Anektodlar

23 Aralık 2019 Pazartesi

Filibe: 2019 Avrupa Kültür Başkenti



Avrupa'nın en eski ve dünyanın altıncı en eski şehri olan ve en az MÖ 3000'den beridir yerleşim barındıran Filibe, tarih boyunca kiliseleri, sinagogları, camileri farklı dinî ve etnik grupları içine alan nüfus yapısıyla Balkanların en önemli şehirlerinden biri oldu. Filibe, sene başında bu özelliğine yakışır şekilde Mevlana'nın, 'Gel, kim olursan ol yine gel' isimli şiirinin Bulgarca okunduğu açılış töreniyle 2019 Avrupa Kültür Başkenti olarak tüm dünyaya ilan edildi. Filibe, Daily Telegraph’ın "Dünyanın en eski yaşayan şehirleri" listesinde Avrupa’da bir numaralı şehirdir. Ayrıca Huffington Post’un “Hala Gözlemleyebileceğiniz 10 Antik Dünya Kenti” Listesinde de bulunmaktadır. Meriç Nehrinin ortadan ikiye böldüğü bir ovada İstanbul gibi yedi tepenin üzerine kurulan Filibe şehri, 5 bin yılı aşkın tarihi boyunca Traklar, Makedonlar, Roma-Bizans, Bulgar ve Osmanlı-Türk medeniyetlerine ev sahipliği yapmış Balkanların eski şehirlerinden biri olarak Bulgaristan'ın Avrupa Kültür Başkenti seçilen ilk şehri olan Filibe, 712 bin nüfusuyla günümüzde Bulgaristan'ın Sofya'dan sonraki ikinci büyük şehri konumunda. 


İmparator Trajan tarafından yaptırılan Antik Tiyatro

M.Ö. 460 yılında Trak kabileleri tarafından kurulan Odrysian Krallığı'nın bir parçası olan Filibe, Traklar döneminde Pulpudeva olarak bilinmekteydi. Şehir M.Ö. 342’de Büyük İskenderin babası olan Makedonya Kralı II. Philip tarafından ele geçirildikten sonra II. Philip'e atfen Philippolis olarak adlandırıldı. M.S. 46 yılında Roma İmparatoru Claudius tarafından imparatorluğa dahil edildi ve Roma İmparatorluğunun Trakya eyaletinin merkezi oldu. Bu dönemden itibaren hızla bir Roma şehri haline dönüşen Filibe'de, II. Dünya Savaşı’ndan sonra yapılan kazılarda Roma dönemine ait su kanalı, evler, kaleler ve bir tiyatro binası kalıntıları gibi bir çok eser ortaya çıkarılmıştır. 

Hisar Kapı

Bunlardan en önemlisi 117 yılında Roma İmparatoru Trajan tarafından yaptırılan antik tiyatorodur. Günümüze kadar ciddi bir yıkıma uğramadan gelebilen 7 bin izleyici kapasiteli tiyatroda çeşitli dans ve tiyatro gösterileri yapılmakta. Gittiği her yere yaptırdığı yapıtlarda ünlü Roma İmparatoru Hadrianus'un yaptırdığı 240 metre uzunluğunda yaklaşık 30 bin kapasiteli stadyumun kalıntıları da şehrin merkezini süslemekte. Roma döneminden günümüze kalan kalıntılardan biri de Bulgarların Hisar Kapia dedikleri Hisar Kapısı. Roma döneminde Acropolis Kalesine giriş için yapılmış kapılardan birisi olup 2. yüzyılda yapıldığı tahmin edilmektedir.

Şehir merkezinde Hadrianus'un yaptırdığı Stadyum'un kalıntıları.

4. yüzyılda Hıristiyanlığın Roma İmparatorluğunun resmi dini olma sürecinde ilk Hıristiyan Roma İmparatoru Konstantin ve annesi Helena adına yaptırılan St Constantine & Helena Kilisesi görkemli eski freskleri ve ikonları ve el yapımı dekoruyla Filibe'deki en eski kilisedir.


St Constantine ve Helena Kilisesi

Tarihte Bulgar adına ilk defa olarak, 482 yılında Bizans tarihçisi Ioan'ın, İmparator Zenon'dan söz ederken, askeri yardımına başvurduğu Karadeniz’in kuzeyinde bulunan bir topluluk adı olarak rastlanmaktadır. Bulgarlar 681 yılında Asparuh önderliğinde Karadeniz'in kuzeyinden gelip Tuna Nehri civarına yerleşerek tarihe I. Bulgar İmparatorluğu olarak geçen devleti kurdular. Bu dönemde Bizans İmparatorluğunun elinde bulunan Filibe 836 yılında Bulgar hükümdarı Malamir tarafından ele geçirilerek I. Bulgar İmparatorluğunun en önemli şehirlerinden biri haline geldi. 864 yılında Bulgar hükümdarı I. Boris'in Hıristiyanlığa geçmesi Bulgar tarihinin en önemli dönüm noktalarından biri oldu.  I. Boris döneminde Bulgar kilisesinin kaderini çizen bir olay daha meydana geldi. Bu, dini ayinlerde Slav dilinin kullanılmaya başlanmasıdır.

Bachkovo Manastırı

Filibe, 10. yüzyıl sonundan 12. yüzyıl sonuna kadar tekrar Bizans İmparatorluğu’nun eline geçmiştir. Şehrin güneyinde bulunan Bachkovo Manastırı, bu dönemde 1083 yılında yaptırılmış olup, Hıristiyan mimarisinin önemli bir anıtı ve Avrupa'nın en büyük ve en eski Ortodoks manastırlarından biri durumundadır.  Filibe, III. Haçlı Seferi sırasında 1189'da Alman Kralı Frederick Babarossa tarafından yağmalanarak kısmen tahrip edildi. Yeniden onarılan şehir 1204’te tekrar Haçlı saldırılarına uğradı. Dönemin Haçlı kaynaklarından Villehardouinli Geoffrey, kroniğinde Filibeyi Doğu Avrupa’nın en güzel şehirlerinden biri olarak tanıtır. Bu son tarihten Osmanlı fethine kadar şehir Bizanslılar, Bulgarlar ve Haçlılar arasında on bir defa el değiştirdi ve küçük bir sınır kalesi haline geldi.

13. yüzyılın sonu 14. yüzyılın başında Batı Anadolu'da ortaya çıkan Türk Beyliklerinden biri olan Osmanlılar kısa sürede genişleyerek 1352 yılında Gelibolu üzerinden Trakya'ya geçerek 10 sene gibi kısa bir sürede tüm bölgeyi fethetmişti. 1361 yılında Edirne'nin fethinin hemen ardından 1364 yılında Filibe'nin, I. Murad döneminde Rumeli Beylerbeyi Lala Şahin Paşa tarafından fethedilerek Osmanlı topraklarına katılmasıyla şehirde 1908 yılına kadar  544 sene sürecek Türk hakimiyeti başladı. Halkın Osmanlılar’a güçlük çıkartmadan teslim olması üzerine yerli Hıristiyan halkın bulunduğu yerde kalmasına izin verilmişti. Fetihten sonra Filibe’yi fetheden Rumeli Beylerbeyi Lala Şâhin Paşanın Meriç üzerine günümüze ulaşamayan bir köprü yaptırması neticesinde kervanlar şehre yönelerek ticaret canlanmıştır. Lala Şâhin,  pirinç yetiştirmeye oldukça elverişli olan şehrin hemen kuzeyindeki araziye pirinç ektirerek bölgeye bu tarımı tanıtmıştır. Uzun yıllar Osmanlı sarayının pirinç ihtiyacı Filibe'den karşılanmıştır. 

Rumeli kesiminde Yörük-Türkmenlerin iskanı özellikle Osmanlı yerleşme tarihi açısından çok önemli bir dönüm noktasıdır. Rumeli'ne 14. yüzyılda akıp gelen ilk Türkmen kitlesi başlıca Saruhan-Aydın bölgesinden göç etmiştir. Balkanların özellikle bu günkü Bulgaristan'ın sınırları içinde kalan bölgenin doğusuna yerleşmişlerdir. Yıldırım Bayezid, Saruhan’daki Türkmenleri tuz yasağına riayet etmedikleri bahanesiyle Filibe yöresine göçürmüştü. Saruhanlı denilen bu topluluğun başında Paşa Yiğit Bey bulunuyordu. Paşa Yiğit daha sonra Yıldırım Bayezid’in en tanınmış kumandanları arasında yer almıştır. Yine Yıldırım Bayezid zamanında Timur istilâsı üzerine Anadolu’dan Rumeli’ye pek çok insan gitmiştir. Dönemin Osmanlı kaynaklarında bundan dolayı Rumeli’nin şenlendiği belirtilir ve kaynaklarda  “Eğer soruverecek olurlarsa Rumeli’nin aslı Anadolu’dandır denilir ibarelerine rastlanmaktadır. Bundan sonra Osmanlılar, Rumeli’yi gerçek yurtları saymaya başladı ve Edirne devletin başşehri durumuna yükselirken Filibe de Rumeli Eyaletinin merkezi oldu. Yıldırım Bayezid’in oğlu Çelebi Sultan Mehmed yine Filibe dolaylarına İskilip yöresinde yaşayan Moğol kalıntısı Tatarlar’ı göçürmüştü. 


Filibe Cuma Cami 

Filibe 15. yüzyılın ilk yarısında Rumeli Eyaletinin merkezi olduğu ve özellikle Sultan II. Murad döneminde yeniden imar edilerek hem fizikî açıdan hem de nüfus yönünden gelişerek giderek kalabalık bir merkez haline geldi. 15. yüzyılın son çeyreğinde  4000-5000 civarında nüfusuyla Filibe, Rumeli Eyaletinin en büyük şehirlerinden biriydi. Nufusun çok büyük çoğunluğu yaklaşık 3000-3500 civarında Müslüman-Türklerden oluşuyordu geri kalanı ise Hıristiyandı. Osmanlı öncesine ait birkaç eser hariç Filibe’nin en önemli mimari eserleri bu dönemde 15. yüzyılda şehrin yeniden imarı sırasında yapılmıştır. Günümüzde Bulgarlar tarafından Cuma Camii (Džumaja Džamija) olarak bilinen ancak Murâdiye adıyla da anılan Filibe’nin ulucamii durumundaki eser Osmanlılar tarafından Rumelinde inşa edilen ulucamilerin en eskilerinden biridir. Sultan II. Murad tarafından 1425 yılında Filibe çarşısının ortasında inşa edilmiş olup bir avlusu yoktur. Çok değişik bir süslemesi olan ve minaresinin ayrıntıları ile orijinalliğini belli eden caminin büyük bir değişim geçirmeden zamanımıza kadar gelmiş olduğu anlaşılıyor. Bu caminin masrafları, Sultan II. Murad’ın yapılarına ayrılmış olan Edirne’deki büyük vakıftan karşılanmaktaydı. Osmanlı dönemi Filibe’sinin ilk nüvesi Cuma Camii etrafında oluşmuştur. Ayrıca burada altı kubbeli bir bedesten çarşı, bir hamam inşa edilerek fizikî bakımdan şehir büyümeye başlamıştır.


Şihabeddin Paşa Türbesi ve İmaret Camii

Cuma Camii, bir vakitler 53 tane camiye sahip olan Filibe’de Bulgarların eline geçtikten sonra ayakta bırakılan iki camiden biriyken diğeri ise İmaret Camii'dir. Filibe'deki Türk yerleşiminin ikinci nüvesi, kitâbesine göre 1445 yılında bitirilen Rumeli Beylerbeyi Gazi Şehâbeddin Paşa’nın büyük külliyesi etrafında teşekkül etmiştir. Burası on iki öğrenci odası bulunan büyük bir medrese, bir hamam, büyük bir han ve bir imaret binasından meydana gelmekteydi. Bu yapıların hepsi Meriç nehri yakınlarına, Cuma Camii’nin yarım mil aşağısına yapılmıştır. İmaret bütün külliye çalışanlarını, medrese talebeleri doyurmak vazifesini üstlenmişti ayrıca Müslüman ve gayri müslim ayırt etmeksizin yoksullar ve şehirde konaklayanlar için günde iki öğün yemek verilirdi. Şehâbeddin Paşa, Filibe’ye bağlı on sekiz köyün ve iki büyük pirinç tarlasının gelirlerini bu yapıların yapımı ve ihtiyaçları için vakfetmiştir.  Fatih Sultan Mehmed tarafından 1453 sonbaharında emekliye sevkedilen Şihabeddin Paşa, Filibe’ye giderek hayatının bundan sonraki kısmını orada geçirmiştir. Şehâbeddin Paşa’nın Filibe’deki türbesinin de içinde bulunduğu bu külliyesi günümüze intikal etmiştir. Bu dönemde Filibe’de görev yapan şahsiyetlerden en önemlileri, her ikisi de 15. yüzyılın ikinci yarısında Şihabeddin Paşa Medresesinde müderrislik yapan Osmanlı tarihinin en büyük âlimlerinden biri olan Molla Lutfî ve meşhur şair-fakih Hayâlî’dir. 

Filibe’deki Osmanlı döneminden kalan bir diğer önemli bir vakıf, İsfendiyaroğulları’ndan olan ve 1461-1479 yılları arasında Filibe’de oturan İsmâil Bey’e aitti. Fâtih Sultan Mehmed’in önce Kastamonu, sonra da Sinop’u alarak Candaroğulları Beyliği’nin topraklarını ilhak etmesinden sonra kardeşi Kızıl Ahmed’in Akkoyunluların padişahı Uzun Hasan’a iltica etmesi üzerine Anadolu’da kalması mahzurlu görülen İsmâil Bey Filibe’ye nakledildi. Filibe'de, Bey Camii adını alan kubbeli bir cami, iki mescid, bir türbe ve oldukça zarif nakışlı tonozları ve kubbeleri olan büyük bir hamam su yolları yaptıran İsmâil Bey 1479 yılında Filibe'de ölmüştür. İsmâil Bey’in camii ve türbesi 1914’te tahrip edildiği için günümüze kadar gelememiştir.

15. yüzyılın ortalarında Sofya’nın önem kazanıp 1443-44 tarihlerinde Rumeli Eyaletinin merkezi oluşu bir süre sonra Filibe’yi olumsuz yönde etkiledi. Sofya, özellikle Fatih Sultan Mehmet döneminde batıya doğru sefere çıkan Osmanlı ordusu için hem önemli bir menzil noktası hem de sefer iâşesinin ve sefer hizmetinde görevlendirilen orducu esnafının temin edildiği ana merkezlerden biri haline geldi. Nitekim 16. yüzyıl boyunca Filibe'nin nüfusu yaklaşık 5000 kişi civarında kaldı. 16. yüzyıldan itibaren şehirde gayri müslim nüfus gittikçe artmaya başladı. 1568’de burada İspanya’dan geldikleri belirtilen elli dört Yahudi ailesi bulunuyordu. 

Çifte Hamam

Filibe'de 16. yüzyılın sonunda yapılmış yapılardan günümüze kalan tek eser halk arasında "Çelebi Kadı Hamamı" olarak bilinen Çifte Hamamdır. Çifte Hamam, Sultan III. Murad döneminde Filibe kadılığı yapan ve aynı zamanda şair olan Çelebi Kadı tarafından antik mozaiklerle kaplı bir alanın temeli üzerine yaptırılmıştır. Çelebi Kadı'nın Filibe'de yaptırdığı eserlerden Çifte Hamam günümüze kadar gelebilmiştir ve müze olarak kullanılmaktadır. Çelebi Kadı'nın Filibe'de yaptırdığı cami ise günümüze ulaşmamıştır. Filibe'de 16. yüzyılda yaşamış önemli simalardan bir diğeri de "Fenâ peşmînesin sal egnüne ki dünya fânîdür / Diyâr-ı fakra sultan ol ki hoş genc-i nihânîdür beytinin sahibi Filibeli şair Revnâk'dır. 

17. yüzyılda şehrin sakinleri arasında tüccar ve tekstil üreticisi olarak Ermeniler de yer almaya başladı. Bunlar, 1610’dan hemen sonra İran’dan Osmanlı ülkesine kaçan Ermeni tâcirlerin Balkanlar’a kadar uzananlarına mensuptu. 1696-1697 tarihli Filibe'ye ait cizye defterinde şehirdeki Hıristiyanlar arasında 210 dokumacı, 182 terzi, 141 ayakkabıcı, 124 kuyumcu ve doksan iki meyhânecinin bulunduğu belirtilmektedir. 


Filibe Mevlevîhânesi

Batılı seyyahlar 17. yüzyılda Filibe’yi güzel bir şehir olarak tasvir ederler. Fakat Filibe hakkında en ayrıntılı bilgi Evliya Çelebi tarafından verilmiştir. Filibe'den "şehr-i âzâm" diye bahseden Evliya Çelebi, Filibe’yi ilk olarak 1652’de ziyaret etmiş ve ardından buraya birkaç defa daha uğramıştır. Evliya Çelebi eserinde Filibe‘den bahsederken şehrin Çakıllı tepe, Boz tepe, Canbaz tepe, Saray tepe, Nöbet tepe, Saat tepe, Pınarak tepe, Sözcü tepe ve Valeli tepesi arasına kurulduğunda söz eder ki bu tepeler günümüzde hala bu isimlerle anılmaktadır. Ona göre burada 53 cami, Karagöz Paşa Medresesi ve Şihabeddin Paşa Medresesi başta olmak üzere 9 medrese, 70 mektep, 8 hamam, 9 han ve kervansaray, 880 dükkân ve 11 tekke vardı. Şehirde 23 Müslüman mahallesi ve içerisinde Latin, Sırp, Bulgar, Yahudi ve Rumların yaşadığı 7 gayri müslim mahallesi bulunmaktaydı. Evliya Çelebi'ye göre Filibe'deki mahallelerin en meşhurları Saat mahallesi, Canbaztepe mahallesi, Valeli mahallesi, Eski cami mahallesi, saray mahallesi, Şihabeddin mahallesi, Karşıkasaba mahallesidir. 8060 kadar bina vardır. Bu binalardan bazıları hakkında ayrıntılı bilgi veren Evliya Çelebi, Filibe nüfusu arasında birçok âlim, şair, imam ve fakih olduğunu, tarikatlardan Halvetiyye, Celvetiyye, Kādiriyye ve Gülşeniyye mensuplarının bulunduğunu yazar. 


17. yüzyılın sonunda Osmanlı-Kutsal İttifak Savaşlarından sonra Budin'in Avusturyalılar’ın eline geçmesiyle Peç bölgesinden Filibe’ye gelen Müslüman göçmenler burada bir Mevlevîhâne kurmuşlardır. 1974'ten bu yana lokanta olarak kullanılmaya başlanan Mevlevîhânenin tekrar eskisi gibi kullanılması kararı beklenirken 2012 yılında İstanbul’da yaşayan Mevlâna âşığı Fransız Gazeteci Nathalie Ritzmann tarafından organize edilen ve Mevlâna’nın 22. Kuşak torunu ve Uluslararası Mevlânâ Vakfı Başkan Vekili Esin Çelebi'nin de katılımıyla 2 günlük program çerçevesinde Filibe Etnoğrafya Müzesi’nde Semâ temalı resim sergisi açıldı ve sonra Nail Kesova’nın postnişînliğinde Mukâbele-i Şerif icrâ edildi. Programın ikinci gününde de ise 1974 yılından beri restoran olarak kullanılan Filibe Mevlevîhânesi’nde Mevlâna'nın torunu Esin Çelebi tarafından verilen Mevlâna ve Mevlevîlik hakkında bir konferansın ardından Mevlevîhânedeki 20. yüzyılın başından beri gerçekleşen ilk Mukâbele-i Şerif icra edildi.

18. yüzyılda Filibe 40-50.000 nüfusluyla canlı bir ticaret merkezi haline geldi. Bu dönemde Müslüman-Türk nüfusu gerilerken Hıristiyan nüfusu artış göstermiştir. Sredna Gora dağları ve Rodop’tan gelen Bulgarlar zenaatların büyük bir bölümünü ele geçirdiler. Sonradan gelen Rumlar ve diğer bazı Hıristiyan gruplar Filibe’de yerleştiler ve ticarî hayata katıldılar. Yeni gelen Hıristiyanlar şehrin ilk kurulduğu dağlık kesime yerleştiler ve oraya canlılık kazandırdılar. 

Filibe Saat Kulesi

Saat Tepe, şehirdeki altı tepeden bir tanesidir. İsminden de anlaşılacağı gibi Saatli Tepe‘dir. Tarihi Filibe Saat Kulesi bu tepe üzerindedir. Doğu Avrupa‘nın en eski saat kulelerinden biridir. Kapısının üzerinde yer alan inşa kitabesinden kulenin Sultan II. Mahmud döneminde 1812 yılında yaptırıldığı anlaşılmaktadır. Saat Kulesi 1930‘lu yıllarda yangın kulesi olarak kullanılmıştır. Osmanlı İmparatorluğunun modernleşme çabaları kapsamında Hıristiyan tebaasına Müslümanlar ile eşit haklar verdiği 1839 Tanzimat Fermanı ile 1856 Islahat Fermanının ilan edildiği ve Bulgarların Ulusal Uyanış dönemine denk gelen 19. yüzyıl boyunca Filibe kültürel anlamda da büyük gelişme göstermişti. Osmanlı yönetimince bir Vali Konağı, Müslüman erkek çocukları için bir Rüştiye, kız çocukları için bir mektep, bir Katolik Kilisesi, İstanimaka köyünde bir Bulgar Manastırı ve bir Bulgar Kilisesi inşa edilmiş ayrıca Bulgar çocukları için bir okul açılmıştı. 19. yüzyılın Filibesinde birçok kitâbevi, beş dilde yayın yapabilen matbaalar ve edebiyat cemiyetleri vardı. Balkanlar’ın ilk modern tekstil fabrikası 1847’de Filibe’de kurulmuştu. 

Argir Kuyumdzhioglu Evi

19. yüzyıl Osmanlı Filibesi’nin zenginliği evlerin ve konakların inşa tarzlarından da anlaşılmaktadır. 18. yüzyılın ortasından itibaren, Filibe’nin Bulgar tüccarları İstanbul, Venedik, Odessa, Leipzig, Kolkata veya Manchester gibi önemli ekonomik merkezlerle ticari ilişkiler geliştirmişlerdi. Ticaretin zenginleştirdiği Bulgar burjuvazisi, özellikle 19. yüzyılda inşa ettirdiği lüks konaklar, mağazalar, kiliseler, okullar ve kentin ilk matbaasıyla, Bulgar tarihçilerin “Ulusal Uyanış” adını verdiği dönemin Filibe’deki öncüsü olmuştu. Geleneksel Bulgar ve Osmanlı mimarilerinin Avrupa esintileriyle harmanlandığı “Plovdiv Baroğu” stilindeki yapılar, tüm Bulgaristan’a örnek olacaktı. Filibe'de 19. yüzyıldan kalan Osmanlı evlerinden en önemlisi mimari açıdan bir şaheser olan 1847 yılında zengin tüccar Argir Kuyumdzhioglu tarafından yaptırılan evdir. 1930 yılında Etnografya müzesine çevrilmiş ve günümüzde de Etnografya müzesi olarak ziyaret edilebilmektedir. 


Nedkovich Evi

Tarihi Filibe evlerinin en güzel örneklerinden biri de ünlü Filibe'li tüccar Nikola Nedkovich'in evidir. 1863 yılında tamamen Avrupa klasisizm tarzında inşa edilmiş olan bu evin iç kısmındaki en dikkat çekici yerler, geometrik tarzda süslenmiş tavanlara ve zengin boyalı duvarlara sahip simetrik olarak yerleştirilmiş odalardır. "Yeşil Oda" kadının, "Kırmızı Oda" misafir odası, "Mor Oda" yemek odası ve "Turuncu Oda" oturma odasıdır. Avluda yer alan odalar, farklı Avrupa şehirlerinin manzaraları ve manzaralarıyla donatılmıştır. Bugün Nedkovich'in Evinde, Nedkovich ailesinin mobilyaları ve kişisel eşyaları teşhir edilmektedir.

Hindliyan Evi

Tarihi Filibe evlerinden en önemlilerden biri de bilinmeyen bir usta tarafından 1835-1840 yıllarında zengin tüccar ve toprak sahibi Stepan Hindliyan için inşa edilmiştir. Burası en zengin dekore edilmiş Filibe evlerinden biridir. Duvar iskeleleri, bitki çelenkleri ve geometrik süs eşyaları ve peyzaj kompozisyonları ile iç ve dış tüm duvarlar naif manzaralarla boyanmıştır.




Hindliyan Evi İç Dekorasyonları

19. yüzyılda Sultan Abdülmecid döneminde İstanbul'a gelerek padişahla görüşen ve "Historia de la Turquia" adıyla Fransızca bir Osmanlı tarihi yazan ünlü Fransız şair Alponso de Lamartine'in kaldığı Lamartine evi ve Filibeli tüccar Luka Balabanov'un evi de Filibe'deki 19. yüzyıldan kalma Osmanlı evleri arasında ziyaret edilebilmektedir. Flibe evleri UNESCO tarafından 2004’ten beri koruma altında bulunuyor. 





Filibe Evleri

7 Ekim 1869 tarihinde Sultan Abdülaziz'in Rumeli Demiryolları imtiyaz fermanı ile Ocak 1870'te İstanbul’u Edirne, Filibe, Sofya, Niş, Priştine ve Saraybosna üzerinden Avrupa'ya balğayacak olan Rumeli Demiryolları Şirket-i Şâhânesi kuruldu ve 1870 yılının ikinci yarısında Rumeli Demiryolları kapsamında İstanbul-Edirne-Filibe demiryolunun yapımına başlandı. İstanbul-Edirne-Filibe hattının açılış töreni 12 Nisan 1873’de yapıldı. Filibe, 19. yüzyılda Osmanlı-Türk kültür ve sanat hayatında çok mühim yeri olan iki ismi yetiştirmiştir. Hat sanatının en önde gelen isimlerinden Filibeli Ârif Efendi 1830 yılında Filibe’de doğmuştur ve  Filibe Yürüyüş Camii hatibi İsmâil Efendi’ye devam ederek ondan ders alarak alıp mezun olmuştur. 19. yüzyılda Filibe'den çıkmış bir diğer önemli isim ise Türk edebiyatında çok önemli bir yeri olan Filibeli Ahmed Hilmi'dir. Filibeli Ahmed Hilmi'nin masal-hikâye karışımı birtakım olayları alegorik bir üslûpla anlattığı tasavvufî ve felsefî eseri Âmak-ı Hayâl, Türk edebiyatının ilk felsefi ve gerçeküstü romanı olma özelliğine sahiptir.

93 Harbi olarak bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı esnasında Rus işgaline uğrayan Filibe savaştan sonra kurulan Doğu Rumeli Vilâyetinin merkezi oldu. Doğu Rumeli Vilâyet Meclisi, önce eski Türk hamamında çalışmalarına başlamış ve yeni bir meclis binası fikri 1879 yılında doğunca İtalyan mimar Pierto Montani, hamamı meclisinin çalışabileceği salona dönüştürmüştür. Doğu Rumeli Vilâyeti  ancak 1884 yılında meclisin ve hükümetin oturumlarını yapabileceği özel binanın kurulması için mali imkanlara sahip olunca yeni meclis binası Pietro Montani tarafından tasarlanıp inşa edilmiştir. Doğu Rumeli Vilâyeti meclis binası, günümüzde Filibe Arkeoloji Müzesi olarak kullanılmaktadır.

Doğu Rumeli Vilayet Meclisi Binası, Günümüzde Filibe Arkeoloji Müzesi

Bu dönemde 1884 yılında Pehlivanoğlu Ahmed tarafından Filibe'de yayınlanan ilk Türk gazetesi olan "Hilal" çıkmaya başlamıştır ancak yayın hayatı 4 yıl 10 ay sürmüş ve 1888 yılında kapanmıştır. Şark Demiryolları Şirketi tarafından Filibe'de  istasyon binasının yerine daha iyi bir bina yapılmasına karar verilince Sirkeci Garı mimarı Jachmund’un asistanı ve o yılların en ünlü Türk mimarı Kemalettin Bey tarafından Filibe Garı inşa edilmiştir ve 1907 yılında tamamlanmıştır.

Filibe Garı

5 Ekim 1908 tarihinde Bulgaristan'ın bağımsızlığını ilan etmesiyle Filibe'de 544 yıllık Osmanlı-Türk hakimiyeti sona erdi. 20. yüzyılın başından itibaren Filibe'nin, Osmanlı İmparatorluğunun son dönemindeki kozmopolit görünüşü kaybolmaya başladı. Yunanlılar, 20. yüzyılın ilk yıllarında gerçekleştirilen kıyım sonrasında dışarı atıldılar. Türklerin sayılarının azalmasıyla binalarının, kıymetli mimari eserlerinin yıkımı da başladı. Muhammed Dzinguiz’in hazırladığı bir listeye göre 1908’de Filibe’de 24 cami bulunmaktaydı. 1970’e kadar Cuma ve İmaret camileri hariç hepsi tahrip edilmiştir. Cuma Camii yakınlarındaki oldukça büyük olan Kurşunlu Han’ın ve bedestenin tahrip edilmesi Filibe'nin tarihi mirası adına çok büyük kayıp olmuştur. 1970’lerde, II. Bayezid’in kazaskerlerinden meşhur âlim Hacı Hasanzâde tarafından 15. yüzyıl sonlarında yaptırılan hamam ve cami ile Karşıyaka Hamamı tahrip edilmiştir. 

1946’da sosyalist rejime geçilmesiyle Bulgaristan Halk Cumhuriyeti kuruldu. Sosyalist dönemde sayıları 500’ü bulan sanayi kuruluşları ve dış mahallelerinde inşa edilen toplu konutlarıyla, hızlı kentleşme sürecine giren Filibe'de 1956 yılında alınan çok olumlu bir kararla, Roma, Osmanlı ve “Ulusal Uyanış Dönemi” tarihi yapılarını barındıran “Eski Plovdiv” bölgesi koruma altına alınmış. Tepeler etrafında kurulu şehrin Hıristiyanlara ait bölgesine tarihî bölge statüsü verilmiş ve geniş çaplı restorasyon çalışmaları yapılmıştır. Roma ve Bizans kalıntılarının yanı sıra Mevlevîhâne de restore edilerek Bulgaristan’ın en güzel lokantalarından biri burada faaliyete geçirilmiştir.


Sovyet Ordusu İçin Yapılan Heykel 1954

Alyosha ismindeki Sovyet askerinin 11 metre yüksekliğindeki granit heykeli günümüz Filibesinin silüetini belirliyen en büyük anıtlardan biri konumunda. Sovyet ordusu için "Azat Edenler Tepesi"nde inşa edilen heykel, İkinci Dünya Savaşı''nda Bulgaristan''da Kızıl Ordu birliklerinin karşılanmasını temsil ediyor. Heykelin altında "Yenilmez Sovyet ordusu şerefine - azat eden" yazısı okunuyor.  1966'da Sovyet besteci Edward Kolmanovski, Alyosha''nın heykeline bir şarkı adadı. Bu şarkı Filibe'nin resmi marşı oldu ve Alexey Skurlatov, Filibe'nin onursal vatandaşı ilan edildi. 1989 yılında sosyalist rejimin çöküşüyle politik değişikliklerden sonra anıt "Sovyet işgali"nin bir sembolü olarak iki kez yok olma tehlikesi atlattı. 1996''da Bulgaristan''da yaşayan Rus gaziler eğer anıt yıkılırsa onları yakacaklarını söyleyerek tehdit ettiler. Ancak, 2007''de resmi kutlamalar ve havaifişek gösterileri ile anıtın 50. yılı kutlandı. Bir posta pulu bastırıldı ve Alexey Skurlatov resmi olarak Bulgaristan''a davet edildi. 

Milyo Heykeli

Tiyatro sokağının sonunda merdivenlerden inerken Filibe'nin delisi Milyo’nun heykeli yer almaktadır. 1940’lı yıllarda yaşamış Milyo birkaç dil bilen eğitimli biriyken, menenjit hastalığı nedeniyle akıl sağlığını yitirip sokaklarda dolaşan, insanları güldüren, halkın sevdiği biri Filibe’nin simgesi haline geliyor. Uzun yıllar yurt dışında yaşayan çocukluk arkadaşı Milyo’nun öldüğünü öğrenince onun anısına bu heykeli yaptırmış.




Knez Alexander Caddesi 

Filibe Belediye Binası

St. Nicholas Ortodoks Kilisesi

Günümüzde şehrin trafiğe kapalı, alışveriş ve eğlence hayatının merkezlerinden birisi olan Knez Alexander caddesi şehrin en popüler caddesi olup sunduğu alışveriş, konaklama ve yiyecek içecek işletmeleri imkanıyla şehrin kalbi konumunda. İstanbul gibi yedi tepenin üzerine kurulmuş Filibe’nin eşsiz manzarasını şehri simgeleyen tepeleri Nöbet Tepe, Taksim Tepe ya da Cambaz Tepe'den izlenebilmekte. 


Filibe'den kış manzarası

Pamporovo Kayak Merkezi

Şehrin 80km güneyinde yer alan toplam 25 kilometre uzunluğundaki Pamporovo Kayak Merkezi Balkanların en  bilinen kayak merkezlerinden biri olarak hizmet vermektedir. Rodop Dağları’na özgü mimari tarzında yapılmış oteller, pub, karaoke bar ve gece kulüpleri ile Pamporovo kış turizmi için en çok tercih edilen yerlerden biri konumundadır.

Filibe 2019 yılı boyunca dünyaca ünlü sanatçıların da katılımıyla gerçekleşen 300 proje, 500'den fazla program ve 2 milyon turist ile Avrupa kültürünün odağını haline geldi. Filibe'de  yapılan Avrupa Kültür Başkenti açılışına yaklaşık 40 bin kişi katılırken, görkemli törenler düzenlendi. Roma dönemi tarihi zenginliği, Osmanlı döneminden eserler ve günümüzde kültürel ve sanatsal yaşamıyla dikkat çeken Filibe'de 2019 Avrupa Kültür Başkenti açılışında 30 metrelik kulede, altı katlı sahnede 1500 sanatçı yer aldı. Açılış programında sahne yerine 360 derecede görme fırsatı sunan kulede ışık, ses ve farklı müzik, dans şovlarıyla görkemli bir açılış yapıldı. Kuledeki programı açan Filibe Belediye Başkanı İvan Totev, "Farklı etnik grupları ve dinleri bir arada yaşatan Filibe'de farklı dillerde konuşuyoruz, ancak birliktelik sloganında hepimiz birlik içindeyiz" dedi. "Tüm renkler bir arada" isimli program havai fişek gösterisi ile devam etti. İki saat süren şova kentteki tüm etnik grupların kültürel özelliklerinden kestiler sunuldu. Mevlana'nın, 'Gel, kim olursan ol yine gel' isimli şiiri Bulgarca okundu. Cuma Meydanı'nda  Berlin Duvarı'nın yıkılışının 30'uncu yıldönümüne adanan ve Berlin Duvarı'ndan parçalar içeren sergi büyük ilgi görürken, Komünist dönemin simgesi Trabant markalı arabalarla da renkli bir hava oluşturdu. Filibe'nin Kültür Başkenti çerçevesinde şimdiye kadar 10 milyon euro harcama yapıldığı belirtildi. 





16 Ekim 2019 Çarşamba

ORTA ASYA'NIN KAYIP HALKI SOĞDLAR




Sogdiana


Orta Asya, coğrafi olarak denizlere en uzak olan bölgelerden biridir. Ancak Hazar Denizi, Aral ve Balkaş Gölleri ve Amu Derya, Siri Derya ve Hari Nehirleri gibi zengin su kaynakları ve olağanüstü yer altı zenginlikleriyle birlikte, önemli ticaret yollarının kesiştiği bir coğrafya olması sonucu tarih boyunca çok önemli bir konuma sahip olmuştur. Günümüzde Orta Asya, Sovyetler Birliği'nden ayrılarak bağımsız olan Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan'ın yanı sıra Afganistan, Pakistan'ın kuzeyi, Çin'in batısındaki Uygur Özerk Yönetimi, Moğolistan ve Rusya'nın bir kısmı ile İran'ın kuzey doğusundaki Horasan Eyaletini kapsayan bölgeyi tanımlamak için kullanılan coğrafi bir  terimdir. Ancak Orta Asya, 8. yüzyılın başında Emevîler tarafından fethedilmeden evvel dört ayrı coğrafi bölgeden oluşmaktaydı. Birincisi günümüzde İran'ın kuzey doğusu, Türkmenistan'ın güneyi ve Afganistan'ın kuzeyini kapsayan Horasan idi. İkincisi Türkmenistan'ın kuzeyini ve Özbekistan'ın batısını kapsayan Harezm idi. Üçüncüsü Afganistan'ı kapsayan Baktriya, dördüncüsü ise Semerkand, Buhara, Hocend, Pencikent gibi İpek Yolunun önemli şehirlerinin bulunduğu günümüzde Özbekistan'ın doğusu ve Tacikistan'ı kapsayan Sogdiana idi. Soğdiananın yerli halkı Soğdlar, merkezleri Semerkand olmasına karşın Kırım’dan batı Çin’e, hatta Hindistan’a değin çok geniş bir coğrafyada tarihî İpek Yolu rotasındaki neredeyse bütün önemli ticaret merkezlerinde kolonileri bulunan, savaş yerine ticareti tercih etmiş, bu coğrafyalardaki dinî ve kültürel zenginliklerin taşınmasında, aktarılmasında, dillerin, dinlerin ve kültürlerin harmanlanmasında önemli roller oynamış İranî bir halktı. Bu özellikleri ile aynı kültür dairesi çerçevesi içinde olamalarına rağmen Perslerden farklılık gösteren Soğdlar, Orta Asya'nın Çin ve Hindistan ile etkileşimin başlıca aktörleri olmuş aynı zamanda Zerdüştlük, Budizm, Manihaizm, Nesturi Hristiyanlık vb. dinlerin samimi misyonerleri rolünü üstlenmişlerdi.   

Behistun Yazıtında yer alan Pers İmparatorluğu'nun eyaletleri listesinde Sogdiana'nın adı 18. sırada geçmektedir. 
Zerdüştilerin, Avestanın bozulmadan muhafaza edilebilmiş olan tek nosku olarak kabul ettikleri Vendidad'ta, Sogdiana'nın yüce tanrı Ahura Mazda’nın yarattığı ülkeler arasında Aryanların ana vatanı olarak geçen Airyanem Vaejah’tan sonra gelen en iyi ikinci ülke olarak listelenmiş olması bu bölgenin önemini göstermektedir. Sogdiana, Pers İmparatorluğu'nun ve Ahameniş hanedanının kurucusu Büyük Kiros tarafından fethedilmişti. Bölge daha sonra Makedonya Kralı Büyük İskender tarafından MÖ 328'de fethedilecekti. İskender bölgeyi ele geçirdikten sonra bir Soğd asilzadesi olan Oxyartes'in kızı Roxana ile evlenmişti. Soğd dilinde Roshanak olan adı "küçük yıldız" anlamına gelen Roxana, 323 yılında babasının tahtını miras alan IV. İskender'in de annesi olacaktı. Bir Soğd asili ve savaşçısı olan Spitamenes, İskender'in kuvvetlerine karşı bir ayaklanma gerçekleştirmişti. Ancak bu isyan, İskender ve generalleri ile yerli Baktriya ve Soğdianalı birliklerinin yardımı ile bastırıldı. İskender'in Roxana ile olan evliliğine bağlı olarak İskender, daha fazla isyanı engellemek için yüksek rütbeli subayları dâhil olmak üzere 10.000 askerini de Soğdianalı yerli kadınlarla evlenmeye teşvik etti. Buna I. Selevkos Nicator'la evlenen ve onu Selevkos tahtına götüren bir oğlu ve gelecekteki varisi verecek olan isyancı Spitamenes'in kızı Apama da dahildi. Selevkoslar döneminde Apamea adında bugünkü Türkiye'de Bursa'da, Afyon'da ve Urfa'da olmak üzere üç Helenistik şehir kurulmuştu. Aynı şekilde Irak ve İran'da iki Suriye'de ise bir tane Apamea adında Helenistik dönem şehri bulunmaktaydı. Bunların hepsinin ismi İskender'e isyan eden Spitamenes isimli Soğd asilzadesi ve askerininin kızı olan Selevkos Krallığının kurucusu I. Selevkos Nicator'un eşi Apama'dan gelmektedir. Soğdlar daha sonra MÖ 248 yılında Selevkos İmparatorluğu'ndan ayrılarak I. Diodotus tarafından kurulan bir devlet olan Helenistik Grek-Baktriya Krallığının bir parçasını oluşturdu. İlerleyen dönemlerde bölge İslam fetihlerine kadar geçecek olan süre boyunca Orta Asya'nın göçebe halkları tarafından kurulan Hunlar, Kuşanlar ve Eftalitlerin hakimiyetine girmişti. 

6. yüzyılın ikinci yarısında Türkler, Orta Asya'daki tüm göçebe bozkır kavimlerini birleştirerek büyük bir güç haline gelmişti. Sonradan yapılan tarihi adlandırmasıyla bizim Gök-Türk Devleti olarak bildiğimiz Türk Kağanlığı, Orta Asya'da büyük bir güç haline geldiği dönemde Baktriya ve Sogdiana'da tıpkı Türkler gibi Orta Asya steplerinden gelmiş göçebe bir halk tarafından kurulan ancak kısa sürede coğrafi konumu etkisi ile çok kültürlü bir yapıya ulaşan Eftalitler hüküm sürüyor ve İpek Yolu ticaretini elinde bulunduruyordu. Doğal olarak Eftalitler ve Türkler arasında ticaret yolları üzerinde ve bölgede hakimiyet mücadelesi kaçınılmaz hale gelmişti. Gök Türk Kağanlığının batı kanadı yöneticisi İstemi Yabgu, Eftalitlerin kuzeyinde güçlü bir hakimiyet sağlamış ve Eftalitler üzerinde baskı kurmaya başlamıştı. İsteminin hakimiyetini pekiştirmesi için İpek Yoluna kesin olarak hakim olması lazımdı. Eftalitler, batılarında bulunan ve o dönemde İran’da en parlak dönemini yaşayan Sâsânîler ile düşman olduklarından Gök Türklere karşı müttefik bulmak maksadıyla Çin'e 555 ve 558 yıllarında olmak üzere iki kere elçilik heyeti göndermişti. İstemi Yabgu ise Eftalitlere karşı Sâsânîlerin en ünlü hükümdarı II. Hüsrev namı diğer Nûşirevân-ı Âdil ile ittifak kurdu. Şimdi Sâsânî hükümdarı Nûşirevân için de fırsat doğmuş dedesi Fîrûz'un öcünü alıp ezeli ve azılı düşmanı Eftalitleri yok etme fırsatını yakalamıştı. O sırada İran'dan gelen elçi, Nûşirevân'ın İstemi Yabgu’nun kızı ile evlenmek istediğini söyledi. İstemi Yabgu teklifi kabul ederek kızı Fâkim’i Sâsânî sarayına gelin olarak gönderdiNûşirevân'ın İstemi Yabgu'ya damat olması Fırdevsî'nin Şehnamesinde abartılı bir şekilde destani bir üslupla anlatılmıştır. Bu evlilikten doğan ve ilerde Sâsânî hükümdarı olacak olan IV. Hürmüz, annesi bir Türk prensesi olduğundan kaynaklarda “Türkzâde” lakabıyla anılmaktadır. Ayrıca Türkzâde” lakabıyla anılan IV. Hürmüz'ün oğlu Hüsrev-i Perviz de Fars edebiyatının ünlü eseri "Hüsrev-ü Şirin'in kahramanıdır. İlerde Kağan olacak olan İstemi Yabgu’nun oğlu Tardu Kağan da Sâsânî hükümdarı IV. Hürmüz'ün dayısıdırBöylece Sâsânî hanedanı ile Gök Türk Kağanı arasında akrabalık oluşmuştu. Bu ittifakın ardından 557 yılında Gök Türk orduları kuzey doğudan saldırırken Sâsânî kuvvetleri de batıdan hücuma geçerek Eftalitleri kolayca yıktılar. İstemi Yabgu, Eftalitlerin hükümdarı Vezr'i savaş alanında yenip öldürerek mallarını ele geçirdi. Yıkılan devletin toprakları  Sâsânîler ve Gök Türkler arasında taksim edildi. İstemi Yabgu Semerkant, Buhara, Kaşgar, Hoten ve Fergana sahasını alırken Nûşirevân da Eftalit başkenti Belh’i ve bütün Toharistan’ı, Zabulistan ve Çağaniyanı işgal etmişti. Meşhur İpek Yolu'nun çok önemli bir bölümü ve bu yolda ticaret yapan Soğdlar İstemi Yabgu'nun eline geçmişti. Soğdlar, Türk hakimiyetine geçtikten sonra, yeni efendilerinin itibarlarından yararlanmak niyetiyle İran'da ipek ticareti yapma izni almak için İstemi Yabgu'dan destek olmasını istediler. İstemi Yabgu'nun onayını aldıktan sonra Maniakh adlı bir Soğd'un önderliğindeki heyet 566 yılında Nûşirevân ile görüşmeye gitti. Soğd elçilerin getirdiği ipekliler halkın gözü önünde yakıldı. Heyet öfkeyle geri döndü. İstemi Yabgu olayı hazmedemeyerek yeni bir heyet gönderdi ve ‘‘Bu meselenin uzlaşma yolu ile hallini istiyorum. Biz iki dostuz ben bu işi başka yolla halletmesini de bilirim’’ dedi. Nûşirevân'ın asıl amacı Gök Türklerin eline geçen ticaret yolunun tamamına hakim olmaktı. Bu nedenle Akdeniz ve Bizans limanlarına yapılan ticareti durdurarak Gök Türklere bağlanmış olan tüccar Soğd kavmini ekonomik zorluklara sokacak hem de Gök Türkleri ipek transit vergisinden mahrum bırakacaktı. Neticede Nûşirevân elçileri zehirletti ve İstemi’ye netice alamadık, zira elçilerininiz İran iklimine tahammül edemeyerek öldü diye haber yolladı. Lakin sonra bunun bir cinayet olduğu anlaşıldı. İstemi Yabgu bunun üzerine başka yerlerde teşebbüste bulunmaya karar verdi. Bu sırada Bizans’ın böyle bir münasebete hazır olduğu belli idi. İstemi Yabgu tarihte ilk defa olarak Orta Asya’dan bir elçilik heyetini Konstantinopolis'e yolladı. Türk elçilik heyeti yine Soğdlu Maniakh‘ın başkanlığında olup, 567’de yola çıkmış ve İdil Nehrini geçerek Hazar Denizi üzerinden ve Kafkasyayı kuzeyden güneye aşarak 567 yılının son aylarında Konstantinopolis' varıp hediye olarak da bol miktarda ipek getirmişlerdi. Ezelden beri Sâsânîler ile Bizansın arasının iyi olmadığını Soğdlar biliyordu. Kurulacak Gök Türk - Bizans ittifakı ile Sâsânîler zor durumda kalabilirdi. Gök Türk elçilerinin gelmeleri Konstantinopolis'te derhal bir alaka uyandırmış ve İmparator II.Justinos (565-578) bir an önce müzakerelere girişilmesini emretmişti. Maniakh önderliğindeki Gök Türk elçi heyeti İmparatora çok değerli hediyeler sundular ve İstemi Yabgu'nun gönderdiği mektubu okudular. Maniakh, Türklerin Bizansa sadık kalacakları konusunda yemin ederek ve Bizans'a bir saldırı olursa Türkler onlara yardım edeceğine dair teminat verdi. Türk temsilciler de ellerini göğe kaldırarak bu konuda yemin ettiler.  Maniakh'ın başkanlığındaki Türk elçilik heyeti 569 yılının yaz aylarına kadar Konstantinopolis'te kaldı. Bizans imparatorunun izniyle Gök Türk tüccarları ile birlikte Soğdlu tüccarlar da Konstantinopolis'te ticaret merkezi kurmuşlardı. 



MS 581'de Sogdca olarak Soğd alfabesinde yazılmış olan "Bugut" yazıtı, Gök Türk Kağanlarının tarihi hakkındadır ve Türk adının geçtiği en eski yazılı belgedir.

Müslüman Arapların, Sogdiana coğrafyasını fethetmesi ve hakimiyet kurması kolay olmamış bölgenin fethi 30 sene içerisinde gerçekleşmiş fetihten sonra da isyanlar devam etmiştir. Harezm ve Maveraünehire akınlar Emevîler zamanında başlamıştır. Yâkūt, Hz. Muhammed’in bir hadiste Buhara’nın fethini müjdelediğini söyler. Şehir 674 yılında Muâviye’nin Horasan Valisi Ubeydullah b. Ziyâd tarafından fethedilmiştir. Bu sırada şehrin hükümdarı Bîdûn Hatun idi Taberî bu kadının Türk hakanının karısı olduğunu söyler. Bîdûn Hatun yapılan antlaşmaya göre yıllık 1 milyon dirhem ve 2000 muharip verecekti. Bu antlaşma iki yıl sonra Vali Saîd b. Osman tarafından yenilenmekle beraber İslâm hâkimiyeti devamlı olmadı ve şehir zaman zaman müslümanların kontrolünden çıktı. Yine Emevilerin Horasan valisi Saîd b.Osman676 yılındaSemerkantüzerine bir sefer düzenledi.SemerkantKralı Tarhûn’un müslümanlara vergi ödemeyi ve rehineler vermeyi kabul etmesi karşılığında barış yapıldı. Kuşatma sırasında şehid düşenler arasında Hz. Muhammed’in kuzeni olan, amcası Abbas’ın oğlu Kusem de bulunmakta idi. Nitekim Semerkant’ta Kusem’e ait olduğuna inanılan bir mezar bulunmaktadır. Ölümünden asırlar sonra, İslam bu topraklarda tamamen hakim din konumuna geldiğinde onun mezarı "Şah-ı Zinde" adında muazzam bir türbeler kompleksi haline dönüşecektir. Semerkant kralı Tarhûn’un anlaşmayı bozması üzerine itaatten ayrılan Semerkant680’de Selm b. Ziyâd tarafından ikinci defa fethedildi. Bununla birlikte Emevîler,Semerkantve Soğd hâkimiyetini sağlamakta zorlandılar. Gök Türk hükümdarı Kapgan Kağan gönderdiği ordularlaSemerkantve çevresini 701 yılında tekrar kendine bağladı. 

Sogdiana tam anlamıyla, 706-715 yılları arasında Kuteybe b. Müslim tarafından fethedildi. Böylece en önemlileri Semerkant, Buhara, Pencikent, Varahşa, Kobudan, İştihan, Maymurg, Keş, Beykend olan Soğd şehirlerinin tamamı Arapların yönetimine girdi ve zaman zaman vuku bulan isyanlara rağmen İslâm hâkimiyeti yavaş yavaş buralara yerleşti. Müslüman coğrafyacılar bölgeye iki nehir arasında anlamına gelen(Siri Derya ve Amu Derya arası) "Maveraünnehir" adını verdi. Taberî, Kuteybe b. Müslim’in Semerkant’ı ele geçirdiğinde çok sayıda tapınak yıktırdığını ve bunların Zerdüştî ateş tapınaklarına benzediğini söylemektedir. İslâm ordularının fethinden sonra bölgede iki de Budist manastırının yıkıldığı bilinmektedir. 

Semerkant'ta bulunan 7. yüzyıla ait bir Soğd duvar resmi

740 yılında Gök Türk konfederasyonunu oluşturan boylardan biri olan Uygurların, Gök Türk hanedanını yıkıp Uygur Kağanlığını kurmalarıyla Uygurlar Orta Asya'da büyük bir güç olarak ortaya çıkmıştı. İslâm’ın gelmesinden sonra bölgeden kaçan Soğd kökenli Mani rahiplerinin etkisiyle Uygur Kağanı Bögü 764’te Maniheizm’i kabul etti. Çin’de de yine Soğd etkisiyle Mani dini yayılma imkânı buldu. Uygurlar, İslâmiyet’in bölgeye gelmesinden sonra kaçan Soğdlar’ın alfabelerini ve birçok kelimelerini aldılar; Bu gün hala Anadolu’da da kullanılan “kent” (kend) kelimesi bunlardan biridir. Kaşgarlı Mahmud'un Türk yazısı dediği Uygur Alfabesi, Soğd alfabesinden uyarlanmıştı. 13. yüzyılda Moğollar tarafından da Moğolca için kullanılmaya başlanan bu yazı Müslüman bir hanedan olmasına rağmen 15. yüzyılda Timurlular döneminde dahi Çağatay Türkçesi için kullanılmıştır.  


Gök Türk dönemine ait üzerinde Kağan ve Hatun portresi olan para. Her iki portre arasında ay-yıldız sembolü görülüyor. Arka yüzde Soğdça “Bu sikke Yabgu Çidarnak’ındır” ifadesi yazılıdır. VII. Yüzyılın ilk yarısı, bakır, Taşkent.

Soğdlular ana yurtlarında dönemlerine göre oldukça gelişmiş şehircilik altyapısı ve sulama sistemleri ile desteklenen tarımahayvancıkığa, zanaat ve ticarete dayalı yerleşik bir uygarlığın temsilcisi idi. Şehir devletleri halinde yaşayan ve çok farklı coğrafyalarda kolonileri, diasporaları bulunan Soğdlular, Orta Doğulu Yahudiler gibi, düzenli bir ordu ve uzun süreli siyasal birlik kuramamıştırSoğdlular, Çin kaynağı Yeni Tang Tarihi’ndeki ifadeyle, ‘Nerede kazanç varsa oraya giden’ bir halk olarak nitelendiriliyordu. İpek Yolunun asıl tüccarları Çinliler değil Soğdlar idi. Orta Asya'daki zenginliğin asıl kaynağı uzun mesafeli ticaretti. Haritaya şöyle bir göz atıldığında bölgenin coğrafi konumunun ne denli eşsiz olduğu hemen fark edilir. Avrasya kıtası üzerinde tüm büyük medeniyetlere Orta Asya'dan ulaşmak mümkündü ve bu medeniyetler de birbirlerine ulaşmak için Orta Asya üzerinden geçmek zorunda idi. Bölgenin zorlu coğrafi koşullarında deve, mal ve insan taşımacılığının vazgeçilmez aracı konumundaydı. Orta Asya'da bazı meziyetlerinden ötürü iki hörgüçlü develer tek hörgüçlülere göre daha işe yarar görülüyorlardı. Çünkü soğuğa karşı çok daha dayanıklılardı. Orta Doğunun hecin devesi yerine bu bölgeye has "Baktriya devesi" bölgeler arası taşımacılığın bel kemiği haline gelmişti. Bir Baktriya devesinin 225 kg taşıyabildiği düşünülürse bin deveden oluşan bir kervan 225 ton mal taşıyabiliyordu. Baktriyadaki lacivert taşı o dönemde tüm dünyada iyi tanınıyordu. Hem Firavunalar dönemi Mısır'da hemde Harappa medeniyeti döneminde Hindistan'da çok tutuluyordu. Günümüzde Çin Uygur Özerk Bölgesinde kalan Hoten kentinden çıkarılan yeşim taşı, bu günkü Tacikistan sınırları içinde kalan Bedehşan'dan gelen zümrüt, Semerkant ve Buhara vahasındaki altın gibi kar payı yüksek mallar ile başlayan ticaret karlı olan her mal ve ürünü kapsar hale gelmişti. Önce yüzlerce sonra binlerce Baktriya devesindne oluşan kervanlar Hindistana, Çine, İran'a ve Mısır'a gidiyor, Orta Asya'nın pazarlarından alınmış kıymetli malları satıyor dönüşte de bölgenin pazarlarından satılabilecek ne varsa alıp getiriyorlardı. Bu girift güzergah ağları ve nakliyat yollarına 19. yüzyılda Alman coğrafyacı Baron Ferdinand von Ricthoven tarafından "İpek Yolu" ismi verilmiştir. İpeğin M.Ö 100'den M.S 1500'e kadar Çin'den bu güzergah vasıtasıyla batıya ulaştığını  doğru bir şekilde tespit etmişti. Fakat hatası ipeğin ticaretteki tek yada ana ürün olduğunu zannetmesiydi. Aslında Baktriya'dan Mısır ve Hindistan'a uzanan bir "Lacivert Taşı Yolu", Hoten'den Çin'e giden bir "Yeşim Taşı Yolu" veya Sogdiana'dan Orta Doğu başkentlerine varan bir "Altın Yolu"ndan bahsedilebilirdi. Ayrıca nakliyatın ana koridorlarının Çin'e açıldığı yanılgısına düşmüştü. Halbuki biri Hindistana ulaşıyordu. Dahası ipeğin sadece Çin'den geldiği zannedilmişti. Oysa Orta Asyalı müteşebbislerin başkalarının ipeğini almaktansa kendi topraklarında daha kaliteli ipek üretebileceklerini farketmeleri çok uzun sürmemişti. Horasan'daki Merv kenti ipek üretip batıya ihraç eden ana üreticiydi. Hatta ipek üretimi için "ipek böcekçiliği enstitüsüne" gibi bir kuruma bile sahipti. İşte bu kıtalar arası karmaşık ticaretin Orta Asya'daki efendileri Soğdlardı. Ticarethanelerinin dur durak tanımayan ihtirası onları deniz yollarına da taşımış Karadeniz'den Konstantinopolis'e, Basra'dan Hint Okyanusu boyunca Sri Lanka ve Canton'a uzanan güzergahlar oluşturmuşlardı. Soğdlar dünyayı tanıyordu. İşportacılık sanatından haberdarlardı. Çine'e giden bir satıcı Taoist gibi giyiniyor, simya ritüellerini gerçekleştiriyor ve sonunda bir iksir yapıyordu. Bu iksirden içen herkesin ölümsüz olacağını iddia ediyordu. Daha sonra bu ab-ı hayatı Çin halkının safça olanlarına satıyordu. Asırlar boyunca süren bu ticari teşebbüslerin neticesi olarak Orta Asya'nın tüm kentlerinde zengin ve fall bir tüccar sınıfı ortaya çıkmıştı. Bu adamlar dünyayı hükümdarlardan daha iyi tanıyordu. Sermerkant'ın merkezi olduğu Sogdiana halkı matematiğe çok ilgiliydi çünkü öyle olmak zorundaydı. Çarpma bölme bilmeden bir paketin ağırlığı üzerinden kalan yüzlercesinin ağırlığını nasıl hesaplayabilirdi. Bir ticaret sözleşmesinin nasıl yapılacağı, bir para biriminin diğerine nasıl çevrileceği ve binlerce kilometre öteye paranın nasıl gönderileceğini bilmek zorundalardı. Bu meziyetler Avrupa'da ancak beş yüz sene sonra yaygınlık kazanacaktı. Okuryazarlık ve matematiğe olan ilgi sadece ticaret dünyası ile ilgili değildi. Çin kaynakları İslamiyet öncesi Sogdiana'nın kanunlarının yazılı olduğunu ve mabedlerin birinde saklı tutulduğunu bildirmektedir. Kaybolmuş bir dünya hakkında bu kadar çok ayrıntıya nasıl sahip olabiliyoruz ? Çünkü 1933 senesinde Tacikistan'ın güneyindeki bir dağın zirvesinde dolaşan bir çoban üzeri toz toprakla örtülü bir çömlek kapağı bulmuştu. Bu kapağın altında yaklaşan İslam ordularından kaçan Pencikent hükümdarı Divaştiç'in 1500 sene evvel gömdüğü belgeler bulunmakta idi. Mug Tepesin'deki bu çömleğin içinde parşömen kağıdın üstüne yazılmış bir sürü Soğdca resmi kayıt vardı. Mum ve reçine ile kapatılmış olan bu belgeler 1933'e kadar sağlam kalmıştı. Bu belgelerden İslam öncesi dönem Orta Asya medeniyetinde teknik yeterliliğe ve bilime büyük önem verildiği hemen anlaşılmaktadır. Ticaret, üretim, inşaat ve kent yönetimi konusunda teknik bilgilere sahiptiler. Örneğin sulama sistemleri kanallarının genişliğini ve derinliğini yer altı kanallarının çaplarını, çıkış kapaklarının hacmini hesaplayabildikleri rasyonel araçları vardı. Tarım alanları, ev ihtiyaçları ve hamamlar için her gün yüzlerce ton suya ihtiyaç duyulan bir toplumda bilgi ve teknik uzmanlığa saygı gösterilmesi şaşırtıcı değildi. Soğdlar sadece bu işler için dokuz farklı makina kullanıyorlardı. Bunlardan biri de kendilerinin icat ettikleri yel değirmeni idi. 1920lerde Sovyet mühendis Orta Asya su dolabının çığır yada çark ta denebilir ki zamanında bunlardan binlerce vardı, %30-50 daha az su kullanarak yerçekimi bazlı bir sistem ile aynı seviyede sulama yapabildiğini hesaplamıştı. Mug Tepesinde bulunan belgeler arasında 7. asra ait astronomi hakkındaki belgeler ve Sogdiana'da kullanılan gelişmiş takvim sistemleri İslamiyet önceki asırlarda Orta Asya'daki bilime dair ipuçları vermektedir. Tüm bunlar düşünüldüğünde gelecek asırlarda Orta Asyalıların İslamiyetle tanışmalarından sonra geometrinin bilinen tekniklerini derlemeleri, uygulamalı cebirin ilk sistemi üzerine çalışma yürütmeleri ve trigonometriye alan açmaları Harezmi, Biruni, İbn-i Sina, Fergani, Farabi, Ömer Hayyam, Ali Kuşçu ve Uluğ Bey gibi bilim adamları çıkarması şaşırtıcı gelmeyecektir.  

Orta Asyada konuşulan yerel dillerin yabancı alfabeleri benimseyip ardından dışardan gelen güçlerin dillerine teslim olmayıp kendi dillerini ön plana çıkarmış olmaları, ister İrani olsun ister Türki, Orta Asya medeniyetinin asli özelliklerinden birini ortaya koymaktadır. 1950'lerde Sovyet arkeologlar meseleye neşter vuruncaya kadar dünyanın Soğd, Harezm ve Baktriya dillerinden haberi yoktu. Kilden yapılmış bir kabın ağzındaki şu Soğdca yazılmış mısra Rus dilbilimci Vladimir Lifshits'i şaşkına çevirmiştir;

Farkına varmazsan zararın, servete nasıl ulaşacaksın O vakit doldur içelim

Hristiyan Soğd metni

Mısra 11. asırda yaşamış olan Ömer Hayyam'a aitti. Bu demek oluyor ki İslamiyetin gelişinden 4 asır sonra dahi Soğdca bölgede kullanılmakta idi. İslamiyet öncesi Orta Asya'da kitap adedinin çok olduğunu ve hemen her yere yayıldığını varsaymak için tüm sebepler mevcuttur. Bir asır evvel Aurel Stein, Doğu Türkistan'ın kurak mağralarında bölgenin yerleşik Uygur ve diğer milletlerinden kalma 15 bin cilt kitapla karşılaşmıştı. Kağıt devriminin İslam öncesi dönemde başladığı ve her şeyden önemlisi Orta Asya'da yoğunlaştığı açıktır. İslâm öncesinde olduğu gibi İslâm’dan sonra da Soğd tüccarları İpek yolu üzerinde etkili rol oynadılar. Bunlar hakkında hem İslâm hem Çin kaynaklarında ayrıntılı bilgiler bulunmaktadır. Özellikle Bîrûnî’nin el-Âs̱ârü’l-bâḳıye’de anlattıklarından faydalanılmış ve Doğu Türkistan’da Buda, Mani ve hıristiyan dinlerine ait çok sayıda yazılı metin ortaya çıkmıştır. 

Soğdlar Buda'ya taparken

Ancak İslâmiyet’ten sonra Soğd ülke adının daha dar bir bölgeyi ifade etmeye başladığı görülmektedir. Bölgeyi İslâm dünyasının doğu kesiminin en güzel yeri olarak tanımlayan İstahrî’ye göre Soğd, Buhara’nın doğusundaki Debûsiye’den Semerkant’a kadar uzanan sahaları kapsıyordu; buna bazı kaynaklarda Buhara ve Keş de (Kiş) ilâve edilmiş ve bazan Keş, Soğd’un başşehri olarak gösterilmiştir. Kâşgarlı Mahmud, Soğd adıyla Buhara ile Semerkant arasına işaret etmektedir. Mücmelü’t-tevârîḫ’te bildirildiğine göre, feodal Soğd şehir beylerine “beg tigin” denilmekteydi. Bunun yanında “ihşîd” kelimesi “prens” veya “hükümdar” anlamında kullanılan bir unvandı.

Soğd duvar resmi. Tacikistan, Pencikent

 Maniheist Soğd metni

Arap fetihlerinden sonra Maveraünnehir’in İslamlaşmasıyla, Soğdluların Farslaşma ve Türkleşme süreci başlamıştır.Bu süreç Perslerin ve Soğdluların yeni bir kimlik formatıyla, İslami ‘Fars-Tacik"’ ve "Türk" kimliğiyle yeniden tarih sahnesine çıkmalarıyla sona ermiştir. 11. Yüzyılın sonunda Kaşgarlı Mahmud tarafından yazılan Türk Dili'nin en eski sözlüğü Divan-ı Lügat-it Türk'te Kaşgarlı Mahmud Soğdluları Türkleşmiş bir kavim olarak zikretmektedir.  


Soğdca metin

Soğdca ise İslamiyet’in bölgeye nüfuzunun ardından 11-12. yüzyıllara kadar eser vermeye devam etmiş; ancak bir süre sonra yerini İslami dönemin yeni Farsçasına ve Türkçesine bırakmıştır. 9. Yüzyılda Abbasi hilafetinin merkeziyetçi idaresi gevşeyince kadim İran geleneğini izleyen Samanîler(874-999)  yükseldi. Horasan ve Maveraünnehirde hüküm süren Samanî hanedanı köklerini Behram Çubin’e ve İranlılar’ın efsanevî hükümdarı Keyûmers’e kadar uzanan soy kütükleriile kendisini İslam öncesi İran şahları, Sâsânîlere bağlıyordu. Günümüzde Modern Farsça dediğimiz Arap harfleri ile yazılan İran, Afganistan ve Tacikistan’ın resmi dili olan Yeni Farsça, Samanîler topraklarında Buhara ve Semerkant’ta doğmuştur. İslam sonrası modern Farsça ile yazan ve yeni Fars edebiyatının kurucusu olarak kabul edilen Rûdekî  yeni Farsça ile yazan ilk büyük şairdir ve Sogdiana bölgesinin merkezi olan Semerkantta dünyaya gelmiştir.  

Tarihte İslamiyet sonrası Yeni Farsça ile yazan ilk şair Semerkantlı Rudeki'nin Tacikistan'ın Pencikent şehrindeki türbesi

Tarihi Sogdiana coğrafyasının büyük bir bölümünde günümüzde Farsça konuşan Tacikler yaşamaktadır. Özbekistan sınırları içerisinde kalan Sogidiananın merkezi Semerkant'ta bile halkın %70'i Farsça konuşmaktadır. Bugünkü Taciklerin aynı bölgenin bin yıl öncesi Soğdlularının doğrudan mirasçısı olup olmadığı, Soğdca ile Tacik dili(Farsça) arasındaki dilbilimsel farklılığın yarattığı kuşkulu doğrudan bağlantı cevabı kesin olarak verilemeyen bir soru olarak kalırken Soğdca tipi bir İrani değişkenin, İslami dönemin Farsçasına evrildiği de düşünülebilir. Farsça, Soğdcanın doğrudan devamı olmamasına karşılık bazı araştırmacılar Tacikistan’ın kuzeybatısında konuşulan İrani Yagnobi dilinin Soğdcanın bakiyesi olduğunu ileri sürmektedir ve Yagnobi dilini Neo-Soğdca olarak da adlandırmaktadır.

Tarihi Soğd Müzesi. Tacikistan, Hocend

Günümüzde Tacikistan'da Yaghnob, Qul and Varzob neirlerinin vadisinde yaşayan Yaghnobi halkı, 8. yüzyılda Arapların, Sogdiana'yı fetinden sonra yüksek vadilere yerleşen bir grup Soğda dayanmaktadır. Günümüzde Sünni Müslüman olan Yaghnobiler bünyelerinde Zerdüştlüğe ait İslam öncesi inanışlarda barındırmakta. 




Günümüzde Tacikistan'da yaşayan Yaghnobi çocuklar.

Tacikistan'da 25 bin kişinin ana dili olan Yaghnobi dilini konuşan halk birkaç topluluğa ayrılır. Ana grup Zafarobod bölgesinde yaşarken Yaghnob Vadisi'nde de yerleşim yerleri de bulunmakta. Bazı topluluklar Zumand ve Kůkteppa köylerinde ve Duşanbe'de veya çevresinde yaşarlar. Yaghnobi konuşmacılarının çoğu iki dilli olup Yaghnobi çoğunlukla günlük aile iletişimi için kullanılırken ve Farsça ise Yaghnobi konuşmacıları tarafından ticari ve resmi işlemler için kullanılmakta. Neo-Soğdca konuşan 25 bin kişi kalsa da Soğdlar tarih boyunca gerek Fars ve gerek Türk kültürüne olan katkıları ile bu diller ve kültürlerde yaşamakta olup bölgenin İrani ve Türki diller konuşan halkları arasında Soğd kökenli çok sayıda insanın olduğu tahmin edilmektedir.

Anadolu'da Klasik Türk Edebiyatının Doğuşu

İran saraylarında gelişmiş klasik yüksek kültür mirası, Anadolu'da Konya Selçuklu sarayından sonra  Uc Türkmen beyliklerinde örnek al...