâ Cidde’ye, şeytan Basra civarında bir yere sürülürken yılan ise şeytana yardım ettiği gerekçesiyle İsfahan’a sürülmüştür. Daha önce dört bacaklı ve Horasan devesi gibi bir görünüme sahip olup Allah’ın yarattığı en güzel hayvanlardan biriyken şeytana yardım ettiği gerekçesiyle İsfahan'a sürüldükten sonra yerde sürünmeye ve toprak yemeye mahkum edilmiştir. İslâm geleneğinde de izleri görülen söz konusu anlayışta, yılanları kötülüğün ilkesi Ehrimen’in yarattığı kötü güçlerle irtibatlandıran Zerdüşt inancının etkisi olduğu kabul edilmektedir. Bu nedenle yılan İslam ve İran mitolojisinde genelde kaos ve kötülük ilkesi şeklinde yaratılışla ilişkilendirilmiştir. Bu geleneklerde yılan fiziksel anlamda zehirli ve tehlikeli, sembolik olarak da kurnaz ve ayartıcı bir yaratık diye görülmüş, bütün kötülüklerin kaynağı kabul edilen şeytanla ilişkilendirilmiştir. Yılan, Arap-İslam edebiyatında da Binbir Gece Masallarındaki "Yılanlar Kraliçesi Yemliha" adlı hikâyede  karşımıza çıkar. 

Câmasbnâme'nin İslamiyet sonrası varyantlarında Dânyâl peygamber Câmâsb'ın babası olarak karşımıza çıkmaktadır. Dânyâl peygamber ile ilgili bilgiler Eski Ahid'te kendisine nisbet edilen Daniel kitabında bulunmaktadır. Dânyâl Peygamber münneccimlerin, kahinlerin ve  melhame yazarlarının piri kabul edilmektedir. Kur’ân ve hadislerde Dânyâl’in ne ismi ne de kendisiyle ilgili herhangi bir bilgi yer alır. Ancak Dânyâl peygamber diğer İslâmî kaynaklarda mürsel olmayan nebî ve bir bilge kişi olarak takdim edilir ve hayatıyla ilgili İncil'den kaynaklanan bazı rivayetler nakledilir. Bu rivayetlere göre Dânyâl, peygamberler soyundandır ve Babil Kralı Nebukednazar’ın Kudüs’ü işgalinden sonra Bâbil’e götürdüğü esirler arasındadır. Eski Ahid'teki Dânyâl kitabına göre Dânyâl, Babil Kralı Nebukednazar’ın saltanatının başından itibaren Med Kralı Darius ve M.Ö 539 yılında Babil'i ele geçirerek Babil Krallığına son veren Ahameniş hanedanının kurucusu Pers Kralı Kuruş’un (Kyros) saltanatları dönemine kadar yaşadığı anlaşılmaktadır. İslâmî kaynaklara göre de Nebukednazar’dan sonra onun oğlunun krallığında meçhul bir el tarafından sarayın duvarına yazılan esrarengiz yazıyı okuyup yorumlayan Dânyâl daha sonra İran'daki Sûs şehrinde yaşamış ve orada ölmüştür. Kabri de bu gün bu şehirdedir. Yine İslam kaynaklarına göre İkinci İslam Halifesi Ömer'in zamanında Sûs şehri, Abu Musa Ashaari tarafından feth edilir. Abu Musa Ashaari, Sûs kralı Sabur'u, öldürür. Şehirde bulunan şeyleri, Sabur'un mal ve mülklerini ganimet olarak alır. Mal depolarını, dolaşıp onların içinde bulunanları, alırken, bir meydanda, kilitli bir depoya rastlar ki, deponun kilidi, kalayla mühürlenmiştir. Abu Musa Ashaari Kilidi, kırıp ve kapıyı açtırır. Depoya girip bakınca, uzun, havuz gibi oyulmuş bir taş ve içinde de, altın sırma ile dokunmuş bir kefenle kefenlenmiş, başı açık, ölü bir adam görür. Abu Musa Ashaari, Halife Ömer'e bir yazı yazar. Ömer onu okuyunca, bu kişi hakkında bilgi edinmeye çalışır, fakat hiç kimsenin, onun hakkında bir bilgisi yoktur. Ancak, Hz.Ali, "Bu Zat, Dânyâl Hakîmdir. Kendisi, Resul olmayan bir Nebîdir. Eski zamanda, Nebukadnezar'ın ve ondan sonraki krallardan bazısının yanın­da bulunmuştu." der. Halife Ömer, Abu Musa Ashaari'ye yazı göndererek onun üzerine, cenaze namazını kılmasını ve onu, Sûs şehri sakinlerinin erişemeyecekleri bir yere gömmesini kendisine emreder. Tevrat kökenli bir peygamber olan Dânyâl'ın İslam mitolojisine girişi bu şekilde olmuştur. Böylece DânyâlCâmasbnâme'nin islamiyet sonrası varyantlarında Câmasb'ın babası olarak İran mitolojisinin de içine girmiş oldu.


Danyal peygamber'in İran'ın Sûs şehrindeki mezarı

Dânyâl peygamberin İran'ın Sûs şehrindeki mezarının yanı sıra bugün Şâhmârân'ın bir simge halinde oluduğu Tarsus'ta da bir mezarı bulunmaktadır. Ancak İran kültüründen ziyade Yunan kültürü ile içli dışlı olan bu kentin kültüründe Câmasbnâme'nin, Şâhmârân'ın ve Dânyâl peygamberin yer edinmesi enteresan bir konudur. Tarsus ikinci İslâm Halifesi Ömer devrinde 637 yılında İslâm topraklarına katılmıştır. Tarsus, İslâm-Bizans mücadelesinde askerî ve stratejik bir öneme sahipti ve Bizans’a yönelik seferlerde askerî bir üs olarak kullanılmaktaydı. 787 yazında Abbâsî Halifesi Hârûnürreşîd’in emriyle Bizans seferine çıkan Herseme aynı zamanda Tarsus’un tahkimiyle de görevlendirilmişti. Şehrin imarı tamamlanınca buraya çeşitli bölgelerden askerî birlikler getirilip yerleştirildi. İlk grup Horasanlı 3000 kişiden oluşmaktaydı. Halife Me’mûn da 830 yılında çıktığı Bizans seferinde Bağdat’tan Tarsus’a gelmiş ve buradan Bizans topraklarına girmişti. İşte bu hikayelerin şehre gelmesi İslâm'ın bölgeye geldiği dönemlere denk gelmektedir. Tarsus'taki Dânyâl peygamber türbesini ise 16. yüzyılın başında Memlük Sultanı Kansu Gavri yaptırmıştır. Mezarın bulunuş hikayesi İran'ın Sûs şehrindeki mezarın bulunuş hikayesiyle bire bir aynıdır. Dânyâl peygamber ömrünün son yıllarında Tarsus'a gelmiştir ve burada ölmüştür. Tarsus'un Halife Ömer tarafından fethinden sonra mezar bulunmuştur. Asıl enteresan olan hadise. Şâhmârân işlemelerinin başka coğrafyalarda olmayan, evlerde nazardan korunmak amacıyla da bulundurulmasının kökenidir. Daha önce bahsettiğimiz gibi Tarsus, İslam öncesi dönemde Yunan kültürü etkisi altındaydı. Anadolu'daki Antik Kentler’e baktığımızda bir çoğunun girişinde veya içerisinde, lahitlerin üstünde, çok güzel bir kızken bir ceza sonucu saçlarının her bir telinin yılan olduğu bir yaratığa dönüşen ‘Medusa Başı’ heykelleriyle veya kabartmalarıyla karşılaşmak mümkündür. Bu, nazardan korumak için alınmış bir önlem gibidir. Şâhmârân'ın da evlerde asılma amacı bundan farklı değildir. Anadoluda antik dönemde Medusa'ya yüklenen anlam İslamiyet sonrası dönemde Şâhmârân'a yüklenmiştir.

Mardin'de Şâhmârân İşlemeeri

Şâhmârân günümüzde Tarsus dışında tarih boyunca Süryânî kültürünün en önemli merkezlerinden biri olan Mardin şehrinde de bir simge halindedir. Bakır tepsiler üzerine Şâhmârân işlemeleri,cam boyama Şâhmârânlar muhteşem bir el işçiliğiyle işlenmektedir. Ayrıca "Dua-i Şâhmârân" diye bir dua bile mevcuttur. Şâhmârân işlemeleri, evlerde nazardan korunmak amacıyla da bulundurulmaktadır. 

Tüm bu bilgilere dayanarak şunu söyleyebiliriz ki, mitolojiler toplumdan, zamandan ve mekandan bağımsız metinlerdir. Kendilerini her toplumun ihtiyaçları ve gereksinimleri doğrultusunda yeniden var ederler...

Anadolu'da Klasik Türk Edebiyatının Doğuşu

İran saraylarında gelişmiş klasik yüksek kültür mirası, Anadolu'da Konya Selçuklu sarayından sonra  Uc Türkmen beyliklerinde örnek al...