Anektodlar

27 Mart 2020 Cuma

Câmasbnâme ve Şâhmârân Efsanesi



Halk arasında dolaşan ve “Şâhmârân” adıyla bilinen hikâyelerin kökü Câmasbnâme’ye kadar dayanmaktadır. Bu bakımdan "Şâhmârân Efsanesi" Câmasbnâme olarak da bilinir. Şâhmârân hikayesinin baş kahramanı olan Câmasb, tarihi ve yarı mitolojik bir şahsiyet olarak adı Avesta'da da geçençok iyi eğitim almış bir hekim, Şâh Güştâsb'ın veziri ve aynı zamanda Zerdüşt'ün damadıdır. Hz. Ali örneğinde olduğu gibi bir dinin  kurucusu ve müjdecisi olan şahsın damadı olma olgusu, gerçekte yaşamış olmasına rağmen Câmasb'ın çok fantastik ve mitolojik bir karakter olmasına vesile olmuştur.

Câmasb, Câmasbnâme adlı 500 beyitlik önemli bir eser kaleme almıştır. Şâh Güştâsb’ın kâinat ve yaratılışla ilgili sorularına, Vezir Câmasb’ın verdiği cevaplardan oluşan Pehlevîce eserde, bu soru ve cevaplarda çeşitli dinî ve ahlâkî konular ele alınmış, Keyânî hanedanından Keyûmers’ten Lohrasb’a kadar olan dönemin tarihi ve İran hükümdarlarının efsaneleri anlatılmıştır. Eserin son kısımlarında İran ülkesinin geleceğinden ve Zerdüşt dinindeki vaadlerden söz edilmiştir. İran millî tarihinin ikinci büyük safhası Keyânîler hânedanıyla başlar. M.Ö 900-775 arası hüküm süren hânedanın kurucusu olarak kabul edilen, Keykubad’dan Keyhusrev’e kadar gelen Zerdüştî Keyânî hükümdarları kutsal kitapları Avesta’da dinî ve millî kimlikleriyle efsanevî şekilde zikredilmiştir. Câmâsbnâme'nin aslı işte bu Keyânîler döneminde geçmektedir. MS. 5. yüzyılın ortalarından itibaren İran'da Sâsânîler devrinde Zerîr, Kâvâd, Câmâsb, Cemşîd, Kavûs, Hüsrev gibi İranlı ulusal kahramanlar, hükümdarlar ve bu kahramanların baş rollerde ve gelişmelerin merkezlerinde yer aldığı hikâyeler, İran saraylarında ve ileri gelen aileler arasında yaygınlaşmaya başlamıştır. 

İslamiyet sonrası Yeni Farsça ile kaleme alınan ilk Câmâsbnâme, İlhanlılar döneminde Hülâgû Han'ın müşaviri olan İranlı matematikçi, filozof ve astronom Nasîrüddîn Tûsî (ö.1274) tarafından Tebriz'de mesnevi formatında kaleme alınmıştır. Türkçe olarak kaleme alınan ilk Câmasbnâme ise Ahmed-i Dâî’nin (ö.1421), Nasîrüddîn-i Tûsî’nin eserinden biraz genişleterek yaptığı tercümedir. Ancak Türkçe olarak kaleme alınmış en önemli Câmasbnâme Mûsâ Abdi’ye aittir. Câmasbnâme’yi Osmanlı pâdişâhı II. Murad’ın isteği üzerine kaleme aldığını söyleyen Mûsâ Abdi, eserini Bandırma’nın Aydıncık kasabasında bir yılda kaleme almış ve 1429-30'da tamamlamıştır. Mûsâ Abdi, eseri aynı adı taşıyan bir kitaptan nazmen tercüme ettiğini bildirmektedir fakat bu nüshanın hangisi olduğu bilinmemektedir. Câmasb’ın başından geçenleri ve Şâhmârân’ın yanında geçirdiği günleri anlatan eser, iç içe girmiş birkaç hikâyeden meydana gelmektedir. Bunlar Bulkıya, Şah Sahre, Kafdağı, Cihan Şah, Mürg Şah, Şah Peri, Gevhernigîn Kalesi, Şems Bânû, Kigal Hindî ve Giriftâr-ı Şehrişah hikâyeleridir.

 Mûsâ Abdi'nin Câmasbnâmesinin 1527 yılına ait bir nüshası

Masal unsurlarının hâkim olduğu eserdeki ana hikâyenin konusu şöyledir: 

"Dânyâl peygamber kâinatın bütün sırlarını bilen, her derde çare bulan bilge ve âlim bir kimsedir. Öleceğine yakın bilgelik dolu kitabını, doğacak çocuğuna büyüdükten sonra vermesi için hanımına teslim eder. Dânyâl’in ölümünden sonra doğan oğluna Câmasb adı verilir. Câmasb yedi yaşına girince annesi onu okula gönderir; fakat Câmasb bir harf bile öğrenemez ve herhangi bir sanatta da başarı sağlayamaz. Bunun üzerine dağdan odun getirip satmaya başlar. Bir gün arkadaşlarıyla çıktıkları dağda yağmur dolayısıyla bir mağaraya sığınırlar ve burada bal dolu bir kuyu bulurlar. Kuyuya inen Câmasb’a arkadaşları ihanet ederek balı alırlar ve onu kuyu dibinde bırakıp giderler. Kuyuda açtığı bir delikten yerin altına giren Câmasb bir sarayla karşılaşır. Burası yılanlar ülkesidir. Ancak yılanların şahı Şâhmârân kendisine iyi muamele eder ve ikramda bulunur. Câmasb başından geçenleri anlatır, Şâhmârân da ona Bulkıya hikâyesini nakleder. Daha sonra Câmasb Şâhmârân’dan kendisini yurduna göndermesini rica eder. Şahmaran, gördüklerinden hiç kimseye bahsetmemesi şartıyla onu bal kuyusundan dışarı çıkarır. Bu sırada ülkenin hükümdarı olan Keyhusrev çok hastadır. Hastalığına Şâhmârân’ın etinden başka hiçbir şeyin çare olamayacağını öğrenen Keyhusrev, Câmasb’dan Şâhmârân’ın yerini söylemesini ister. O da öldürüleceği korkusu ile sırrını açıklar. Şâhmârân tılsımla yakalanıp öldürülür ve etinden yapılan ilâçla hükümdar kurtulur. Bu arada Câmasb, Şâhmârân’dan öğrendiği ve babasının kendisine bıraktığı kitaptan edindiği bilgilerle bütün dünyanın sırlarına vâkıf büyük bir âlim olur.

Hikayenin başka bir varyantında ise; hasta olan kral Şâhmârân'ın yerini gösterene, kızını vereceğini ve ölümünden sonra da kral olmasını sağlayacağını duyurur. Câmasb kibir ve hırsına yenik düşer, saraya giderek Şâhmârân’ın yerini bildiğini söyler. Yanına büyücüler ve askerler verilen Câmasb, kuyunun olduğu yere vardığında, büyücüler büyülü dualar ve danslarla Şâhmârân’ın kuyudan çıkmasını sağlarlar. Kuyudan çıkan Şâhmârân'ı zapt etmek zor gibi görünse de Şâhmârân direnmez, teslim olur. Câmasb’ın kulağına da şunları fısıldar: Arkadaşların nasıl sana ihanet ettilerse, sen de bana ihanet ettin ey Ademoğlu! Ama unutma ki senin kralın da bir Ademoğlu ve sana ihanet edecek, iyileştiğinde seni öldürecektir. Bunun için ona beni sunarken sen kuyruğumdan bir parça kes ve ye, benim kuyruğum zehirsizdir. Ona da başımdan bir parça ver ki o zehirlidir. O zaman o ölecek ve sen ülkenin başına hükümdar olacaksın. Şahmaran’ın Câmasb’a bu bilgiyi vermesi onu hem derinden üzmüş, hem de sevindirmiştir. Kralın sarayına vardıklarında, kral önce Câmasb’ın Şâhmârân’ın etinden yemesini ister. Câmasb da Şâhmârân’ın kendisine söylediği şeyleri hatırlar ve kuyruğundan bir parça yer. Başından bir parçayı krala uzatır ve kral da yer. Bundan sonra olanlar ilginçtir, zira hem kral hem de Câmasb ölürler. Çünkü Şahmaran Câmasb’tan intikam almış, kendi celladını da öldürmüştür.

Halk arasında “Şâhmârân” olarak bilinen yılan gövdeli ve insan başlı bir kadın olan mitolojik yaratığın adı Farsça’dan “yılanların şahı” anlamına gelen “Şâh-ı mârân” dan gelir. Tevrat, İncil ve Kuran'da geçen Aden Bahçesi hikâyesinde yılanın Allah tarafından insana bahşedilen ölümsüzlüğü çaldığına dair efsaneler anlatılmıştır. Câmasbnâme'de yer alan Şâhmârân hikayesinde de Âdem ve Havvâ'nın yer yüzüne gelişi motifinin tesirini görmekteyiz. Adem ve Havva kıssasında yılan, şeytanın cennete girmesini sağlayarak şeytanın tahrikiyle Âdem ve Havvâ'nın Allah'ın yasakladığı ağacın meyvesinden yemelerine sebep olmuştur. Âdem, Havvâ, şeytan, yılan ve tavus kuşununun Allah tarafından cennetten kovulmalarıyla Âdem Hindistan’a, Havvâ Cidde’ye, şeytan Basra civarında bir yere sürülürken yılan ise şeytana yardım ettiği gerekçesiyle İsfahan’a sürülmüştür. Daha önce dört bacaklı ve Horasan devesi gibi bir görünüme sahip olup Allah’ın yarattığı en güzel hayvanlardan biriyken şeytana yardım ettiği gerekçesiyle İsfahan'a sürüldükten sonra yerde sürünmeye ve toprak yemeye mahkum edilmiştir. İslâm geleneğinde de izleri görülen söz konusu anlayışta, yılanları kötülüğün ilkesi Ehrimen’in yarattığı kötü güçlerle irtibatlandıran Zerdüşt inancının etkisi olduğu kabul edilmektedir. Bu nedenle yılan İslam ve İran mitolojisinde genelde kaos ve kötülük ilkesi şeklinde yaratılışla ilişkilendirilmiştir. Bu geleneklerde yılan fiziksel anlamda zehirli ve tehlikeli, sembolik olarak da kurnaz ve ayartıcı bir yaratık diye görülmüş, bütün kötülüklerin kaynağı kabul edilen şeytanla ilişkilendirilmiştir. Yılan, Arap-İslam edebiyatında da Binbir Gece Masallarındaki "Yılanlar Kraliçesi Yemliha" adlı hikâyede  karşımıza çıkar. 

Câmasbnâme'nin İslamiyet sonrası varyantlarında Dânyâl peygamber Câmâsb'ın babası olarak karşımıza çıkmaktadır. Dânyâl peygamber ile ilgili bilgiler Eski Ahid'te kendisine nisbet edilen Daniel kitabında bulunmaktadır. Dânyâl Peygamber münneccimlerin, kahinlerin ve  melhame yazarlarının piri kabul edilmektedir. Kur’ân ve hadislerde Dânyâl’in ne ismi ne de kendisiyle ilgili herhangi bir bilgi yer alır. Ancak Dânyâl peygamber diğer İslâmî kaynaklarda mürsel olmayan nebî ve bir bilge kişi olarak takdim edilir ve hayatıyla ilgili İncil'den kaynaklanan bazı rivayetler nakledilir. Bu rivayetlere göre Dânyâl, peygamberler soyundandır ve Babil Kralı Nebukednazar’ın Kudüs’ü işgalinden sonra Bâbil’e götürdüğü esirler arasındadır. Eski Ahid'teki Dânyâl kitabına göre Dânyâl, Babil Kralı Nebukednazar’ın saltanatının başından itibaren Med Kralı Darius ve M.Ö 539 yılında Babil'i ele geçirerek Babil Krallığına son veren Ahameniş hanedanının kurucusu Pers Kralı Kuruş’un (Kyros) saltanatları dönemine kadar yaşadığı anlaşılmaktadır. İslâmî kaynaklara göre de Nebukednazar’dan sonra onun oğlunun krallığında meçhul bir el tarafından sarayın duvarına yazılan esrarengiz yazıyı okuyup yorumlayan Dânyâl daha sonra İran'daki Sûs şehrinde yaşamış ve orada ölmüştür. Kabri de bu gün bu şehirdedir. Yine İslam kaynaklarına göre İkinci İslam Halifesi Ömer'in zamanında Sûs şehri, Abu Musa Ashaari tarafından feth edilir. Abu Musa Ashaari, Sûs kralı Sabur'u, öldürür. Şehirde bulunan şeyleri, Sabur'un mal ve mülklerini ganimet olarak alır. Mal depolarını, dolaşıp onların içinde bulunanları, alırken, bir meydanda, kilitli bir depoya rastlar ki, deponun kilidi, kalayla mühürlenmiştir. Abu Musa Ashaari Kilidi, kırıp ve kapıyı açtırır. Depoya girip bakınca, uzun, havuz gibi oyulmuş bir taş ve içinde de, altın sırma ile dokunmuş bir kefenle kefenlenmiş, başı açık, ölü bir adam görür. Abu Musa Ashaari, Halife Ömer'e bir yazı yazar. Ömer onu okuyunca, bu kişi hakkında bilgi edinmeye çalışır, fakat hiç kimsenin, onun hakkında bir bilgisi yoktur. Ancak, Hz.Ali, "Bu Zat, Dânyâl Hakîmdir. Kendisi, Resul olmayan bir Nebîdir. Eski zamanda, Nebukadnezar'ın ve ondan sonraki krallardan bazısının yanın­da bulunmuştu." der. Halife Ömer, Abu Musa Ashaari'ye yazı göndererek onun üzerine, cenaze namazını kılmasını ve onu, Sûs şehri sakinlerinin erişemeyecekleri bir yere gömmesini kendisine emreder. Tevrat kökenli bir peygamber olan Dânyâl'ın İslam mitolojisine girişi bu şekilde olmuştur. Böylece DânyâlCâmasbnâme'nin islamiyet sonrası varyantlarında Câmasb'ın babası olarak İran mitolojisinin de içine girmiş oldu.


Danyal peygamber'in İran'ın Sûs şehrindeki mezarı

Dânyâl peygamberin İran'ın Sûs şehrindeki mezarının yanı sıra bugün Şâhmârân'ın bir simge halinde oluduğu Tarsus'ta da bir mezarı bulunmaktadır. Ancak İran kültüründen ziyade Yunan kültürü ile içli dışlı olan bu kentin kültüründe Câmasbnâme'nin, Şâhmârân'ın ve Dânyâl peygamberin yer edinmesi enteresan bir konudur. Tarsus ikinci İslâm Halifesi Ömer devrinde 637 yılında İslâm topraklarına katılmıştır. Tarsus, İslâm-Bizans mücadelesinde askerî ve stratejik bir öneme sahipti ve Bizans’a yönelik seferlerde askerî bir üs olarak kullanılmaktaydı. 787 yazında Abbâsî Halifesi Hârûnürreşîd’in emriyle Bizans seferine çıkan Herseme aynı zamanda Tarsus’un tahkimiyle de görevlendirilmişti. Şehrin imarı tamamlanınca buraya çeşitli bölgelerden askerî birlikler getirilip yerleştirildi. İlk grup Horasanlı 3000 kişiden oluşmaktaydı. Halife Me’mûn da 830 yılında çıktığı Bizans seferinde Bağdat’tan Tarsus’a gelmiş ve buradan Bizans topraklarına girmişti. İşte bu hikayelerin şehre gelmesi İslâm'ın bölgeye geldiği dönemlere denk gelmektedir. Tarsus'taki Dânyâl peygamber türbesini ise 16. yüzyılın başında Memlük Sultanı Kansu Gavri yaptırmıştır. Mezarın bulunuş hikayesi İran'ın Sûs şehrindeki mezarın bulunuş hikayesiyle bire bir aynıdır. Dânyâl peygamber ömrünün son yıllarında Tarsus'a gelmiştir ve burada ölmüştür. Tarsus'un Halife Ömer tarafından fethinden sonra mezar bulunmuştur. Asıl enteresan olan hadise. Şâhmârân işlemelerinin başka coğrafyalarda olmayan, evlerde nazardan korunmak amacıyla da bulundurulmasının kökenidir. Daha önce bahsettiğimiz gibi Tarsus, İslam öncesi dönemde Yunan kültürü etkisi altındaydı. Anadolu'daki Antik Kentler’e baktığımızda bir çoğunun girişinde veya içerisinde, lahitlerin üstünde, çok güzel bir kızken bir ceza sonucu saçlarının her bir telinin yılan olduğu bir yaratığa dönüşen ‘Medusa Başı’ heykelleriyle veya kabartmalarıyla karşılaşmak mümkündür. Bu, nazardan korumak için alınmış bir önlem gibidir. Şâhmârân'ın da evlerde asılma amacı bundan farklı değildir. Anadoluda antik dönemde Medusa'ya yüklenen anlam İslamiyet sonrası dönemde Şâhmârân'a yüklenmiştir.

Mardin'de Şâhmârân İşlemeeri

Şâhmârân günümüzde Tarsus dışında tarih boyunca Süryânî kültürünün en önemli merkezlerinden biri olan Mardin şehrinde de bir simge halindedir. Bakır tepsiler üzerine Şâhmârân işlemeleri,cam boyama Şâhmârânlar muhteşem bir el işçiliğiyle işlenmektedir. Ayrıca "Dua-i Şâhmârân" diye bir dua bile mevcuttur. Şâhmârân işlemeleri, evlerde nazardan korunmak amacıyla da bulundurulmaktadır. 

Tüm bu bilgilere dayanarak şunu söyleyebiliriz ki, mitolojiler toplumdan, zamandan ve mekandan bağımsız metinlerdir. Kendilerini her toplumun ihtiyaçları ve gereksinimleri doğrultusunda yeniden var ederler...

29 Şubat 2020 Cumartesi

Vâmık ile Azrâ



Fars ve Türk edebiyatının bilinen en eski aşk hikayelerinden biri olan Vâmık ile Azrâ, aşk hikâyelerinin en popüler örnekleri olan Ferhad ile Şirin veya Leylâ ile Mecnûn kadar yaygınlık kazanmamış olsa da tarih boyunca bir hayli ilgi görmüştür. Vâmık ile Azrâ'yı benzerlerinden farklı kılan iki özelliği var. Birincisi, Fars ve Türk edebiyatında aşk mesnevileri içerisinde kahramanlarının birbiriyle kavuştuğu tek hikaye olması. İkincisi ve asıl ilginç olanı ise hikayenin aslının Helenistik dönemde yazılmış "Mètiokhos kai Parthenopè" adlı Yunanca bir aşk romanına dayanıyor olması.

Mètiokhos ile Parthenopè arasında geçen aşk hikâyesi, milâttan önce 6. yüzyılda Anadolu sahillerinde eskiden İyonya’ya bağlı olan Samos adasında başlar. Parthenopè bu adanın hâkimi Akos Polycrates’in (M.Ö. 537-522) kızı, Mètiokhos ise Krutis adası hükümdarı Mildiates’in oğludur. Eserin kahramanları, Fars edebiyatındaki versiyonunda Vâmık ve Azrâ adlarını taşır. Azrâ, delinmemiş inci, bâkire demektir. Aşık manasına gelen Vâmık ise Yunanca Mètiokhos kelimesinin tam karşılığıdır.

Çeşitli kaynaklarda eserin Yunanca’dan Süryânîce'ye, Süryânîce'den de Farsça'ya geçtiğine dair rivayetler varsa da eserin bu dillerden biriyle yazılmış bir nüshasına günümüze kadar rastlanmamıştır. Ancak bu isimlere ilk defa 2. yüzyıla ait Kıptîce ve Yunanca bir papirüste rastlanmış, daha sonra Âsi nehri kıyılarında Daphne’de yapılan kazılarda üstünde Mètiokhos ve Parthenopè adlarının yazılı olduğu, birbiriyle konuşma halindeki bir kadınla bir erkeğin tasvir edildiği 2. yüzyıla ait bir mozaik bulunmuş, ayrıca Amerika’da ortaya çıkan, Zeugma'dan çalınmış bir mozaikte bir seki üstünde sırt sırta oturmuş bir kadınla bir erkeğin tasvirinin üstünde Mètiokhos ve Parthenopè adlarının yazıldığı görülmüştür.


İranlı tezkirecilerin kaydettiğine göre hikâye ilk defa Sâsânîler döneminde Pers kralı Hüsrev-i Nûşîrevân-ı Âdil zamanında (531-579) kaleme alınmış. İbnü’n-Nedîm, "el-Fihrist" adlı eserinde Abbâsî Halifesi Me’mûn’un kütüphanesinden sorumlu İran asıllı meşhur mütercim ve şair Sehl b. Hârûn’un (ö. 830) eserleri arasında "Vâmıḳ ve’l-ʿAẕrâ" adlı bir kitabın varlığını haber vermektedir. Bugün elimizde bulunan en eski Vâmık ile Azrâ nüshası, Gazneli Mahmud’un saray şairlerinden Unsurî’nin (ö. 1039) mesnevi formatında Farsça olarak yazdığı nüshadır. Bu nüsha bir tesadüf sonucu bulunmuştur. Pakistanlı araştırmacı Muhammed Şefî, kendisine hediye edilen bir eserin kapağının iç kısmına üstünde yazılar bulunan eski kâğıtların yapıştırıldığını görmüş, kâğıtları söküp okuduğunda eserin Unsurî’nin Vâmıḳ u ʿAẕrâ’sının bir bölümü olduğunu anlamıştır. Muhammed Şefî, kayıp olan eserden ele geçirdiği 372 beyitlik kısmını sözlüklerde kaydedilmiş 141 beyitle birleştirerek 513 beyit halinde yayımlamıştır. Farsça eserde yer alan Vâmık ve Azrâ dışındaki şahıs adları ile yer adlarının hepsi Yunanca’dır. Hikâyenin tam haliyle en eski metni 12. yüzyılda Unsurî’nin eserini veya kaynağını gören Tarsûsî’nin kaleme aldığı, İslam öncesi Zerdüştî İran'ın dini ve milli kahramanları olan Keyânî hanedanından Dârâb'ın maceralarını anlatan Dârâbnâme’de yer almaktadır. 

Eserin özeti şöyledir: Krutis adası hükümdarı Mildiates’in oğlu Vâmık üvey annesinin kendisini zehirleyeceğini öğrenince arkadaşı Tûfân ile (Teofanos) birlikte gemiyle Sisam adasına, adanın yöneticisi olan akrabası Akos oğlu Polycrates’in yanına gider. Deniz kıyısındaki Hera Tapınağı’nın önünde Polycrates’in kızı Azrâ ile karşılaşır ve iki genç birbirine âşık olur. Bir süre sonra Azrâ’nın annesi kocasına durumu haber verince Vâmık huzura çıkar. Hükümdar onu bir dizi sınavdan geçirerek kendisine sarayda bir yer gösterir. Başka bir gün Vâmık’ın savaş yeteneğini sınamak için onu bu konuda çok mahir olan Azrâ ile karşılaştırmak ister, fakat Vâmık bunu kabul etmez. Vâmık sarayın bahçesinde dolaşırken Azrâ ile karşılaşır. Bu arada Vâmık ile Azrâ birbirine yaklaşır, zaman zaman bir araya gelerek içki içerler. Azrâ’nın hocası Filatos gençlerin buluştuklarını annesine haber verir. Bir gece Azrâ, Vâmık’ın odasına gidince onu izleyen hocası Azrâ’yı kınayarak olup biteni babasına bildirir. Bunun üzerine Polycrates kızının Vâmık’la görüşmesini yasaklar. Azrâ buna çok üzülür; annesine Vâmık’tan ayrı kalamayacağını, onunla evlenmediği takdirde kendini öldüreceğini söyler. Babası da Azrâ’yı Vâmık’a vermeyi kabul eder. Ancak Azrâ’nın annesi ölünce babası kızını Vâmık’la evlendirmekten vazgeçer. Bu arada adaya saldıran düşmanlar Polycrates’i esir alıp öldürürler. Ülkeyi ele geçiren hükümdar, Vâmık ve Azrâ’yı da yakalatır. Hükümdar veya yanındakilerden biri Azrâ’ya sahip olmak isteyince Azrâ bunu kabul etmez ve esir olarak satılır; Sakız adası dahil birçok Yunan adasında esir tüccarlarının elinde kalır; neticede Platon’un öğrencisi filozof Hirankalis’in eline geçer. İki yıl sonra bir gece Azrâ başından geçenleri efendisine anlatıp bir kral kızı olduğunu söyleyince Hirankalis kendisini âzat ederek Vâmık’a götürmeye söz verir. Azrâ’nın dört yıl süren esaret hayatı mutlu bir şekilde sona erer.

Hikayenin Türk edebiyatına girişi ise 16. yüzyılda gerçekleşir. Türk edebiyatında en dikkate değer Vâmık ile Azrâ’yı Bursalı Lâmiî Çelebi yazmıştır. Lamiî Çelebi, Osmanlı sahası dışından ünlü şahısların eserlerini Türkçeye kazandırmıştır. Kendisi, Farsça belli kitapları Türkçe olarak yeniden yazma uğraşına "Rumî kılıfa sokmak" ya da "Türkî kılmak" adını vermiştir. Lâmiî Çelebi, Vâmık ile Azrâ’yı Kanûnî Sultan Süleyman’ın isteği üzerine Türkçe olarak kaleme almış ve altı aylık bir süre sonunda tamamladığı bu mesneviyi padişaha sunmuştur. Lâmiî Çelebi eserini kaleme alırken sadece bir tercüme yapmamış, ana hikâyeye bağlı kalarak içinde bulunduğu kültürel ve maddî ortamdan da faydalanarak Farsça bir hikâyeyi Türk âdet ve geleneklerine uyarlayarak yerlileştirmiştir. Lâmiî Çelebi'nin yer yer masal unsurları da kattığı hikayenin Türkçesi, olayların coğrafyası bakımından bazı farklılıklar içerir. Lâmiî Çelebi, Farsça eserden farklı olarak en belirgin değişikliği Yunan kökenli olan kahraman ve yer isimlerinin üzerinde yapmış ve Vâmık ile Azrâ dışındaki bütün isimleri değiştirmiştir. Örneğin Unsurî'ye ait Farsça eserde kahramanlar, Filikrat, Yanni, Tufan, Rinakdos, Filatos, Monkolos, Fizidyos, Difriya, Lukarya, Danoş, Damahsinos, Bahsalos; yer isimleri Yunan adaları, Samos Adası, Kiyos Adası, Tartanyuş adası olarak geçmektedir. Lâmiî Çelebi'de ise kahramanlar; Çin hakanı Taymus, Turan sultanının kızı, Behmen, Dilpezîr, Mizbân, Hümâ, Lahicân, Ferî, Pîr vs. Arapça ve Farsça kökenli isimler olarak geçerken; yer isimleri Karaman, Herat, İsfahan, Hint, Çin, Mısır vs. gibi dönemin insanları tarafından bilinen, aşina olunan şehirlerin ve ülkelerin isimleri anılmıştır. Lâmiî Çelebi, eserde kahramanların ağırlıkları ve aileleri de değişmiştir. Farsça eserde Azrâ, Filikrat ve Yanni'nin kızıyken, Lâmiî Çelebi'de Gazne sultanının kızı olarak anılır. Vâmıkı ise Çin hakanının ve Turan sultanının kızının çocuğu olarak tanıtmıştır.


Lamii Çelebi'nin bilinen tek minyatürü

Vâmık ve Azrâ'nın Türkçesindeki olaylar şöylece özetlenebilir: Birçok defa evlenmesine rağmen çocuğu olmayan Çin Hakanı Taymus, Turan Şah’ın resmini görerek beğendiği kızıyla evlenir ve bir oğlu doğar. Adını da Vâmık koyar. Çocuk büyüdükçe güzelliği dillerde dolaşır ve sonunda Gazne hükümdarının kızı Azrâ’nın kulağına kadar gider, Azrâ ona âşık olur. Bundan kendisini haberdar etmek için resmini yaptırıp Vâmık’a gönderir. Vâmık da resmi görünce Azrâ’ya âşık olur ve sevgilisini bulmak üzere sırdaşı Behmen ile birlikte yola çıkar. Çok maceralı ve tehlikelerle dolu birçok yolculuk yaparlar; kendilerini yoldan alıkoymak isteyen düşmanlar ve tabiat üstü varlıklarla mücadele eder, savaşır, yaralanır ve iyileşirler. Yolda Sultan Erdeşîr’in kızı Dilpezîr onlara yardım eder ve Dilpezîr ile Behmen arasında bir aşk doğar. Behmen, Belh Sultanı Tûr’un eline düşünce Dilpezîr, Vâmık’ı kurtarmak için Kal‘a-i Dilküşâ’ya götürür. Oradan da Lâhîcân adlı bir peri sultanının oğlu ile, Kafdağı’nda oturan Perîzâd adlı prenses tarafından Kafdağı’na kaçırılır. Bu arada Lâhîcân ile Perîzâd da birbirlerine âşık olurlar. Artık ayrılığa dayanamayıp Vâmık’ı aramaya çıkan Azrâ yolda Dilpezîr ile karşılaşıp sevgilisinin Kal‘a-i Dilküşâ’da bulunduğunu öğrenir. Kafdağı’na ulaşıp Lâhîcân’ın izniyle Vâmık’a kavuşur. Fakat Vâmık, vefa duygusuyla arkadaşı Behmen’i araması gerektiğini söyleyerek yine tehlikeli yolculuklara girişince Azrâ ile Dilpezîr de beraberinde giderler. Tûs Şahı Mizbân ile savaşları sırasında Azrâ Mizbân’a esir düşer ve Mizbân ona âşık olur. Vâmık, Azrâ’yı kurtarmaya çalışırken ateşperest Hindular tarafından yakalanır. Birçok maceradan sonra Dilpezîr’in yardımıyla Azrâ Mizbân’dan, Vâmık da ateşte yanmaktan kurtulup Tûs şehrinde birbirlerine kavuşurlar. Tûs Şahı Mizbân onların şerefine verdiği ziyafet sırasında Hümâ adlı bir kızla evlenir. Bu arada Lâhîcân Perîzâd’a, Behmen de Dilpezîr’e kavuşmuştur. Böylece bütün sevenler Mizbân’ın ülkesinde mutlu zamanlar geçirir. Hikâye Vâmık’ın babasının yerine tahta geçmek üzere Azrâ ile birlikte ülkesine dönmesiyle sona erer.

Böylece aşk ve savaş etrafında gelişen, sevmenin ve iyiliğin sembolü olan aşkın nefret ve kötülüğün sembolü olan savaşa üstünlüğünün dile getirildiği Antik Yunan kökenli bu hikaye, Fars edebiyatının ardından Türk edebiyatına da mal olarak asırlar boyunca en popüler aşk hikayelerinden biri haline gelmiştir.





5 Ocak 2020 Pazar

Kısa Libya Tarihi: Başlangıçtan Osmanlı Fethine Kadar

M.Ö 6. ve 7. yüzyıllarda Fenikeliler tarafından kurulan Sabratha, Leptis Magna ve Oea adlı üç tarihî şehir M.S 3. yüzyılda Romalılar tarafından tek bir idare altında toplanır ve üç şehir bölgesi anlamına gelen Regio Tripolitana adını alır. Zamanla sadece Oea'nın bulunduğu yer Tripoli adıyla anılmaya başlar. 7. yüzyılda Müslüman Araplar tarafından fethedilen Tripoli'ye Araplar Tarâbulus derler. 16. yüzyılda şehri ele geçiren Osmanlılar ise Lübnan'daki aynı adlı şehirle karışmasını önlemek ve batıda yer aldığını belirtmek için “garp” kelimesini ekleyerek Trablus-ı Garp der. Mısır’ın batısındaki bölgeye ise Libya ismi ilk defa Yunanlılar tarafından verilir. Zira M.Ö 630 yılında Mısır'ın batısında yani bu günkü Libya'nın doğusunda yer alan bölgeye gelen  Yunanlılar Siren şehrini kurarlar. M.Ö 5. yüzyılda Yunanlılar tarafından Sireneika adı verilen bölgede Yunanca “güneşin battığı yer” mânasına gelen Euhesperides adıyla bir koloni kurulur. Daha sonra şehrin adı Mısır'daki Helenistik krallık Ptolemaioslar döneminde Kral III. Ptolemaios tarafından karısının ismine izâfeten Berenike’ye çevrilmiştir. Arapça'ya ise Berka olarak geçmiştir. Berka, Osmanlılar döneminde şehrin limanı olan Mersâ, İbn Gāzî Limanı adıyla anılmaya başlar. Ve bu adlandırma zamanla Bingazi'ye dönüşür. İşte Libya'nın ve onun en önemli iki şehri Trablus ve Bingazi'nin isimlerinin hikayesi böyledir.


Apollon Tapınağı, Siren

Bu gün Libya'nın Tobruk, Derne ve Bingazi şehirlerinin bulunduğu ülkenin doğusunda kalan Sireneyka bölgesinin en önemli antik şehri olan Siren, Yunan geleneğine göre MÖ 631'de Thera adasından gelen Yunanlılar tarafından kuruldu. Şehrin kuruluşuna ilişkin geleneksel detaylar ise Herodot Tarihi'nde yer almaktadır. Siren, hemen Libya'nın baş şehri oldu ve tüm Yunan şehirleriyle ticari ilişkiler kurdu. MÖ 5. yüzyılda kendi kralları altındaki refah seviyesine ulaşan Siren, M.Ö. 460'dan kısa süre sonra cumhuriyet oldu. Büyük İskender'in M.Ö 323'teki ölümünden sonra Helenistik dönemde Sireneika Cumhuriyeti Mısır'da kurulan Ptolemaios Krallığına katıldı. Sirenaika’nın Habeşistan ile münasebetleri vardı. O çağlarda başlayan Afrika içlerinden fildişi, altın, deve kuşu tüyü, kıymetli taşlar, deri, abanoz ve esir ticareti ta 20. yüzyıla kadar devam edecektir. Ancak tarihinin büyük bir bölümü boyunca Siren'in başlıca yerel ihracatı, özellikle kadınlarda düşük amacıyla kullanılan tıbbi bitki silphium idi. Siren sikkeleri üzerinde de sadece bu bölgede yetişen “silphion” bitkisi betimi kullanılmıştır. 

M.Ö 460 yılına ait üzerinde silphion bitkisinin yer aldığı Siren sikkesi

Yunanlılar, bu bitkinin Apollon’un bir hediyesi olduğuna inanmışlardır. Başta Yunanistan ve Roma olmak üzere, bütün Akdeniz kıyılarında sıklıkla kullanılan bir bitki olmuştur. Ayrıca yine Siren’de parfüm üretiminde kullanıldığı, Mısırlılar’ın da bu Libya parfümünü çeşitli törenlerinde kullandığı bildirilmektedir.

Sireneika, M.Ö. 525 yılında Ahameniş hanedanından II. Kambises önderliğindeki Pers ordusu tarafından ele geçirildi ve  iki yüzyıl boyunca Pers egemenliği altında kaldı. Büyük İskender, M.Ö. 331'de Sireneika'ya girdiğinde Yunanlılar tarafından karşılandı. M.S.1. yüzyılda silphium bitkisinin soyu tükenince  Kartaca ve İskenderiye'nin ticari rekabeti ile birlikte kentin ticaretinde bir azalmaya neden oldu. Ancak Siren,  Demeter ve Persephon Tapınağı'na zarar veren 262 depremine kadar önemli bir kentsel merkez olarak kalmaya devam etti. Felaketten sonra Roma İmparatoru Claudius, Siren'i restore ederek Claudiopolis adını verdi. Ancak restorasyonlar yetersizdi. 365'te özellikle yıkıcı bir deprem zaten yetersiz iyileşme umutlarını yok etti. Bu gün Siren kalıntıları modern Shahhat köyünün yakınında bulunmaktadır.


Septimus Severus Zafer Kemeri, Leptis Magna

İlk olarak ticari amaçla M.Ö 9 . yüzyılda Fenikeliler’in kurduğu ve büyük gelişme gösteren bu günkü Tripoli bölgesi milâttan önce 5. yüzyılda Kartaca’ya bağlanır.  Romalılar milâttan önce 146’da Kartaca’yı yıktıktan sonra hâkimiyetlerini bütün Kuzey Afrika’ya yaydılarsa da Oea, Sabratha ve Leptis Magna’ya özerklik verdiler. Ancak milâttan önce 46 yılında Numidya’yı(Cezayir) topraklarına katınca Regio Tripolitana dedikleri bu üç şehri Afrika adıyla bir eyalet altında  birleştirip Roma’ya bağladılar. O dönemde büyük gelişme gösteren Tripolitana, Roma’ya aylık 10.000 kantar zeytin yağı vergi veriyordu. Tripoli'yi oluşturan üç şehirden biri olan  Leptis Magna, kendisi de Leptis Magnalı olan Roma İmparatoru Septimius Severus zamanında MS 193'te başlayarak  büyük önemin kazanır. Septimius Severus memleketini diğer tüm şehirlerin üzerinde tutar.


Leptis Magna

Septimus Severus'un şehre getirdiği değişiklikler arasında muhteşem bir yeni forum oluşturmak ve rıhtımları yeniden inşa etmek vardı. O dönemdeki yapıları ve zenginliğiyle Leptis Magna, Kartaca ve İskenderiye'ye rakip olarak Kuzey Afrika'nın üçüncü önemli şehri haline gelir.  MS 205'te, İmparator Septimus Severus ve ailesi şehri ziyaret ederler.


Sabrata

Akdeniz sahilinde Roma Tripolisi'nin antik "üç şehri"nin en batıdaki parçası Sabratha günümüzde, 1982 yılında UNESCO tarafından Dünya Mirası olarak ilan edilmiş muazzam Roma kalıntılarına ev sahipliği yapan bir arkeolojik alan. Sabratha'daki üç katlı mimari zemini koruyan Tiyatrosu'nun yanı sıra, İmparator Justinian dönemine ait bir Hıristiyan bazilikası ve aynı zamanda bazı mozaik zemin kalıntıları yer görülebilmekte.


Marcus Aurelius Kemeri

Tripoli'nin merkezinde yer alan Oea'da ise yüzyıllar süren Roma yerleşimlerine rağmen, dağınık sütunlar dışında, görünür olan tek Roma kalıntısı MS 2. yüzyıldan kalma Marcus Aurelius Kemeri'dir. Romalılar Kuzey Afrika’yı işgalleri sırasında ciddi bir direnişle karşılaşmışlar, hâkimiyetlerini ve medeniyetlerini kabul etmemekte direnen  Yunan ve Latin dünyasının dışında olan bölge halkına  Yunanca Barbaroi Latince Barbarus  demişlerdir. Araplar bu bölgeye geldiklerinde duydukları Barbaros kelimesini Berberî olarak telaffuz etmişler ve kelimenin bu şekli yaygınlık kazanmıştır. Berberîler, sadece Libya'nın değil bugünkü Tunus, Cezayir ve Fas'ı içine alan Mağrip'in bilinen en eski yerli halkıdır ve tarih boyunca Fenike, Kartaca, Roma-Bizans, Arap-İslam ve Osmanlı-Türk kültürlerinden farklı biçimlerde etkilenerek günümüze kadar varlıklarını sürdürmüşlerdir. Berberîler ise kendilerine de Amazigh veya Tizzit demektedirler. Berberîler’in bir kısmı İslâm fethinden sonra dağlara ve çöllere çekilerek hem asıllarını hem dillerini korurken bir kısmı zamanla giyimlerini, âdetlerini ve dillerini terkedip Araplaşır. 

4. yüzyılda gücü zayıflayan Roma’ya karşı isyanlar başlar ve Berberîler ayaklanırlar. 366’da Leptis Magna ve Sabratha Romalılar’ın elinden çıkınca önemini kaybeder. Berberî saldırılarıyla iyice zayıflayan bölge 430 yılında Vandallar’ın işgaline uğrar. Bu istilânın Libya’yı iyice fakirleştirmesi, Bizanslılar’ın bölgeyi işgalini kolaylaştırır ve 535’te Libya, Bizans hâkimiyetine girer. Sahillerdeki önemli yerlerde ve kalelerde bir miktar asker bulunduran Bizanslılar, Berberîler’i kendi hallerine bırakıp yıllık belli miktarda vergi ödemeleri ve gerektiğinde asker desteği sağlamaları dışında herhangi bir şeye zorlamazlar. 7. yüzyılda bölgenin Müslüman Araplar tarafından fethedilmesi Libya tarihinin büyük dönüm noktalarından biri olur. 642 yılında Hz. Ömer zamanında Amr b. Âs kumandasında Mısır’ı fetheden İslâm ordusu  Bizans hâkimiyetine son vermek üzere Libya ile Tunus’u içine alan bölgeye yönelir. Önce Sirenaika ele geçirilir. 647'de yeni Mısır valisi Abdullah b. Sa‘d'ın seferi sırasında Sübeytıla’da Bizans Valisi Gregorios’un yenilgiye uğratılmasıyla bölge tamamen Müslüman Arapların kontrolüne girer. Sırasıyla Emevî, Abbasî ve Fâtımî devirlerini yaşayan Libya’da İslâmın ilk dönemine ait eserlerin çoğu günümüze ulaşmamıştır. Bunun başlıca sebebi, Fâtımîler’in merkezlerini Kahire’ye taşımalarının ardından Kuzey Afrika’da kendilerine bağlı hânedanların bağımsızlıklarını ilân etmeleri üzerine bunları cezalandırmak için bölgeyi tahrip etmeleridir. Yukarı Mısır’da yaşayan Bedevî kabileleri, Fâtımîler’in tahrikiyle Berka’dan batıya doğru ilerleyip girdikleri her yeri yıktılar. Böylece bütün Kuzey Afrika’da olduğu gibi Libya'da dört asırda oluşan İslâm medeniyetinin güzel örnekleri ortadan kalktı.  Selahaddin Eyyûbî tarafından son Fâtımî halifesi 1171'de tahttan indirilip Fâtımî Devleti ortadan kaldırılınca bölge Eyyûbîler'in eline geçti. Eyyûbîler döneminde Libya bölgesine gönderilen emîrlerden Şerefeddin Karakuş’un seferleri esnasında da büyük zarar gören Libya, asıl yıkımı 14. yüzyılda kısa sürelerle Ceneviz Amirali Philippo Doria ve Sicilya kralının eline geçtiği dönemde ve İspanya'da 1492'de Endülüs’ün düşmesinden sonra, bilhassa Tripoli ve civarını işgal eden İspanyollar zamanında gördü.

Tripoli Arkeoloji Müzesi

Roma dönemine ait antik şehirler ve arkelojik sit alanlarının yanı sıra Libya'nın tarihi kültür ve mirasına tanıklık eden en önemli kuruluş Tripoli Arkeoloji Müzesidir. Libya'nın tarih öncesi dönemlere kadar uzanan 5000 yıllık tarihi mirasının sergilendiği ülkedeki en önemli ulusal müzedir.



Trablus'un Kızıl Kale adlı tarihi kalesinde eski şehir bölgesine bitişik bir konumda yer alan müze ilk olarak Libya'nın İtalya sömürgesi olduğu dönemde İtalyanlarının kalenin bir bölümünü müzeye dönüştürdüğü 1919 yılında kuruldu. 




Libya bölgesinin tarih öncesi gelenekleri, Mağrip Berberîleri, Fenike, Yunan, Roma, Bizans, İslam ve Osmanlı dönemine ait ülke çapında dağılmış arkeolojik eserlerin çoğunu barındıran Tripoli Arkeoloji Müzesi özellikle Roma dönemine ait zengin mozaikleriyle ayrı bir önem taşımakta.

23 Aralık 2019 Pazartesi

Filibe: 2019 Avrupa Kültür Başkenti



Avrupa'nın en eski ve dünyanın altıncı en eski şehri olan ve en az MÖ 3000'den beridir yerleşim barındıran Filibe, tarih boyunca kiliseleri, sinagogları, camileri farklı dinî ve etnik grupları içine alan nüfus yapısıyla Balkanların en önemli şehirlerinden biri oldu. Filibe, sene başında bu özelliğine yakışır şekilde Mevlana'nın, 'Gel, kim olursan ol yine gel' isimli şiirinin Bulgarca okunduğu açılış töreniyle 2019 Avrupa Kültür Başkenti olarak tüm dünyaya ilan edildi. Filibe, Daily Telegraph’ın "Dünyanın en eski yaşayan şehirleri" listesinde Avrupa’da bir numaralı şehirdir. Ayrıca Huffington Post’un “Hala Gözlemleyebileceğiniz 10 Antik Dünya Kenti” Listesinde de bulunmaktadır. Meriç Nehrinin ortadan ikiye böldüğü bir ovada İstanbul gibi yedi tepenin üzerine kurulan Filibe şehri, 5 bin yılı aşkın tarihi boyunca Traklar, Makedonlar, Roma-Bizans, Bulgar ve Osmanlı-Türk medeniyetlerine ev sahipliği yapmış Balkanların eski şehirlerinden biri olarak Bulgaristan'ın Avrupa Kültür Başkenti seçilen ilk şehri olan Filibe, 712 bin nüfusuyla günümüzde Bulgaristan'ın Sofya'dan sonraki ikinci büyük şehri konumunda. 


İmparator Trajan tarafından yaptırılan Antik Tiyatro

M.Ö. 460 yılında Trak kabileleri tarafından kurulan Odrysian Krallığı'nın bir parçası olan Filibe, Traklar döneminde Pulpudeva olarak bilinmekteydi. Şehir M.Ö. 342’de Büyük İskenderin babası olan Makedonya Kralı II. Philip tarafından ele geçirildikten sonra II. Philip'e atfen Philippolis olarak adlandırıldı. M.S. 46 yılında Roma İmparatoru Claudius tarafından imparatorluğa dahil edildi ve Roma İmparatorluğunun Trakya eyaletinin merkezi oldu. Bu dönemden itibaren hızla bir Roma şehri haline dönüşen Filibe'de, II. Dünya Savaşı’ndan sonra yapılan kazılarda Roma dönemine ait su kanalı, evler, kaleler ve bir tiyatro binası kalıntıları gibi bir çok eser ortaya çıkarılmıştır. 

Hisar Kapı

Bunlardan en önemlisi 117 yılında Roma İmparatoru Trajan tarafından yaptırılan antik tiyatorodur. Günümüze kadar ciddi bir yıkıma uğramadan gelebilen 7 bin izleyici kapasiteli tiyatroda çeşitli dans ve tiyatro gösterileri yapılmakta. Gittiği her yere yaptırdığı yapıtlarda ünlü Roma İmparatoru Hadrianus'un yaptırdığı 240 metre uzunluğunda yaklaşık 30 bin kapasiteli stadyumun kalıntıları da şehrin merkezini süslemekte. Roma döneminden günümüze kalan kalıntılardan biri de Bulgarların Hisar Kapia dedikleri Hisar Kapısı. Roma döneminde Acropolis Kalesine giriş için yapılmış kapılardan birisi olup 2. yüzyılda yapıldığı tahmin edilmektedir.

Şehir merkezinde Hadrianus'un yaptırdığı Stadyum'un kalıntıları.

4. yüzyılda Hıristiyanlığın Roma İmparatorluğunun resmi dini olma sürecinde ilk Hıristiyan Roma İmparatoru Konstantin ve annesi Helena adına yaptırılan St Constantine & Helena Kilisesi görkemli eski freskleri ve ikonları ve el yapımı dekoruyla Filibe'deki en eski kilisedir.


St Constantine ve Helena Kilisesi

Tarihte Bulgar adına ilk defa olarak, 482 yılında Bizans tarihçisi Ioan'ın, İmparator Zenon'dan söz ederken, askeri yardımına başvurduğu Karadeniz’in kuzeyinde bulunan bir topluluk adı olarak rastlanmaktadır. Bulgarlar 681 yılında Asparuh önderliğinde Karadeniz'in kuzeyinden gelip Tuna Nehri civarına yerleşerek tarihe I. Bulgar İmparatorluğu olarak geçen devleti kurdular. Bu dönemde Bizans İmparatorluğunun elinde bulunan Filibe 836 yılında Bulgar hükümdarı Malamir tarafından ele geçirilerek I. Bulgar İmparatorluğunun en önemli şehirlerinden biri haline geldi. 864 yılında Bulgar hükümdarı I. Boris'in Hıristiyanlığa geçmesi Bulgar tarihinin en önemli dönüm noktalarından biri oldu.  I. Boris döneminde Bulgar kilisesinin kaderini çizen bir olay daha meydana geldi. Bu, dini ayinlerde Slav dilinin kullanılmaya başlanmasıdır.

Bachkovo Manastırı

Filibe, 10. yüzyıl sonundan 12. yüzyıl sonuna kadar tekrar Bizans İmparatorluğu’nun eline geçmiştir. Şehrin güneyinde bulunan Bachkovo Manastırı, bu dönemde 1083 yılında yaptırılmış olup, Hıristiyan mimarisinin önemli bir anıtı ve Avrupa'nın en büyük ve en eski Ortodoks manastırlarından biri durumundadır.  Filibe, III. Haçlı Seferi sırasında 1189'da Alman Kralı Frederick Babarossa tarafından yağmalanarak kısmen tahrip edildi. Yeniden onarılan şehir 1204’te tekrar Haçlı saldırılarına uğradı. Dönemin Haçlı kaynaklarından Villehardouinli Geoffrey, kroniğinde Filibeyi Doğu Avrupa’nın en güzel şehirlerinden biri olarak tanıtır. Bu son tarihten Osmanlı fethine kadar şehir Bizanslılar, Bulgarlar ve Haçlılar arasında on bir defa el değiştirdi ve küçük bir sınır kalesi haline geldi.

13. yüzyılın sonu 14. yüzyılın başında Batı Anadolu'da ortaya çıkan Türk Beyliklerinden biri olan Osmanlılar kısa sürede genişleyerek 1352 yılında Gelibolu üzerinden Trakya'ya geçerek 10 sene gibi kısa bir sürede tüm bölgeyi fethetmişti. 1361 yılında Edirne'nin fethinin hemen ardından 1364 yılında Filibe'nin, I. Murad döneminde Rumeli Beylerbeyi Lala Şahin Paşa tarafından fethedilerek Osmanlı topraklarına katılmasıyla şehirde 1908 yılına kadar  544 sene sürecek Türk hakimiyeti başladı. Halkın Osmanlılar’a güçlük çıkartmadan teslim olması üzerine yerli Hıristiyan halkın bulunduğu yerde kalmasına izin verilmişti. Fetihten sonra Filibe’yi fetheden Rumeli Beylerbeyi Lala Şâhin Paşanın Meriç üzerine günümüze ulaşamayan bir köprü yaptırması neticesinde kervanlar şehre yönelerek ticaret canlanmıştır. Lala Şâhin,  pirinç yetiştirmeye oldukça elverişli olan şehrin hemen kuzeyindeki araziye pirinç ektirerek bölgeye bu tarımı tanıtmıştır. Uzun yıllar Osmanlı sarayının pirinç ihtiyacı Filibe'den karşılanmıştır. 

Rumeli kesiminde Yörük-Türkmenlerin iskanı özellikle Osmanlı yerleşme tarihi açısından çok önemli bir dönüm noktasıdır. Rumeli'ne 14. yüzyılda akıp gelen ilk Türkmen kitlesi başlıca Saruhan-Aydın bölgesinden göç etmiştir. Balkanların özellikle bu günkü Bulgaristan'ın sınırları içinde kalan bölgenin doğusuna yerleşmişlerdir. Yıldırım Bayezid, Saruhan’daki Türkmenleri tuz yasağına riayet etmedikleri bahanesiyle Filibe yöresine göçürmüştü. Saruhanlı denilen bu topluluğun başında Paşa Yiğit Bey bulunuyordu. Paşa Yiğit daha sonra Yıldırım Bayezid’in en tanınmış kumandanları arasında yer almıştır. Yine Yıldırım Bayezid zamanında Timur istilâsı üzerine Anadolu’dan Rumeli’ye pek çok insan gitmiştir. Dönemin Osmanlı kaynaklarında bundan dolayı Rumeli’nin şenlendiği belirtilir ve kaynaklarda  “Eğer soruverecek olurlarsa Rumeli’nin aslı Anadolu’dandır denilir ibarelerine rastlanmaktadır. Bundan sonra Osmanlılar, Rumeli’yi gerçek yurtları saymaya başladı ve Edirne devletin başşehri durumuna yükselirken Filibe de Rumeli Eyaletinin merkezi oldu. Yıldırım Bayezid’in oğlu Çelebi Sultan Mehmed yine Filibe dolaylarına İskilip yöresinde yaşayan Moğol kalıntısı Tatarlar’ı göçürmüştü. 


Filibe Cuma Cami 

Filibe 15. yüzyılın ilk yarısında Rumeli Eyaletinin merkezi olduğu ve özellikle Sultan II. Murad döneminde yeniden imar edilerek hem fizikî açıdan hem de nüfus yönünden gelişerek giderek kalabalık bir merkez haline geldi. 15. yüzyılın son çeyreğinde  4000-5000 civarında nüfusuyla Filibe, Rumeli Eyaletinin en büyük şehirlerinden biriydi. Nufusun çok büyük çoğunluğu yaklaşık 3000-3500 civarında Müslüman-Türklerden oluşuyordu geri kalanı ise Hıristiyandı. Osmanlı öncesine ait birkaç eser hariç Filibe’nin en önemli mimari eserleri bu dönemde 15. yüzyılda şehrin yeniden imarı sırasında yapılmıştır. Günümüzde Bulgarlar tarafından Cuma Camii (Džumaja Džamija) olarak bilinen ancak Murâdiye adıyla da anılan Filibe’nin ulucamii durumundaki eser Osmanlılar tarafından Rumelinde inşa edilen ulucamilerin en eskilerinden biridir. Sultan II. Murad tarafından 1425 yılında Filibe çarşısının ortasında inşa edilmiş olup bir avlusu yoktur. Çok değişik bir süslemesi olan ve minaresinin ayrıntıları ile orijinalliğini belli eden caminin büyük bir değişim geçirmeden zamanımıza kadar gelmiş olduğu anlaşılıyor. Bu caminin masrafları, Sultan II. Murad’ın yapılarına ayrılmış olan Edirne’deki büyük vakıftan karşılanmaktaydı. Osmanlı dönemi Filibe’sinin ilk nüvesi Cuma Camii etrafında oluşmuştur. Ayrıca burada altı kubbeli bir bedesten çarşı, bir hamam inşa edilerek fizikî bakımdan şehir büyümeye başlamıştır.


Şihabeddin Paşa Türbesi ve İmaret Camii

Cuma Camii, bir vakitler 53 tane camiye sahip olan Filibe’de Bulgarların eline geçtikten sonra ayakta bırakılan iki camiden biriyken diğeri ise İmaret Camii'dir. Filibe'deki Türk yerleşiminin ikinci nüvesi, kitâbesine göre 1445 yılında bitirilen Rumeli Beylerbeyi Gazi Şehâbeddin Paşa’nın büyük külliyesi etrafında teşekkül etmiştir. Burası on iki öğrenci odası bulunan büyük bir medrese, bir hamam, büyük bir han ve bir imaret binasından meydana gelmekteydi. Bu yapıların hepsi Meriç nehri yakınlarına, Cuma Camii’nin yarım mil aşağısına yapılmıştır. İmaret bütün külliye çalışanlarını, medrese talebeleri doyurmak vazifesini üstlenmişti ayrıca Müslüman ve gayri müslim ayırt etmeksizin yoksullar ve şehirde konaklayanlar için günde iki öğün yemek verilirdi. Şehâbeddin Paşa, Filibe’ye bağlı on sekiz köyün ve iki büyük pirinç tarlasının gelirlerini bu yapıların yapımı ve ihtiyaçları için vakfetmiştir.  Fatih Sultan Mehmed tarafından 1453 sonbaharında emekliye sevkedilen Şihabeddin Paşa, Filibe’ye giderek hayatının bundan sonraki kısmını orada geçirmiştir. Şehâbeddin Paşa’nın Filibe’deki türbesinin de içinde bulunduğu bu külliyesi günümüze intikal etmiştir. Bu dönemde Filibe’de görev yapan şahsiyetlerden en önemlileri, her ikisi de 15. yüzyılın ikinci yarısında Şihabeddin Paşa Medresesinde müderrislik yapan Osmanlı tarihinin en büyük âlimlerinden biri olan Molla Lutfî ve meşhur şair-fakih Hayâlî’dir. 

Filibe’deki Osmanlı döneminden kalan bir diğer önemli bir vakıf, İsfendiyaroğulları’ndan olan ve 1461-1479 yılları arasında Filibe’de oturan İsmâil Bey’e aitti. Fâtih Sultan Mehmed’in önce Kastamonu, sonra da Sinop’u alarak Candaroğulları Beyliği’nin topraklarını ilhak etmesinden sonra kardeşi Kızıl Ahmed’in Akkoyunluların padişahı Uzun Hasan’a iltica etmesi üzerine Anadolu’da kalması mahzurlu görülen İsmâil Bey Filibe’ye nakledildi. Filibe'de, Bey Camii adını alan kubbeli bir cami, iki mescid, bir türbe ve oldukça zarif nakışlı tonozları ve kubbeleri olan büyük bir hamam su yolları yaptıran İsmâil Bey 1479 yılında Filibe'de ölmüştür. İsmâil Bey’in camii ve türbesi 1914’te tahrip edildiği için günümüze kadar gelememiştir.

15. yüzyılın ortalarında Sofya’nın önem kazanıp 1443-44 tarihlerinde Rumeli Eyaletinin merkezi oluşu bir süre sonra Filibe’yi olumsuz yönde etkiledi. Sofya, özellikle Fatih Sultan Mehmet döneminde batıya doğru sefere çıkan Osmanlı ordusu için hem önemli bir menzil noktası hem de sefer iâşesinin ve sefer hizmetinde görevlendirilen orducu esnafının temin edildiği ana merkezlerden biri haline geldi. Nitekim 16. yüzyıl boyunca Filibe'nin nüfusu yaklaşık 5000 kişi civarında kaldı. 16. yüzyıldan itibaren şehirde gayri müslim nüfus gittikçe artmaya başladı. 1568’de burada İspanya’dan geldikleri belirtilen elli dört Yahudi ailesi bulunuyordu. 

Çifte Hamam

Filibe'de 16. yüzyılın sonunda yapılmış yapılardan günümüze kalan tek eser halk arasında "Çelebi Kadı Hamamı" olarak bilinen Çifte Hamamdır. Çifte Hamam, Sultan III. Murad döneminde Filibe kadılığı yapan ve aynı zamanda şair olan Çelebi Kadı tarafından antik mozaiklerle kaplı bir alanın temeli üzerine yaptırılmıştır. Çelebi Kadı'nın Filibe'de yaptırdığı eserlerden Çifte Hamam günümüze kadar gelebilmiştir ve müze olarak kullanılmaktadır. Çelebi Kadı'nın Filibe'de yaptırdığı cami ise günümüze ulaşmamıştır. Filibe'de 16. yüzyılda yaşamış önemli simalardan bir diğeri de "Fenâ peşmînesin sal egnüne ki dünya fânîdür / Diyâr-ı fakra sultan ol ki hoş genc-i nihânîdür beytinin sahibi Filibeli şair Revnâk'dır. 

17. yüzyılda şehrin sakinleri arasında tüccar ve tekstil üreticisi olarak Ermeniler de yer almaya başladı. Bunlar, 1610’dan hemen sonra İran’dan Osmanlı ülkesine kaçan Ermeni tâcirlerin Balkanlar’a kadar uzananlarına mensuptu. 1696-1697 tarihli Filibe'ye ait cizye defterinde şehirdeki Hıristiyanlar arasında 210 dokumacı, 182 terzi, 141 ayakkabıcı, 124 kuyumcu ve doksan iki meyhânecinin bulunduğu belirtilmektedir. 


Filibe Mevlevîhânesi

Batılı seyyahlar 17. yüzyılda Filibe’yi güzel bir şehir olarak tasvir ederler. Fakat Filibe hakkında en ayrıntılı bilgi Evliya Çelebi tarafından verilmiştir. Filibe'den "şehr-i âzâm" diye bahseden Evliya Çelebi, Filibe’yi ilk olarak 1652’de ziyaret etmiş ve ardından buraya birkaç defa daha uğramıştır. Evliya Çelebi eserinde Filibe‘den bahsederken şehrin Çakıllı tepe, Boz tepe, Canbaz tepe, Saray tepe, Nöbet tepe, Saat tepe, Pınarak tepe, Sözcü tepe ve Valeli tepesi arasına kurulduğunda söz eder ki bu tepeler günümüzde hala bu isimlerle anılmaktadır. Ona göre burada 53 cami, Karagöz Paşa Medresesi ve Şihabeddin Paşa Medresesi başta olmak üzere 9 medrese, 70 mektep, 8 hamam, 9 han ve kervansaray, 880 dükkân ve 11 tekke vardı. Şehirde 23 Müslüman mahallesi ve içerisinde Latin, Sırp, Bulgar, Yahudi ve Rumların yaşadığı 7 gayri müslim mahallesi bulunmaktaydı. Evliya Çelebi'ye göre Filibe'deki mahallelerin en meşhurları Saat mahallesi, Canbaztepe mahallesi, Valeli mahallesi, Eski cami mahallesi, saray mahallesi, Şihabeddin mahallesi, Karşıkasaba mahallesidir. 8060 kadar bina vardır. Bu binalardan bazıları hakkında ayrıntılı bilgi veren Evliya Çelebi, Filibe nüfusu arasında birçok âlim, şair, imam ve fakih olduğunu, tarikatlardan Halvetiyye, Celvetiyye, Kādiriyye ve Gülşeniyye mensuplarının bulunduğunu yazar. 


17. yüzyılın sonunda Osmanlı-Kutsal İttifak Savaşlarından sonra Budin'in Avusturyalılar’ın eline geçmesiyle Peç bölgesinden Filibe’ye gelen Müslüman göçmenler burada bir Mevlevîhâne kurmuşlardır. 1974'ten bu yana lokanta olarak kullanılmaya başlanan Mevlevîhânenin tekrar eskisi gibi kullanılması kararı beklenirken 2012 yılında İstanbul’da yaşayan Mevlâna âşığı Fransız Gazeteci Nathalie Ritzmann tarafından organize edilen ve Mevlâna’nın 22. Kuşak torunu ve Uluslararası Mevlânâ Vakfı Başkan Vekili Esin Çelebi'nin de katılımıyla 2 günlük program çerçevesinde Filibe Etnoğrafya Müzesi’nde Semâ temalı resim sergisi açıldı ve sonra Nail Kesova’nın postnişînliğinde Mukâbele-i Şerif icrâ edildi. Programın ikinci gününde de ise 1974 yılından beri restoran olarak kullanılan Filibe Mevlevîhânesi’nde Mevlâna'nın torunu Esin Çelebi tarafından verilen Mevlâna ve Mevlevîlik hakkında bir konferansın ardından Mevlevîhânedeki 20. yüzyılın başından beri gerçekleşen ilk Mukâbele-i Şerif icra edildi.

18. yüzyılda Filibe 40-50.000 nüfusluyla canlı bir ticaret merkezi haline geldi. Bu dönemde Müslüman-Türk nüfusu gerilerken Hıristiyan nüfusu artış göstermiştir. Sredna Gora dağları ve Rodop’tan gelen Bulgarlar zenaatların büyük bir bölümünü ele geçirdiler. Sonradan gelen Rumlar ve diğer bazı Hıristiyan gruplar Filibe’de yerleştiler ve ticarî hayata katıldılar. Yeni gelen Hıristiyanlar şehrin ilk kurulduğu dağlık kesime yerleştiler ve oraya canlılık kazandırdılar. 

Filibe Saat Kulesi

Saat Tepe, şehirdeki altı tepeden bir tanesidir. İsminden de anlaşılacağı gibi Saatli Tepe‘dir. Tarihi Filibe Saat Kulesi bu tepe üzerindedir. Doğu Avrupa‘nın en eski saat kulelerinden biridir. Kapısının üzerinde yer alan inşa kitabesinden kulenin Sultan II. Mahmud döneminde 1812 yılında yaptırıldığı anlaşılmaktadır. Saat Kulesi 1930‘lu yıllarda yangın kulesi olarak kullanılmıştır. Osmanlı İmparatorluğunun modernleşme çabaları kapsamında Hıristiyan tebaasına Müslümanlar ile eşit haklar verdiği 1839 Tanzimat Fermanı ile 1856 Islahat Fermanının ilan edildiği ve Bulgarların Ulusal Uyanış dönemine denk gelen 19. yüzyıl boyunca Filibe kültürel anlamda da büyük gelişme göstermişti. Osmanlı yönetimince bir Vali Konağı, Müslüman erkek çocukları için bir Rüştiye, kız çocukları için bir mektep, bir Katolik Kilisesi, İstanimaka köyünde bir Bulgar Manastırı ve bir Bulgar Kilisesi inşa edilmiş ayrıca Bulgar çocukları için bir okul açılmıştı. 19. yüzyılın Filibesinde birçok kitâbevi, beş dilde yayın yapabilen matbaalar ve edebiyat cemiyetleri vardı. Balkanlar’ın ilk modern tekstil fabrikası 1847’de Filibe’de kurulmuştu. 

Argir Kuyumdzhioglu Evi

19. yüzyıl Osmanlı Filibesi’nin zenginliği evlerin ve konakların inşa tarzlarından da anlaşılmaktadır. 18. yüzyılın ortasından itibaren, Filibe’nin Bulgar tüccarları İstanbul, Venedik, Odessa, Leipzig, Kolkata veya Manchester gibi önemli ekonomik merkezlerle ticari ilişkiler geliştirmişlerdi. Ticaretin zenginleştirdiği Bulgar burjuvazisi, özellikle 19. yüzyılda inşa ettirdiği lüks konaklar, mağazalar, kiliseler, okullar ve kentin ilk matbaasıyla, Bulgar tarihçilerin “Ulusal Uyanış” adını verdiği dönemin Filibe’deki öncüsü olmuştu. Geleneksel Bulgar ve Osmanlı mimarilerinin Avrupa esintileriyle harmanlandığı “Plovdiv Baroğu” stilindeki yapılar, tüm Bulgaristan’a örnek olacaktı. Filibe'de 19. yüzyıldan kalan Osmanlı evlerinden en önemlisi mimari açıdan bir şaheser olan 1847 yılında zengin tüccar Argir Kuyumdzhioglu tarafından yaptırılan evdir. 1930 yılında Etnografya müzesine çevrilmiş ve günümüzde de Etnografya müzesi olarak ziyaret edilebilmektedir. 


Nedkovich Evi

Tarihi Filibe evlerinin en güzel örneklerinden biri de ünlü Filibe'li tüccar Nikola Nedkovich'in evidir. 1863 yılında tamamen Avrupa klasisizm tarzında inşa edilmiş olan bu evin iç kısmındaki en dikkat çekici yerler, geometrik tarzda süslenmiş tavanlara ve zengin boyalı duvarlara sahip simetrik olarak yerleştirilmiş odalardır. "Yeşil Oda" kadının, "Kırmızı Oda" misafir odası, "Mor Oda" yemek odası ve "Turuncu Oda" oturma odasıdır. Avluda yer alan odalar, farklı Avrupa şehirlerinin manzaraları ve manzaralarıyla donatılmıştır. Bugün Nedkovich'in Evinde, Nedkovich ailesinin mobilyaları ve kişisel eşyaları teşhir edilmektedir.

Hindliyan Evi

Tarihi Filibe evlerinden en önemlilerden biri de bilinmeyen bir usta tarafından 1835-1840 yıllarında zengin tüccar ve toprak sahibi Stepan Hindliyan için inşa edilmiştir. Burası en zengin dekore edilmiş Filibe evlerinden biridir. Duvar iskeleleri, bitki çelenkleri ve geometrik süs eşyaları ve peyzaj kompozisyonları ile iç ve dış tüm duvarlar naif manzaralarla boyanmıştır.




Hindliyan Evi İç Dekorasyonları

19. yüzyılda Sultan Abdülmecid döneminde İstanbul'a gelerek padişahla görüşen ve "Historia de la Turquia" adıyla Fransızca bir Osmanlı tarihi yazan ünlü Fransız şair Alponso de Lamartine'in kaldığı Lamartine evi ve Filibeli tüccar Luka Balabanov'un evi de Filibe'deki 19. yüzyıldan kalma Osmanlı evleri arasında ziyaret edilebilmektedir. Flibe evleri UNESCO tarafından 2004’ten beri koruma altında bulunuyor. 





Filibe Evleri

7 Ekim 1869 tarihinde Sultan Abdülaziz'in Rumeli Demiryolları imtiyaz fermanı ile Ocak 1870'te İstanbul’u Edirne, Filibe, Sofya, Niş, Priştine ve Saraybosna üzerinden Avrupa'ya balğayacak olan Rumeli Demiryolları Şirket-i Şâhânesi kuruldu ve 1870 yılının ikinci yarısında Rumeli Demiryolları kapsamında İstanbul-Edirne-Filibe demiryolunun yapımına başlandı. İstanbul-Edirne-Filibe hattının açılış töreni 12 Nisan 1873’de yapıldı. Filibe, 19. yüzyılda Osmanlı-Türk kültür ve sanat hayatında çok mühim yeri olan iki ismi yetiştirmiştir. Hat sanatının en önde gelen isimlerinden Filibeli Ârif Efendi 1830 yılında Filibe’de doğmuştur ve  Filibe Yürüyüş Camii hatibi İsmâil Efendi’ye devam ederek ondan ders alarak alıp mezun olmuştur. 19. yüzyılda Filibe'den çıkmış bir diğer önemli isim ise Türk edebiyatında çok önemli bir yeri olan Filibeli Ahmed Hilmi'dir. Filibeli Ahmed Hilmi'nin masal-hikâye karışımı birtakım olayları alegorik bir üslûpla anlattığı tasavvufî ve felsefî eseri Âmak-ı Hayâl, Türk edebiyatının ilk felsefi ve gerçeküstü romanı olma özelliğine sahiptir.

93 Harbi olarak bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı esnasında Rus işgaline uğrayan Filibe savaştan sonra kurulan Doğu Rumeli Vilâyetinin merkezi oldu. Doğu Rumeli Vilâyet Meclisi, önce eski Türk hamamında çalışmalarına başlamış ve yeni bir meclis binası fikri 1879 yılında doğunca İtalyan mimar Pierto Montani, hamamı meclisinin çalışabileceği salona dönüştürmüştür. Doğu Rumeli Vilâyeti  ancak 1884 yılında meclisin ve hükümetin oturumlarını yapabileceği özel binanın kurulması için mali imkanlara sahip olunca yeni meclis binası Pietro Montani tarafından tasarlanıp inşa edilmiştir. Doğu Rumeli Vilâyeti meclis binası, günümüzde Filibe Arkeoloji Müzesi olarak kullanılmaktadır.

Doğu Rumeli Vilayet Meclisi Binası, Günümüzde Filibe Arkeoloji Müzesi

Bu dönemde 1884 yılında Pehlivanoğlu Ahmed tarafından Filibe'de yayınlanan ilk Türk gazetesi olan "Hilal" çıkmaya başlamıştır ancak yayın hayatı 4 yıl 10 ay sürmüş ve 1888 yılında kapanmıştır. Şark Demiryolları Şirketi tarafından Filibe'de  istasyon binasının yerine daha iyi bir bina yapılmasına karar verilince Sirkeci Garı mimarı Jachmund’un asistanı ve o yılların en ünlü Türk mimarı Kemalettin Bey tarafından Filibe Garı inşa edilmiştir ve 1907 yılında tamamlanmıştır.

Filibe Garı

5 Ekim 1908 tarihinde Bulgaristan'ın bağımsızlığını ilan etmesiyle Filibe'de 544 yıllık Osmanlı-Türk hakimiyeti sona erdi. 20. yüzyılın başından itibaren Filibe'nin, Osmanlı İmparatorluğunun son dönemindeki kozmopolit görünüşü kaybolmaya başladı. Yunanlılar, 20. yüzyılın ilk yıllarında gerçekleştirilen kıyım sonrasında dışarı atıldılar. Türklerin sayılarının azalmasıyla binalarının, kıymetli mimari eserlerinin yıkımı da başladı. Muhammed Dzinguiz’in hazırladığı bir listeye göre 1908’de Filibe’de 24 cami bulunmaktaydı. 1970’e kadar Cuma ve İmaret camileri hariç hepsi tahrip edilmiştir. Cuma Camii yakınlarındaki oldukça büyük olan Kurşunlu Han’ın ve bedestenin tahrip edilmesi Filibe'nin tarihi mirası adına çok büyük kayıp olmuştur. 1970’lerde, II. Bayezid’in kazaskerlerinden meşhur âlim Hacı Hasanzâde tarafından 15. yüzyıl sonlarında yaptırılan hamam ve cami ile Karşıyaka Hamamı tahrip edilmiştir. 

1946’da sosyalist rejime geçilmesiyle Bulgaristan Halk Cumhuriyeti kuruldu. Sosyalist dönemde sayıları 500’ü bulan sanayi kuruluşları ve dış mahallelerinde inşa edilen toplu konutlarıyla, hızlı kentleşme sürecine giren Filibe'de 1956 yılında alınan çok olumlu bir kararla, Roma, Osmanlı ve “Ulusal Uyanış Dönemi” tarihi yapılarını barındıran “Eski Plovdiv” bölgesi koruma altına alınmış. Tepeler etrafında kurulu şehrin Hıristiyanlara ait bölgesine tarihî bölge statüsü verilmiş ve geniş çaplı restorasyon çalışmaları yapılmıştır. Roma ve Bizans kalıntılarının yanı sıra Mevlevîhâne de restore edilerek Bulgaristan’ın en güzel lokantalarından biri burada faaliyete geçirilmiştir.


Sovyet Ordusu İçin Yapılan Heykel 1954

Alyosha ismindeki Sovyet askerinin 11 metre yüksekliğindeki granit heykeli günümüz Filibesinin silüetini belirliyen en büyük anıtlardan biri konumunda. Sovyet ordusu için "Azat Edenler Tepesi"nde inşa edilen heykel, İkinci Dünya Savaşı''nda Bulgaristan''da Kızıl Ordu birliklerinin karşılanmasını temsil ediyor. Heykelin altında "Yenilmez Sovyet ordusu şerefine - azat eden" yazısı okunuyor.  1966'da Sovyet besteci Edward Kolmanovski, Alyosha''nın heykeline bir şarkı adadı. Bu şarkı Filibe'nin resmi marşı oldu ve Alexey Skurlatov, Filibe'nin onursal vatandaşı ilan edildi. 1989 yılında sosyalist rejimin çöküşüyle politik değişikliklerden sonra anıt "Sovyet işgali"nin bir sembolü olarak iki kez yok olma tehlikesi atlattı. 1996''da Bulgaristan''da yaşayan Rus gaziler eğer anıt yıkılırsa onları yakacaklarını söyleyerek tehdit ettiler. Ancak, 2007''de resmi kutlamalar ve havaifişek gösterileri ile anıtın 50. yılı kutlandı. Bir posta pulu bastırıldı ve Alexey Skurlatov resmi olarak Bulgaristan''a davet edildi. 

Milyo Heykeli

Tiyatro sokağının sonunda merdivenlerden inerken Filibe'nin delisi Milyo’nun heykeli yer almaktadır. 1940’lı yıllarda yaşamış Milyo birkaç dil bilen eğitimli biriyken, menenjit hastalığı nedeniyle akıl sağlığını yitirip sokaklarda dolaşan, insanları güldüren, halkın sevdiği biri Filibe’nin simgesi haline geliyor. Uzun yıllar yurt dışında yaşayan çocukluk arkadaşı Milyo’nun öldüğünü öğrenince onun anısına bu heykeli yaptırmış.




Knez Alexander Caddesi 

Filibe Belediye Binası

St. Nicholas Ortodoks Kilisesi

Günümüzde şehrin trafiğe kapalı, alışveriş ve eğlence hayatının merkezlerinden birisi olan Knez Alexander caddesi şehrin en popüler caddesi olup sunduğu alışveriş, konaklama ve yiyecek içecek işletmeleri imkanıyla şehrin kalbi konumunda. İstanbul gibi yedi tepenin üzerine kurulmuş Filibe’nin eşsiz manzarasını şehri simgeleyen tepeleri Nöbet Tepe, Taksim Tepe ya da Cambaz Tepe'den izlenebilmekte. 


Filibe'den kış manzarası

Pamporovo Kayak Merkezi

Şehrin 80km güneyinde yer alan toplam 25 kilometre uzunluğundaki Pamporovo Kayak Merkezi Balkanların en  bilinen kayak merkezlerinden biri olarak hizmet vermektedir. Rodop Dağları’na özgü mimari tarzında yapılmış oteller, pub, karaoke bar ve gece kulüpleri ile Pamporovo kış turizmi için en çok tercih edilen yerlerden biri konumundadır.

Filibe 2019 yılı boyunca dünyaca ünlü sanatçıların da katılımıyla gerçekleşen 300 proje, 500'den fazla program ve 2 milyon turist ile Avrupa kültürünün odağını haline geldi. Filibe'de  yapılan Avrupa Kültür Başkenti açılışına yaklaşık 40 bin kişi katılırken, görkemli törenler düzenlendi. Roma dönemi tarihi zenginliği, Osmanlı döneminden eserler ve günümüzde kültürel ve sanatsal yaşamıyla dikkat çeken Filibe'de 2019 Avrupa Kültür Başkenti açılışında 30 metrelik kulede, altı katlı sahnede 1500 sanatçı yer aldı. Açılış programında sahne yerine 360 derecede görme fırsatı sunan kulede ışık, ses ve farklı müzik, dans şovlarıyla görkemli bir açılış yapıldı. Kuledeki programı açan Filibe Belediye Başkanı İvan Totev, "Farklı etnik grupları ve dinleri bir arada yaşatan Filibe'de farklı dillerde konuşuyoruz, ancak birliktelik sloganında hepimiz birlik içindeyiz" dedi. "Tüm renkler bir arada" isimli program havai fişek gösterisi ile devam etti. İki saat süren şova kentteki tüm etnik grupların kültürel özelliklerinden kestiler sunuldu. Mevlana'nın, 'Gel, kim olursan ol yine gel' isimli şiiri Bulgarca okundu. Cuma Meydanı'nda  Berlin Duvarı'nın yıkılışının 30'uncu yıldönümüne adanan ve Berlin Duvarı'ndan parçalar içeren sergi büyük ilgi görürken, Komünist dönemin simgesi Trabant markalı arabalarla da renkli bir hava oluşturdu. Filibe'nin Kültür Başkenti çerçevesinde şimdiye kadar 10 milyon euro harcama yapıldığı belirtildi. 





Anadolu'da Klasik Türk Edebiyatının Doğuşu

İran saraylarında gelişmiş klasik yüksek kültür mirası, Anadolu'da Konya Selçuklu sarayından sonra  Uc Türkmen beyliklerinde örnek al...