Anektodlar

13 Ekim 2019 Pazar

HERO İLE LEANDROS


Bir zamanlar Kız Kulesinde bir kız yaşar, ona aşık bir delikanlı da her gece sevgilisi ile buluşmak için Galata'dan kuleye yüzermiş… Bir gece fırtına çıkınca, deniz delikanlıyı alıp götürerek, ölü gövdesini ertesi sabah kulenin dibine atmış. Bu masal Kızkulesi için anlatılır, oysa, Hero ile Leandros'un efsanesi aslında Boğaziçi'nde değil, Çanakkale Boğazında geçer. Antik Çağ'da Anadolu'nun kuzeybatı köşesi Troas olarak bilinmekteydi. Çanakkale Boğazı ise Hellaspontos. Hellaspontos'un en dar olduğu yerde biri Abydos diğeri de Sestos adında iki şehir bulunmaktaydı. Bugünkü Aydos/Nara burnuna lokalize edilen Abydos kenti, Troas'ta bir Miletos kolonisi olarak kurulmuştur. İlyada'da Truvalıların müttefikleri arasında geçeen Sestos ise Abydos'un tam karşısında Hellaspontos'un Trakya kıyısında yer almaktaydı.Bu iki kentin asıl önemi, Antik Çağda bo­ğaz geçişinin Abydos ile birlikte Sestos limanından yapılmasından kaynaklanır. Ni­tekim Pers imparatoru Kserkses MÖ 480’de Abydos’dan Sestos’a doğru ku­rulan tekne köprüsünün üzerinden yürüyerek karşıya geçmişti. Aynı şekilde Bü­yük İskender de MÖ 334’de ordusunu Sestos-Abydos hattını kullanarak kar­şıya geçirmişti.

Abydos ve Sestos'ta geçen mitolojik hikayemize göre Sestos’un surları içinde Aphrodite için yapılmış büyük bir tapınak ve bu tapınakta en az onun kadar güzel ve biri vardı. Rahibe Hero. Hero’yu görenler güzelliğinin büyüsüne kapılır ve onu Aphrodite’in kendisi zannederlerdi. Bu genç rahibe güzel olduğu kadar alçak gönüllüydü de. Bu yüzden Aphrodite bu kızı kıskanmak bir yana onu çok severdi.Her sene ilkbaharın gelişi ile birlikte Sestos’ta şenlikler düzenlenir, çevreden insanlar akın akın buraya gelir, Aphrodite’in mabedini ziyaret ederlerdi. İşte böyle bir bayram günü Leandros adında yakışıklı bir genç Aphrodite’in mabedindeki bir ayine katılmıştı.
Abydos’lu olan Leandros getirdiği hediyeleri sunmak üzere mihraba yaklaştığında; güzel rahibe Hero’yu görünce aklı başından gitmiş ilk bakışta ona aşık olmuştu. Ayin boyunca gözlerini güzel rahibeden ayıramamıştı. Sanki karşısındaki Aphrodite’in ta kendisiydi. Leandros gün batıncaya kadar mabedinin bir köşesinde bekledi. Ziyaretçiler bir bir mabedi terk edince yavaşça tek başına kalan Hero’ya yaklaştı. Rahibe genç delikanlıyı görünce ürkerek geri kaçtı. Ama Leandros onu durdurdu. Ve oracıkta mihrabın önünde Hero’ya duyduğu aşkı dile getirdi.

O günden sonra Leandros Hero’nun tüm itirazlarına rağmen her gün mabede gelip genç rahibeye duyduğu aşkı anlattı. Hero defalarca ona bir rahibe olduğunu ve böyle bir aşka karşılık veremeyeceğini söylediyse de Leandros pes etmedi. Duyduğu sevgi öylesine büyüktü ki, bir gün mutlaka karşılığını alacağına inanıyordu. Tüm çabaları ve ısrarları sonunda arzusuna kavuştu. Hero’da onu seviyordu ancak aralarında büyük bir engel vardı. Hero, deniz sahilinde ıssız bir kalede yaşlı bir kölenin kontrolü altında yaşıyordu, üstelik Leandros’un yaşadığı şehirle aralarında deniz vardı. Ama Leandros aşkı uğruna her şeyi yapmaya hazırdı. Buna, gece karanlığında yüzerek denizi geçmek de dâhildi.
O akşam yaşadığı şehre geri döndüğünde sahile inerek denizi seyretti, gözleri ile karşı kıyıdaki kaleyi arıyordu. Bu sırada rüzgâr şiddetini artırmış, bulutlar ayı ve yıldızları kapatarak ortalığı karanlığa boğmuştu. Issız kalede köle ile birlikte oturan Hero endişe ile dışarıyı izliyordu. Bir ara yaşlı kadına dönüp; “Bu korkunç gecede kim bilir kaç balıkçı yolunu bulup evine dönemeyecek. Bence karanlıkta yolunu kaybeden denizcilere yol göstermek, onları felaketten kurtarmak için kalenin üstüne bir meşale yakarsak Aphrodite’yi de sevindirmiş oluruz” dedi. Bu sözlerle yumuşayan yaşlı kadın, kalkıp bir meşale yaktı ve kalenin tepesine kolayca görülebileceği bir yere koydu.
Esen rüzgâr onu canlandırdı alevi daha da yükseldi ve etrafı aydınlattı. Hero heyecanla dışarıyı seyrederken duyduğu bir sesle kalbi küt küt atmaya başladı. Denize doğru baktığında dalgalarla boğuşan birini gördü bu Leandros’tan başkası olamazdı. Onu yaşlı köle de görmüştü. Aşağı inip delikanlıya kıyıya çıkabilmesi için yardımcı oldu ve onu rahibenin odasına götürdü. Leandros yorgunluktan bitkin ama sevdiğini görmekten mutlu bir halde genç rahibeye sarıldı. Yaşlı köle buna çok şaşırmıştı ancak onlara engel olmadı.
O günden sonra Leandros her gece boğazı yüzerek geçip sevdiğine ulaşıyordu. Günler haftalar aylar geçti, güzel yaz günleri geride kaldı ve kışa yaklaştılar. Deniz eskisi gibi sakin ve sıcak değil, dalgalı ve soğuktu. Hero her gece yüzerek boğazı geçen Leandros için endişelenmeye başlamıştı bu yüzden ona bir süre birbirlerini görmemeleri gerektiğini söyledi. Bahar gelinceye kadar ayrı kalmaları gerekiyordu.

Kışın boğazı yüzerek geçmek çok tehlikeliydi. Leandros her ne kadar istemese de sevdiğinin bu isteğine boyun eğdi. Ve bahara kadar gelmeyeceğine dair ona söz verdi. Ama bu ayrılığa sadece bir kaç gün dayanabildiler. Leandros, Hero’nun yolladığı özlem dolu mektubu okuyunca daha fazla dayanamayarak, düşünmeden kendini azgın dalgaların kucağına attı ve bir an evvel sevdiğine kavuşabilme arzusu ile dalgalarla boğuşmaya başladı. Fırtına arttıkça artıyor, dalgalar daha da aşılmaz bir hal alıyordu. Hero’nun yaktığı meşale şiddetli rüzgârlardan sönerek ortalığı karanlığa gömdü. Heyecan içinde Leandros’un yolunu gözleyen Hero, yaşlı köle uyuduktan sonra gizlice sahile indi. Bu karanlık gecede kayaların üstünde hareketsizce yatan adam Leandros’tan başkası değildi. Ancak Leandros azgın dalgalara yenik düşmüş ve ölmüştü. Sabah karşı dalga ölüsünü attı Sestos kıyılarına. 
Hera sönen meşalesini yine yakmış, bitkin ellerinde tutuyordu. Kıyıya çarpan ölüyü görünce, ona ölümde olsun kavuşmak için kendini denize attı. Kasabalılar bu haberi duyunca yas elbiselerine bürünüp kaleye geldiler ve iki sevgilinin cenaze törenine katıldılar. Onları deniz kıyısında aynı mezara gömdüler ve onların anısına boğazın azgın sularına güzel kokulu çiçekler attılar. Bu hikaye Abydos şehrinin Roma İmparatorluk dönemi sikkeleri üzerinde de betimlenmiştir. Septimus Severus dönemine ait bir Abydos sikkesinde, kule içinde bekleyen Hera ve denizde yüzerek kuleye ulaşmaya çalışan Leandros’un betimlendiği görülmektedir.

21 Eylül 2019 Cumartesi

Onbinlerin Dönüşü


Pers İmparatorluğu’nda yaşanan bir taht kavgası Yunan tarihçiliğinin önemli isimlerinden Ksenophon’un Anabasis adlı eserine konu olduğundan günümüze kadar ulaşabilmiş ve Eskiçağ Tarihi içinde önemli bir yere sahip olmuştur. Atina ve Sparta arasında 27 yıl süren M.Ö 431-404 tarileri arasında gerçekleşen kanlı Peloponnessos Savaşı sonlandığında Pers kralı II. Dareios ölmüş yerine büyük oğlu II. Artakserkses geçmişti. II. Dareios’un karısı kraliçe Parysatis küçük oğlu Kyros’un kral olmasını istiyordu. İki kardeş Artakserkses ve Kyros birbirlerinden hoşlanmıyorlardı. Küçük oğlu Kyros’un ağabeyi tarafından öldürüleceği korkusunu taşıyan anneleri Parysatis, Artakserkses’i Kyros’u Batı Anadolu’ya satrap olarak göndermeye ikna etmişti. Böylece Kyros uzakta fakat güven içinde olacaktı. Kyros’un saray çevresinden uzakta olması Artakserkses’in de işine geliyordu.

Fakat Batı Anadolu’da güç toplayan Kyros, ağabeyi II. Artakserkses’i tahttan indirmeye karar verir. Batı Anadolu'da Sardeis kentinde paralı askerlerden oluşan büyük bir ordu toplamaya başlar. Asker toplamada dostluk kurduğu Yunan subayların da desteğini kazanmıştı. Kyros MÖ 401’de Pers kralı ağabeyini ve kendi ordusunu tedirgin edip kuşkulandırmamak için isyan eden Pisidialı kabileleri egemenlik altına almak için sefere çıktığını duyurdu. Fakat durumun farkına varan Artakserkses’in de yakın arkadaşı olan satrap Tissaphernes hemen Susa’ya giderek kralı uyarır. Kyros Kilikia üzerinden geçerek Babil’in kuzeyinde bulunan Kunaksa’ya ulaşmıştı bile. Burada askerlerine gerçek planını açıklar, asker şaşırsalar da geri dönüş için artık çok geçtir. Kyros’un ordusu ve Artakserkses’in ordusu MÖ 399’da Kunaksa’da karşılaşır. Kyros ağabeyini yaralasa da savaş esnasında öldürüldü. Kyros’un öldüğünü duyan askerler geri çekildiler. Geri çekilen onbin Yunan asker yurtlarına dönmek üzere yolculuklarına başlarlar. Bu geri dönüş yolculuğu Anabasis adlı eserine konu olmuştur. Yurtlarına dönmeye çalışan Yunanların maceraları Anabasis’in ana konusunu oluşturur.

Ksenephon

Dönüş yolculuğunda onbin paralı askerin başındaki komutanlardan biri de Anabasis’in yazarı ünlü tarihçi Ksenophon’dur. Atinalı Gryllos’un oğlu olan Ksenophon’un MÖ 430-425 yılları arasında bir zamanda doğmuş olduğu tahmin edilmektedir. Atinalı aristokrat bir ailenin çocuğu olarak Ksenophon, Sokrates’in yanında iyi bir eğitim görmüştür. Antik kaynaklarda geçen şu anektoddan Sokrates ve Ksenophon arasındaki hoca öğrenci ilişkisi anlaşılabilir: Ksenophon birgün yolda Sokrates’le karşılaşır ve Sokrates ona ihtiyaç malzemelerinin nerede satıldığını sorar, o da tarif eder. Sokrates daha sonra erdemli bir insan olmak için nereye gitmek gerektiğini sorar. Treddüt edince Sokrates, “o halde benimle gel de öğren der” . Ksenophon o günden itibaren Sokrates’in öğrencisi olur. Ksenophon vatanından uzaklarda sürgünde ya da seferde hayatını geçirmiştir. Hem asker hem tarihçi olan Ksenophon birçok konuya ilgi duymuş pek çok eser kaleme almıştır. Ksenofon, uzun yıllar Anadolu'yu işgal eden Pers ordularında bulunmuş çoğunlukla İranlıların askeri eğitim ve öğretim düzenleriyle ilgili görüşlerini yazmıştır. Bunlarla birlikte Pers ordularının tüm sefer kayıtlarını tutmuştur. Tarihi eserlerinin yanı sıra monografi biyografi ve felsefe konularında yazılmış eserleri de mevcuttır. MÖ 411-362 yılları arası Yunan dünyasında yaşanan gelişmeleri anlattığı eseri Hellenika adlı eserinden sonra en ünlü eseri kuşkusuz Anabasis’tir. Anabasis Ksenephon'dan yaklaşık bir asır sonra alan rehberi olarak Büyük İskender tarafından İran seferlerinde en önemli kaynak olarak kullanılmıştır. Anabasis, Ksenophon’un macera dolu hayatından bir kesit sunmaktadır. Anabasis’te anlatıldığına göre, Ksenophon Kyros’un seferine arkadaşı Proksenos’un davetiyle katılmıştır. Ksenophon önce hocası Sokrates’e danışır, Sokrates de tanrılara danışmasını söyler. Bunun üzerine Ksenophon Delphoi Apollon Tapınağı’na gider ve onay alır. Kyros’un ordusuna katılmak için Sardes’e hareket eder ve bir buçuk yıl sürecek olan ilginç macerasına atılır.

Ksenophon askerleri komuta ederken

Eski Yunanca çıkış/yükselme anlamına gelen Anabasis kelimesi batıdan doğuya doğru yükseltinin artması, askerlerin dağlık bölgelerden tırmanarak geçmesi sebebiyle bu esere isim olarak seçilmiş olmalıdır. Yedi bölümden oluşan eserin birinci bölümünde Kyros’un seferi anlatılır. Kunaksa Savaşı’nda Kyros’un ölmesi üzerine Yunanlar yabancı oldukları bir coğrafyada yalnız başlarına kalırlar. Pers satrabı Tissaphernes anlaşma bahanesiyle Yunan komutanları çağırıp öldürtünce, ordu başsız kalır. Fakat kendi içlerinden seçilen komutanlarla kısa sürede toparlanıp dönüş yolculuğuna başlarlar. Yunan askerler Tigris (Dicle) nehrini izleyerek kuzeye doğru ilerleyip Karadeniz kıyısına varırlar. Doğu Anadolu’nun zorlu coğrafyasını katedip denize ulaşan Onbinler, denizi gördüklerinde “thalassa thalassa” (Eski Yunanca “deniz”) diye bağırırlar:
“ ...Beşinci gün bir dağa vardılar; dağın adı Thekhes idi. Öncüler dağa vardığında ve denizi gördüklerinde büyük bir gürültü koptu. Ksenophon ve artçılar bunu duyunca ön taraftan da başka düşmanların saldırdığını düşündüler....Çığlık devamlı çoğalıyor ve yakınlaşıyordu, civardaki askerler de devamlı çığlık atan askerlere doğru koşuyordu. Askerlerin sayısı arttıkça çığlık çok daha güçlü hake geldi; Ksenophon artık çok önemli şeyler oluyor diye düşünmeye başladı ve atına atladığı gibi yanına Lykioslu süvarileri alıp yardıma koştu. Hemen ardından askerlerin “Deniz! Deniz!” diye haykırışlarını ve bu haykırışların ağızdan ağıza yayıldığını duydular. Ardından bütün artçı birlikler koşmaya başladı; hem yük hayvanları koşuyordu hem de atlar... Herkes zirveye vardığı anda, komutanlar ve yüzbaşılar da dahil olmak üzere hepsi gözyaşları içinde birbirlerine sarıldılar....” 

Ksenephon eserini yazarken

Tarihçiler, onbinlerin denizi gördükleri yerin Karadeniz’de Zigana Geçidi civarı olduğunu düşünmektedirler. Ordu buradan Makronların sonra da Kolkhosların memleketine gelir. Daha sonra Trapezos (Trabzon) civarında denize ulaşırlar. Bir kısmı denizden bir kısmı karadan ilerleyerek Kerasos’a (Giresun) geldiler. Burada 10 gün konakladıktan sonra Kotyora’ya (Ordu) geçerler. Burada 45 gün konaklayan ordunun daha sonra Sinope’ye geçtiği anlaşılmaktadır. Sinope’den Herakleia Pontike’ye (Karadeniz Ereğlisi) ulaşan Yunan askerlere Herakleialılar dostça davranıp yiyecek temin ettiler. Fakat gelen hediyeleri az bulan Yunan askerler çok miktarda altın para istediler. Bu davranış karşısında tüm mallarını ve kentlerini korumaya alan Herakleialılar, kent kapılarını kapatarak surlara silahlı adam yerleştirdiler. Bunun üzerine Yunanlar kendi aralarında anlaşmazlığa düşerek üç gruba ayrıldılar. Arkadialılar ve Akhaialılardan oluşan birinci grup Bithynia topraklarını talan etmek için gemilerle ayrıldılaar. İkinci grup kara yoluyla Trakya’ya gitmeye karar verdi. Ksenophon komutasındaki üçüncü grup ise deniz yoluyla Bithynia’ya oradan da Trakya’ya ilerlemeye başladılar. Bu üç grubun Kelpe (Kefken) limanında biraraya gelerek toplantı yaptığı ve tekrar birarada ilerleme kararı aldıkları Anabasis’te yazmaktadır. Bithynialıların ve satrap Pharnabazos’un saldırılarıyla baş edip yola devam eden ordu önce Khyrsopolis’e (Üsküdar), oradan da Byzantion’a (İstanbul) varır. Trakya’da talana başlayan ve Trak Seuthes’in komutasına giren askerlere para ödenmeyince huzursuzluk başlar. O esnada Pergamon’da bulunan Spartalı komutan Thibron’un emrine girmek için Lampsakos üzerinden Troas bölgesine geçerek Pergamon’a ulaşırlar.Onbinler 34.650 stadion yani 7000 km’lik yolu bir sene üç ay’da katetmişlerdir.

Onbinlerin İzlediği Yol 

20 Ağustos 2019 Salı

KRAL OEDİPUS VE OEDİPUS KOMPLEKSİ




Popüler kültürde de oldukça bilinen, Sigmund Freud'un ortaya attığı Oedipus kompleksi, adını bir Yunan efsanesinden alır.  Çocukları olmayan Thebes kralı Laius ve eşi kraliçe İokaste, Apollon'a danışmak üzere Delphi'ye giderler. Çocukları olması için yalvarır yakarırlar. Tanrı, krala bir oğlunun olacağını ama oğlunun büyüyünce onu öldüreceğini ve kraliçeyle yani annesiyle evleneceğini ve aileyi mateme sokarak kana boyayacağını söyler. Gerçekten de çok geçmeden İokaste bir erkek çocuk doğurur. Bunun üzerine oğulları doğunca kral, çocuğun ayaklarını birbirine bağlatır ve  kendi kendine ölmesi için onu bir çobana dağa bırakması için verir. Ancak, çocuğa acıyan çoban, onu Corinth'li başka bir çobana verir ve ayakları yüzünden Oedipus(şiş ayaklı) adı verilen çocuk Corinth'in kralının ailesinde büyür. Yıllar sonra bir sarhoş, ona gerçek ailesinin onlar olmadığını söyler. Onu büyüten aile bunu inkar eder, bunun üzerine Oedipus, yıllar önce öz anne-babasının danışmış olduğu kahine gider. Kahin gerçeği açıklamaz, ancak ona kaderinde babasını öldürmek ve annesiyle evlenmek olduğunu söyler. Bunun üzerine kaderinden kaçmak için, Oedipus, Teb şehrine gitmek üzere yola çıkar. Bir yol ayrımına gelince, başka bir arabayla yol hakkının kimin olduğuna dair bir kavgaya tutuşur ve nefsi müdafaa adına diğer arabadaki yolcuyu öldürür. Ölen kişi ise, Teb'in kralı, yani öz babasıdır.


Oedipus ve Sfenks

Yolculuğa devam eden Oedipus, Thebes şehrinin kapılarında insan ve hayvan karışımı bir sfenksle karşılaşır. Sfenksin bulmacasını şehre yaklaşan yolcular bilmek zorundadır, yoksa sfenks tarafından orada öldürülmektedirler. Bilmece şöyledir: "Sabah dört, öğleden sonra iki, geceleri ise üç ayakla yürüyen şey nedir?". Oedipus doğru cevabı veren ilk kişi olur: "İnsan. Çünkü bebekken emekleyerek dört, yetişkinken iki, yaşlıyken de baston yardımıyla üç ayakla yürür." Doğru cevaba çok şaşıran sfenks kendisini uçurumdan atarak intihar eder. Onları sfenksten kurtardığı için kendisine minnettarlık duygusu besleyen Thebes halkı, Oedipus'u kral yapmaya karar verir. Tahmin edilebileceği üzere, karısı da yeni dul kalmış olan kraliçe İokaste olacaktır. Thebes halkının, kralın katilinin, "yeni kral" olduğundan haberi yoktur, bundan sfenksi sorumlu tutmaktadırlar. Oedipus da öldürdüğü kişinin kral olduğunu bilmemektedir. Bu evlilikten çiftin, iki kız, iki de erkek çocuğu olur. Kızlardan biri ünlü Antigone.

Yıllar sonra, Thebes şehrinde bir bereketsizlik başgösterir. Ekinler büyümez, kadınlar çocuk doğuramaz. Oedipus, kraliçenin erkek kardeşini kahine yollar bir çözüm bulması için. Creon adlı bu kişi, dönüşünde eski kralın katilinin bulunup cezalandırılması gerektiğini anlatır. Bu öneriye kulak veren Oedipus, Tiresias adlı gözleri görmeyen bir kahini çağırtır. Kahin, ona katili araştırmaması gerektiğini söyler, bunun üzerine tartışma yaşarlar ve kahin, Oedipus'u kralın katili olduğunu ve anne-babasını bilmediğini halka söylemekle tehdit eder. Kahin yüzünden Creon'u suçlayan Oedipus ve Creon arasında tartışma başlar. Kraliçe içeriye girer ve iki tarafı sakinleştirmeye çalışır. Eski kocasının ölüm şeklini anlatır ve Oedipus'a sakinleşmesi gerektiğini söyler. Ancak bu sözlerden iyice işkillenmiştir Oedipus, ta ki bir haberci gelip Corinth'in kralının öldüğünü söyleyene kadar. Çünkü Oedipus'un baba olarak bildiği kişi ölmüştür ve de buna kendisi sebep olmamıştır. Corinth halkı, Oedipus'un kral olmasını istemektedir. Ancak annesi hayatta olduğu için kehanetin ikinci parçasının gerçekleşmesinden korkan kahramınımız Corinth'e gitmek istemez. Bunun üzerine haberci, ona aslında evlatlık alındığını açıklar. Bunun üzerine Oedipus'un gerçek kimliğini anlayan kraliçe, kralın katilini araştırmaması için onu uyarır. Bu uyarıları yanlış anlayan Oedipus ise, kraliçenin onun evlatlık alınmış olmasından dolayı utandığını düşünür.

Kraliçe İokaste, öğrendikleri üzerine kendini asarak intihar eder. Oedipus, onu çocukken ölüme terketmiş olması gereken çobanı bulur ve hikayenin aslını öğrenmek ister. Ve böylece seneler sonra, o yol ayrımında öldürdüğü kişinin gerçek babası ve evlendiği kişinin de annesi olduğunu öğrenir.
Kraliçeyi arayışa çıkar ve kraliçenin kendini astığını görür. Elbisesinden aldığı iki toplu iğneyle kendini kör eder.

Freud, psikanalitik teorisini Antik Yunan'ın en önemli tragedya yazarlarından Sofokles'in(M.Ö 496-406)  baş yapıtı olan "Kral Oedipus" adlı bu eser üzerine kurmuştur. Kişilik gelişiminin 3-5 yaş dönemini kapsayan dönemi, Freud tarafından faillik dönemi olarak adlandırılmış, bu yaş döneminde erkek çocuğun annesine karşı duyduğu aşk nedeniyle babası tarafından cezalandırılacağı korkusuyla yaşanan karmaşaya Oedipus Kompleksi adını vermiştir.

12 Haziran 2019 Çarşamba

Türkiye Türkçesinin Tarihi 1


İbn Bibi, "Selçukname" adlı eserinde 1277 yılında Karamanoğlu Mehmed Bey'in isyan ederek Konya'yı ele geçirdiği "Cimri Olayı"nı anlatırken, isyancıların divanda Türkçeden başka dil kullanılmaması yolunda bir karar aldıklarını kaydetmiştir. Ancak bugüne değin bu kararın yürürlüğe konduğunu ve o karara uyulduğunu kanıtlayacak hiçbir tarihi kaynak yoktur. Karamanoğlu Mehmed'in ve onunla işbirliği yapanların Konya'daki hakimiyeti de otuz yedi gün sürmüş, aynı yıl içinde Moğollar tarafından öldürülmüşlerdi. Eldeki somut verilere göre  Türklerin, Anadolu'da siyasi bir güç olmaya başladığı 11. yüzyılın son çeyreğinden 14. yüzyılın başına dek Anadolu'da Türkçe olarak edebi bir üretimin olmadığını kesin olarak söyleyebiliriz. Ancak yaklaşık 200 yıldan fazla süren bu suskun dönemde Anadolu'da, Selçukluların veya Türklerin yada diğer Müslüman halkların edebiyatla ilgilenmediği sonucunu çıkaramayız. Bu süre zarfında 14. yy ilk yıllarına kadar sadece saray eşrafı değil Anadolu'daki şehirli ahalinin de Farsça bildiği, dini ve edebi konularda Farsçayı tercih ettiğini biliyoruz. İtalya dışı Avrupa ülkeleri Rönesans’ında İtalyan üstadlar nasıl örnek alınmışsa, İran edebiyatının önde gelen şâirleri de Türkiye'deki yüksek saray edebiyatının oluşumunda birinci derecede etkili olmuşlardır. Özellikle Firdevsî, Nizâmî Gencevî, Hakâni, Ferîdüddîn-i Attâr ve Sa‘dî-i Şirazî birer örnek ve ilham kaynağı olmuşlardır. Selçuklular döneminde İran'da ve Anadolu'da kadim İran kültür mirası ve Farsça edebiyat, büyük bir gelişme göstermişti. Selçuklular zamanında İranî geleneğin devamının başlıca nedeni, küttab sınıfının yerli İranlıların elinde  olmasıyla ilgilidir. Bu durum, Moğol-İlhanlı döneminde daha da güçlenir. 1258'de Cengiz Han'ın torunu Hülagü Han'ın büyük bir ordu ile istilaya girişmesi sonucu, Azerbaycan ve Tebriz merkez olmak üzere Maveraünnehir'den Akdeniz kıyılarına kadar İlhanlı yönetiminin kurulup, Bağdat Abbasi Hilafetinin tarihe karışmasıyla Büyük Selçuklulardan sonra bir kez daha tüm kadim İran coğrafyası tek bir çatı altında toplanmıştı.  Bu siyasi devrim, aynı zamanda derin bir kültür devrimi getirir. İlhanlı İmparatorluğunda kısa zamanda yerli İranlı bürokratlar devletin gerçek idaresini ellerine geçirirler. Hazineyi doldurmak için Hanlar maliye işlerini tamamıyla İranlı küttabların (bürokratlar) eline bırakırlar. İlhanlı yönetiminde vezirlik makamına kadar yükselen büyük İranlı bürokratlar arasında Azerbaycan'ın Merâga şehrinde kurduğu rasathane ile İlhanlı merkezini dünyanın bilim merkezi haline getiren Nasırüddin Tusî, tarih üzerine Farsça olarak yazdıkları eserlerle İran tarih yazıcılığında seçkin bir yere sahip olan Cuveynî ile Reşîdüddîn İran tarihinin en önde gelen isimleri olarak İlhanlı-Moğol egemenliği devrinde ün kazanırlar. Çoğu Şamanist olan Moğollar zamanında kadim İran kültürü ve tasavvuf tam bir serbestlik kazanır. Bu durum, İran ve Anadolu'da büyük şairlerin yetişmesine yol açarak, İran edebiyatını olgunluğa eriştirir. İran edebiyatının en büyük isimlerinden Sa‘dî-i Şirazî ve Moğollara karşı koymayarak onlarla uzlaşmaya çalışan Konya'da Fars kültürünün temsilcisi şair, mutasavvıf ve fikir adamı Mevlâna Celaleddin Rumî bu dönemde İran edebiyatının tüm zamanların en parlak isimleri olarak ortaya çıkarlar. 

İşte bu dönemde Konya ve Selçuklu sarayı, Moğol-İlhanlı yönetiminin etkisiyle İranlı bürokratların kesin etkisi altına girmişken, batı uc bölgelerinde, Türkmenlik ve Türkçe, bilinçli bir tepkiyi temsil etmekte idi. Selçuklu yönetiminin çöktüğü ve Anadolu'nun Moğol-İlhanlı tahakkümü altında olduğu bir devirde Kırşehir'de yaşayan Gülşehrî, Moğol-İlhanlı hükümdarı Gazan Han'a ithaf ettiği 1301 tarihli Farsça "Felekname" adlı eserden sonra şöhret kazanmış kendisini Attâr, Nizâmî, Sa‘dî, ve Mevlânâ gibi Farsça edebiyatın en büyük şairlerinin takipçisi saymış ve kendisini onlarla aynı daire içinde görmüştür. Eserlerindeki bazı beyitlerden onun Kırşehir’de  zâviye sahibi, müridi çok ve bütün şehir halkınca tanınan, evinde her gece semâ yapılan, saygıyla eli öpülen meşhur bir sûfî olduğu öğrenilmektedir. "Felekname" adlı eserle Farsçada başarısını kanıtladıktan sonra Türk diliyle  Farsçasından geri kalmayan bir başarıya ulaşmayı ümit ederek Feridüddin Attâr’ın 1221 tarihli Farsça klasiği "Mantıku't-Tayr"(kuşların dili) çevirisi ile bütün ilmi ve tasavvufi terminolojiyi Türkçede kullanmak suretiyle o güne kadar benzeri görülmemiş bir ustalık sergilemiştir;

Çün Feleknâme düzetdük şâh-vâr
Fârisîce taht u tâcı zar-nigâr

Türk dilince dahı tâzîden latîf

Mantıku’t-Tayr eyledük ana harîf

Ben bu Türkî defterin çün dürmeyem

Farisîsiy-ile değşürmeyem

Kimse böyle tatlu söz söylemedi

Kimse bundan yeğ kitâb eylemedi



Gülşehrî'nin 1317 tarihli "Mantıku't-Tayr" çevirisi, Türkiye Türkçesi ile yazılan ve tarihini kesin olarak verebildiğimiz ilk eserdir. Gülşehrî, Mesnevi* formatında yazdığı eserinde girişten sonra “İbtidâ-i Destân-ı Sîmurg”(Sîmurg'un destanının başlangıcı) başlığı altında kuşların padişahı olduğuna inanılan Sîmurg'un özelliklerini anlatarak konuya girer. İran efsanelerinde Sîmurg, insanların yaşamadığı Kafkaslardaki Elbruz Dağı'nın üzerinde yaşar. Yuvasının direkleri abanoz ve sandal ağacındandır. Yuvanın büyük oluşu Sîmurg'un heybeti ile ilgilidir. Siyah bir bulut gibi görünen Sîmurg yaklaştığı zaman hava kararır, pençesi ile timsahları hatta filleri dahi kaldırabilmektedir. Sîmurg'un kendisi kadar büyük iki de yavrusu vardır. Sîmurgun, kendisine özgü bir dili olduğu kabul edilir. Bir sıkıntı veya tehlike zamanında Sîmurg'un tüyünün bir bölümünün yakılması Sîmurg'un yardıma gelmesine neden olur. Bu sihirli tüyün yaraların iyileşmesinde de etkili olduğu kabul edilir. Eserde, bülbül, papağan, tavus, hümâ, kaz, doğan, keklik ve baykuş gibi adı geçen ve geçmeyen bütün kuşlar padişahları Sîmurg'u aramak için toplanırlar. Bu noktada diğer kuşlardan daha farklı özelliklere sahip olan Hüdhüd(İbibik) hikâye içerisinde önemli bir sembol olarak ortaya çıkar. Hüdhüd'ün de aralarına katılmasından sonra, Hüdhüd diğer kuşların kendisine yoldaş olmaları halinde Kafdağı’nın ardındaki padişahları Sîmurg'a ulaşabileceklerini söyler. Fakat öteki kuşlar, Hüdhüd'e çeşitli sorular sorup itirazlarda bulunarak Sîmurg'a erişemeyecekleri endişesiyle yola çıkmak istemezler. Hüdhüd, bütün kuşların sorularına ayrı ayrı cevaplar verip onların tereddütlerini gidermeye çalışır. Sonunda Hüdhüd'ün kılavuzluğunda padişahları Sîmurg'u aramak için çok uzun ve zahmetli bir yolculuğa çıkarlar. Yolculuk esnasında kuşların bir kısmı bir saray görerek orada kalır, bir kısmı da bir çeşme başına konar. Bazısı bir güzel yüz görüp onun peşinden gider, bazısını da dağ başında kurt kapar. Böylece kuşların çoğu telef olur ve ancak çok az bir kısmı aradığı Sîmurg'un bulunduğu yere ulaşabilir. Karşılarına çıkan saraydan Sîmurg'u görmek üzere içeri girince kendilerinden başka kimsenin bulunmadığını görürler. Nihayet Sîmurg'un kendilerinden, kendilerinin de ondan başka bir şey olmadığını anlarlar. Böylece kuşlar halkı temsil ederken, Hüdhüd aklı, Sîmurg ise Tanrıyı temsil etmiş olur. Mesnevinin “Der Hâtime-i Kitâb-ı Mantıku’t-tayr” başlıklı son bölümünde eserin telif tarihi (717/1317), adı ve yazılış sebebi açıklanır. 

Gülşehrî, esas konuya sadık kalmakla beraber eserini Attâr’ın Esrarnâme’si ile Mevlânâ’nın Meŝnevî’si, Ķābûsnâme, Kelîle ve Dimne gibi kaynaklardan aldığı hikâye ve fıkralarla zenginleştirmiştir. Gülşehrî’nin belirttiği gibi Mantıku’t-tayr, Türk diliyle Farsça’dan daha güzel bir eser yazılabileceğini ortaya koymak maksadıyla kaleme alınmış kendisinden sonra Batı Anadolu Türkmen beyliklerinde Anadolu'da Türkçe edebiyatının ilk örneklerini veren Germiyanlı şairlere ilham kaynağı olmuştur. Mantıku’t-tayr'ın sonundaki “Şükr ol bir Tanrı’ya ki bu kelâm / Ömrümüzden ilerü oldu tamâm” beytine  bakılırsa onun Kırşehir’de 1317’den sonraki bir tarihte ve epeyce ilerlemiş bir yaşta öldüğü anlaşılır. Ancak Germiyanlı şairler, Gülşehrî'nin izinden giderek Farsça olarak hükümdarlar için yüksek bir şiir diliyle yazılmış kadim İrani aşk ve macera hikayelerini, Kütahya'da Germiyan sarayında hükümdar için Türkçe şiir diliyle uyarlayıp, Türkçe'ye adapte edeceklerdir.


*Mesnevi diyince aklımıza Mevlana'nın eseri gelmektedir ancak Mesnevi İran edebiyatında birbiriyle kafiyeli ikişer mısradan oluşan genelde fâilâtün / fâilâtün / fâilün ya da  feûlün / feûlün / feûlün / feûl vezinlerinde yazılan genellikle uzun tasavvufi eserler, mizahi öyküler ile aşk öyküleri ve kahramanlık destanlarında kullanılan edebi forma verilen addır.  Mevlana'nın Mesnevisi bu formda yazılmış eserlerden sadece biridir. Türkiye'de ulaştığı popülerlik sayesinde Mesnevi, Mevlana'nın eseri ile özdeşleşmiştir. Firdevsî'nin Şahname'si, Nizâmî Gencevî'nin Leyla ile Mecnun'u, Sa‘dî-i Şîrâzî’nin Bûstân’ı ve Feridüddin Attâr'ın Mantık'ut Tayr'ı İran edebiyatında Mesnevi formunun başta gelen örnekleridir.  Sözcük anlamı olarak “İkişer ikişer” anlamındaki mesnâ kelimesinin nisbet eki almış biçimidir. 

6 Haziran 2019 Perşembe

BÜYÜK İSKENDER'İN ATI BUKEFALOS


Bukefalos, (Βουκέφαλος) Büyük İskender'in sahibi olduğu ve antik çağın en bilinen efsanevi savaş atı olup Makedonya'dan Hindistan'a dek uzanan sefer hareketlerinde Büyük İskender'in yanında olmuştu. Bukefalos, at tüccarı olan Philoneicus tarafından Makedonya Kralı II. Philippos'a sunulmak üzere Teselya şehrinden Makedonya'ya getirildi. Siyah renkte olan bu aygır, bir atın ederinin neredeyse 4 katı olan bir fiyat karşılığında II. Philippos tarafından satın alındı. II. Philippos satın almış olduğu atın hünerlerini görmek için atın dışarı çıkarılmasını emretti. Bunun üzerine ahırdan çıkarılan at sıçrayıp tepiyordu. Komutların neredeyse hiç birine uymayan ve kontrolü neredeyse imkansız olan atı Philippos önce iade etmek istedi. Bunun üzerine atı görüp beğenen oğlu İskender buna karşı çıkarak atı kendisinin ehlileştirebileceğini öne sürdü. Başka bir hikayede ise Delphoi kahinlerinin Philippos'a bu ata binebilen kişinin dünyaya hükmedeceğini anlatmıştır.


İskender'in Bukefalos'u ehlileştirmesi

Hayatının sonuna kadar yanında olacak olan atın yanına yaklaşan İskender atın kendi gölgesinden korktuğunu anlayıp. Atın kafasını gölge yönünden çevirip okşadı böylece at korkularından kurtulup sakinleşti. Bunun ardından ata binmeyi başaran Büyük İskender babasının büyük övgüsünü kazandı.  Bu olay üzerine yine Plutarkhos'un aktardıklarına göre Philippos oğluna "Git kendine başka bir memleket ara oğlum. Burası senin için çok küçük." demiştir. İskender, simsiyah olan atın alnında bulunan beyaz bir izden dolayı ona Bukefalos (Öküzbaş) adını verdi. Bukefalos'a şefkat göstererek bağlılığını kazanan İskender ile Bukefalos arasında güçlü bir bağ kurulmuştu. Bukefalos Büyük İskender'in hayatında çok önemli bir yere sahip olacaktı. Bukefalos'un bir çok mitolojik hikayede Pegasus'tan bile daha önemli olduğu anlatılmıştır. 


Selenik'teki Anıtta İskender ve Atı Bukefalos

Atların doğasına uygun olarak sahibine sadık olup, bilinen dünyanın sonuna kadar giden İskender'in her zaman yanında oldu. Büyük İskender giriştiği büyük muhaberelerin tamamına Bukefalos'un sırtında katıldı. Buekfalos, Hazar Denizi yakınlarındaki Sadrakarta şehrinde çalınınca öfkelenen Büyük İskender atının geri getirilmemesi durumunda şehri yakıp yıkayacağı haberini yolladı. Bunun üzerine hırsızlar atı kendisine iade ettiler. İskender atının gelmesine o kadar sevindi ki hırsızları cezalandırmak şöyle dursun onları ödüllendirdi.


İskender Lahdinde Buekfalos

Pompei İskender Mozaiğinde Bukefalos

Üsküp'teki Devasa İskender Heykeli ve Bukefalos

Büyük İskender ile atının son birlikteliği Hint rajası olan Paros'a karşı Kuzey Hindistan'da yapılan Hydaspes Savaşı idi. Bu muharabe sonrasında ölen Bukefalos'un gömüldüğü yerde Büyük İskender atının anısına  günümüzde Pakistan sınırları içerisinde yer alan Bukefalya şehrini kurmuştur. Muhtemelen tarihte bir at için kurulan ilk ve tek şehirdir. Atının öldüğünde 30 yaşında olduğu söylenir.


Büyük İskender Filminde Bukefalos

Bugün Fransa'da Louvre Müzesinde Büyük İskender ve Bukefalos temalı özel bir resim sergisi bulunmaktadır. Bu ilişki bir çok sanatçıya da eserlerinde ilham kaynağı olmuştur. 2004 yılında çekilen Büyük İskender filminde Bukefalos'u Friesian cinsi bir at canlandırmıştır. 

*Kapak resmi: Edinburgh İskoçya'da yer alan İskender ve Bukefalos heykeli

5 Haziran 2019 Çarşamba

İssos Savaşı ve İskender Mozaiği



Perslerin, Batı Anadolu'daki Yunan kentlerini, Boğazları ve Trakya’yı ele geçirip, Makedonya Krallığı’nı bağımlı bir devlet durumuna getirerek Yunanistan içlerine kadar ilerlemesinin intikamını alarak Pers İmparatorluğunu ortadan kaldırmak ve Asya'nın fatihi olmak amacıyla Persler üzerine sefere çıkan Makedonya Kralı İskender, Batı Anadolu’da Granikos savaşında Perslere karşı galip gelerek kısa sürede tüm Anadolu'ya hakim olmuştu. İskender’in, Perslerin kalbine doğru ilerlemesi üzerine Babil'de İskender'e karşı dev bir ordu toplayan Pers İmparatoru III. Dareios harekete geçmişti. Dareios'un ordusu ağır ağır ilerlemeye başlamıştı. En ön sırada, ritüeller sırasında ilahiler söyleyen Pers adak uzmanı büyücüler yürüyordu. Gümüş sunaklar üzerinde yaktıkları kutsal ateş, Perslerin ölümsüzlükleri ve üstünlüklerini sembolize ediyordu. Başlarına keçeden yapılmış yüksek başlıklar takıyorlardı nefeslerinin yanmakta olan ateşin kutsallığını kirletmemesi için bu başlıkların ağızlarını örten parçalarıyla ağızlarını kapatıyorlardı. Onları kan kırmızı pelerinleriyle soylu delikanlılar izliyordu. Arkasından parıldayan koşu takımlarıyla bezenmiş sekiz atın çektiği, Pers tanrısı Ahura Mazda'nın kutsal savaş arabası ilerliyordu. Hiçbir ölümlü onun arabasına binemediğinden, dizginleri tutan sürücü arabanın peşi sıra yürüyordu. Biraz ardından güneşe adanmış, olağanüstü büyüklükte bir aygır ve bembeyaz giysiler içindeki süvarilerin bindiği on at geliyordu. Daha ilerde, başlarındaki miğferleri, dizlik ve zırhları güneşten parlayan ağır zırhla donanmış süvariler geliyordu. Arkalarından mızraklarının uç kısmında elma şeklinde altından yapılmış denge ağırlıkları bulunduğu için "elma taşıyıcılar" olarak bilinen seçkin Pers birlikleri geliyordu. Elma taşıyıcıları, yine gösterişte onları gölgede bırakmayan 15 bin kişilik kralın akrabaları izliyordu. Sırada, altın gerdanlıklar takmış, altın sırmalar ve değerli taşlarla işlenmiş tunikler giyinmiş yürüyen 10 bin asker vardı. Hiç bir ordu böylesine muhteşem bir güzellikle donatılamazdı. En son herkesten yüksekte kalan, her iki yanı da tanrıların altın ve gümüş kabartmalarıyla süslenmiş savaş arabasının üzerinde Dareios geliyordu. Beline kuşandığı altın kemere, kabzasın kıymetli taşlarla bezeli hançerini kuşanmış, başında ise beyaz altın ve lacivert taşlarla süslenmiş tacı vardı. Bütün ülkelerin ve Ahamenişlerin hükümdarı, Ahura Mazda'nın yardımıyla görkemli bir biçimde muharebe meydanına ilerliyordu. Dareios'u gümüş kaplamalı ve altın uçlu mızraklar taşıyan 10 bin mızrakçı ve soylu akrabalarından 200 süvari, 400 atlı ve 30 bin asker izliyordu. Antik kaynaklarda Pers ordusunun mevcudunun 500.000’i aştığı yazar. Günümüz tarihçilerine göre ise bu rakam 100-150 bin arasındadır. İşte bu büyük ordu 333 yılının Eylül ayında, Kilikya ve Suriye sınırında, Asi Nehri dolaylarındaki Sochoi şehrine ulaştı ve burada kamp kurdu. Bu bölgede, 100 bin kişilik bir orduya bile yetecek kadar su ve özellikle bereketli ekin tarlaları vardı. İskender'in önde gelen generallerinden Parmenion da Makedon ordusunun ağırlığını oluşturan kısmını Kilikya'nın doğusunda konuşlandırmıştı. İki ordu arasında sadece bir dağ sırtı bulunuyordu. Ancak Perslerin süvari üstünlüğünün, Sochoi düzlüğünde büyük avantaj sağlayacak olması ve bu durum Makedon ordusunu çember içine almalarını kolaylaştırıcı bir etmen olması, Makedonlar için riskli bir durum ortaya çıkarmaktaydı. Ancak Parmenion, çözüm bulmakta gecikmedi. Parmenion, birliklerini dağların denize kadar uzandığı İssos liman şehrinin güneyinde dağlık kıyı şeridinde konuşlandırarak daha önce Perslerin süvari üstünlüğünden kaynaklanan tedirginliği gidermiş oldu. Bu sırada Dareios beklenmedik bir yöne doğru harekete geçti. Kulağına gelen haberlerden Makedon ordusunun dağ sırtının arkasına konuşlanmadığı ayrıca İskender'in daha batıda olduğunu öğrenmişti. Bir Babil tableti Dareios'un ilerleyişinin başlangıç tarihine ışık tutar. Gökbilim Güncesi olarak bilinen kaynaktaki 333 yılına ait verilerde 27 Ekim tarihindeki güneş tutulması tahmini için "gerçekleşmedi" denmekteydi. O devirlerde bu durum astronomi hatası değil hayırlı bir alamet addediliyordu. Doğal olarak ta Dareios ta bu alameti harekete geçmesi için bir sakınca olmadığı yönünde yorumlamıştı. Ekim ayının son günlerinde harekete geçen Pers ordusu, Kasım ayının birinci günü kuzeydeki dağlık bölgeye ulaşmıştı. Aynı anda İskender de dağların batısındaki sahil yolundan güneye inerek harekete geçmişti. İskender, Dareios'un Sochoi de değil İssos'ta olduğunu öğrenince çok şaşırdı. İskender, Dareios’un böylesine büyük bir stratejik hata yaparak o muazzam ordusunu Kilikya’nın daracık vadilerine sokacağını aklından bile geçirmemişti. Ağır hareket edebilecek Pers ordusunu bu bölgede yenmeleri çok daha kolay olacaktı. İskender ve Parmenion'un ordusu vakit yitirmeden kıyı şeridini izleyerek kuzeye doğru ilerlediler. İki ordu İskenderun körfezine dökülen Pinaros Çayı’nın (bugün Deliçay) yakınlarında karşılaştı.Ertesi gün 6 yada 7 Kasım'da başlayan çarpışma antik çağın en kanlı muharebelerinden biri olarak tarihe geçti. Dareios’un mevcudu 100.000’i aşan heybetli ordusu İssos düzlüğüne sığacak gibi değildi. Dağlar ve deniz arasında kalan küçük bir alan olmasıyla burası, çok sayıda olan Pers askerinin yayılması için ideal bir yer değildi. Alanın darlığından dolayı Pers ordusunun büyük bölümü yürüyüş kolları halinde cephe gerisinde bırakılmış, gerekmesi durumunda ileri sürülmek üzere hazır bekliyorlardı. Bu muazzam gücün karşısında ise 35.000 piyade ve 6.000 kadar süvariden oluşan ancak Büyük İskender’in stratejik dehası ile devleşecek bir Makedon ordusu bulunuyordu.



Makedon saldırısı, her zaman olduğu gibi yine süvari birliklerinin başında bulunan İskender tarafından başlatıldı. Burada seçkin Pers süvari ve piyadeleri ile kıyasıya bir çarpışma devam ederken, Makedonya cephesi merkezindeki kıtalar Pers baskısı altında kalmışlar Pers ordusundaki paralı askerler bu gedikten sızarak Makedonya ordusu merkezini tehdit ediyorlardı.Makedonya sol kanadındaki durum da bundan iyi değildi. Sağ kanatta İskender’in üstünlüğüne karşı, merkez ve sol kanatta Pers baskısı şiddetlenmiş, meydan savaşı kritik durum almıştı. Bu pek tehlikeli zamanda İskender, Pers sol kanadı üzerindeki baskısını arttırdı. Yarım sola kıvrılarak Pers Kralı Darius’un bulunduğu hattın gerisine doğru saldırdı. Atının üstünde en önde dövüşüyor, Makedonya süvarilerini de coşturuyordu. Bu zor durumda kalan Makedon ordusunu rahatlatmış yeniden toparlanmasını sağlamış ve yeniden ilerlemeye başlamışlardı. Bu esnada İskender bacağından yaralanmıştı ancak Pers paralı askerleri birer birer can veriyordu. Savaşçı kişiliğinde övgüyle söz edilen Pers Oksyatres, Dareios'un kardeşlerinden biriydi. İskender'in atını Dareios'un üzerine sürdüğünü görünce en usta süvarileri ile İskender ve yanındakilerin peşine düştü. Dareios'un savaş arabasının tam önünde çarpışmaya başladı ve bir çok Makedon askerini öldürdü. Ama İskender'in yanındakiler çok daha ustaca dövüşüyorlardı ve çok geçmeden Dareios'un savaş arabasının etrafında ceset yığınları yükselmeye başladı. Bir anlığına iki kral birbirlerinin gözlerinin içine bakakaldı. Savaş, İskender'in komutasındaki süvariler ile direkt büyük kral Dareios'un at arabasına saldırı düzenlemesi ve Dareios'un paniğe kapılarak kaçması ile Makedon zaferiyle sonuçlanmıştı. Sayısal olarak çok fazla olan süvarisini, kolayca manevra yapamayacağı engebeli bir araziye hapsederek, mızrak ve ok atışlarının da etkisini azaltması Dareios’un ölümcül hatası olmuştur. Daha büyük bir hata yapacak ve savaşı kazanan taraf belli değilken savaş alanından kaçacaktı.Toplamda İskender'in ordusu 5 bin ölü vermişti. Bu sayı mevcut birliklerin onda biri kadardı. Zafer ağır kayıplar verilerek elde edilebilmişti. Bir Ahameniş hükümdarı, ilk defa ordularına bizzat kumanda ettiği bir savaşta yenilmişti. Dareios o kadar hızlı kaçmıştı ki annesi, karısı ve çocuklarını geride bırakmıştı. Dareios'un ardında bıraktıkları arasında çok değerli altın kakmalı bir sandık vardı. Bunu İskender'in huzuruna getirdiklerinde İskender arkadaşlarına bu sandığın içine konulmayı hak eden en kıymetli şeyin ne olduğunu sordu. Yaptıkları önerileri dinledikten sonra, bu sandıkta her zaman yastığının altında hançeri ile birlikte sakladığı "İlyada"'yı saklayacağını söyledi. İskender galip geldiği yerde Aleksandretta yani bu günkü İskenderun şehrini kurduktan sonra Fenike kıyılarına doğru ilerleyip Tyros, Gazze ve Kudüs'ü ele geçirdikten sonra Ra'nın oğlu olarak karşılandığı Mısır'a girdi. İşte savaşın sonundaki İskender' ve Dareios'un karşı karşıya gelmesi ve Dareios'un panik içinde kaçmaya başladığı bu sahne Pompei'de bulunan ünlü mozaikte resmedilmiştir. İskender ve Dareios'un mücadelesini konu alan bu sanat eseri M.Ö. 310 dolaylarında Philoxenos isimli Yunan pano ressamının yaptığı, pano resminin, M.Ö.1. yüzyılda roma döneminde yapıldığı sanılan mozaik kopyasıdır. Bu mozaik 24 Ekim 1831 yılında Pompei’de “Casa del Fauno”da (Faun Evi) bulunmuştur. 1843 yılında bulunduğu yerden Napoli’ye taşınarak Museo Archeologico Nazionale’de restore edilmiş ve bir duvara yerleştirilmiştir. Motif, malzeme, ölçü ve renk olarak bire bir benzer kopyası Scuola Bottega del Mosaico di Ravenna tarafından üretilmiş olup, günümüzde Pompei’de sergilenmektedir.


İskender

Dareios

5,82 x 3,13 metre boyutlarındaki mozaik pano tessera adı verilen yaklaşık 1,5 milyon adet küçük renkli kübik taşlar ile opus vermiculatum tekniğinde imal edilmiştir. Sol tarafta meşhur Bukephalos isimli atının üzerinde Büyük İskender, sağ elinde tuttuğu mızrağı önündeki bir Pers askerine saplarken betimlenmiştir. Resim alanının ortasında ise cepheden olacak şekilde bir quadriga (dört atlı araba) üzerinde milli giysileri içerisinde Pers kralı III. Darius yer alır. Tarih bilimi adına büyük şanstır ki bu mozaik İskender'in gerçekçi bir portresini içerir.

3 Haziran 2019 Pazartesi

Yılanlı Sütunun Hikayesi


Antik Yunan zamanlarında, Delfi Kahini olarak bilinen Pythia adında kıtalara ün salmış bir kız yaşarmış. Pythia, dünyanın merkezine açılan bir yarığın üzerine koyduğu üç ayaklının tepesine oturur, defne yaprağı koklar ve transa geçermiş. Transa geçtiği zaman, bilgeliğin tanrısı Apollo onunla iletişim kurar, büyük imparatorlukların sonunu, kıtlıkları, medeniyetleri yok edecek kadar büyük depremleri ona anlatırmış. İmparatorlar, komutanlar ve en güçlü valiler, külçe külçe altınları ve göz kamaştıran hediyeleriyle Delfi Kahinine gider ve devletleriyle ilgili önemli sorular sorarlarmış. Her gelen ziyaretçi, ait olduğu şehir-devletin hazineliklerine hediyelerini bırakırlarmış, öyle ki Apollo Tapınağına giden yol dillere destan bir gösteriş ile göz kamaştırırmış. 

Sütunun bu ilk hali tam olarak bilinmiyorsa da tarihi kayıtlardan hareketle birtakım tasvirleri yapılmıştır


M.Ö 479 yılında gerçekleşen son büyük Yunan-Pers savaşı olan Platea Savaşı öncesi Delfi Kahini’ne giden Pers İmparatoru I. Serhas'a kahin ‘Büyük medeniyet yok olacak’ demiş, Pers imparatoru da Yunan medeniyetinin sonunu getireceğinden emin savaşa girmiş ancak savaşı kaybetmiştir. Bu savaştan sonra Perslerin Yunanistan’ı tamamen ele geçirme hayali sona ermiş kısa bir süre sonra da Pers İmparatorluğu Büyük İskender tarafından fethedilmiştir. Plataea Savaşı'ndan sonra Pers kampından ele geçirilen silahlar eritilerek yapılan ve Sütunun kıvrımlarına da zaferde pay sahibi olan 31 Yunan şehir devletinin adları kazındığı bronz zafer anıtı Yunan halklarının ortak zaferini temsil etmesi için Yunanistan'daki Delphi Tapınağına hediye edilmiştir.
Heredotos'un tasvirine göre tunçtan yapılmış bu anıt, 3 yılanın birbirine dolanarak yukarı yükseldiği ve yılan başlarının üzerindeki büyük bir kazandan ibaretti. Zaman içerisinde anıtın tepesindeki kazan ve değerli altın bölümleri de tahribe uğramıştır. Yılanlı Sütunun Konstantinopolis'e geliş hikayesi de Doğu Roma İmparatorluğu devrine rastlamaktadır. 

İmparator Konstantin başkentini kurarken dünyanın dört bir yanından sanat eserlerini toplatarak yeni şehri süslemişti. Yaklaşık M.S. 330'da sütunun aynı süreçte Mısır'dan getirilen Dikilitaş'la birlikte hipodrom içerisine İmparator Konstantin tarafından yerleştirildiği bilinmektedir.



Minyatürde Fatih Sultan Mehmed, fetihten sonra kargısını yılanlardan birine fırlatıyor.


1584'te yazıldığı tahmin edilen Hümername adlı eserde Fatih Sultan Mehmed'in fetihten sonra kargısıyla yılanlardan birinin çenesini kırdığı belirtiliyor. Aynı eserde, Ayasofya patriğinin padişaha ''sütunun şehri yılanlardan, haşarelerden ve belalardan'' koruduğunu söyledikten sonra, padişahın yılanlı sütunu yıktırmaktan vazgeçtiği anlatılıyor. Fakat bundan başka çeşitli eserlerde Kanuni Sultan Süleyman, Pargalı İbrahim, II. Selim, IV. Murad gibi birçok başka isimden zikredilip yılanın alt çenesinin onlar tarafından kırıldığı belirtilmektedir. Netice itibarıyla nasıl kırıldığı bir muamma konusu olsa da yılanlardan birinin alt çenesinin 16. asırda kırılmış olduğu kesin olarak bilinmektedir.


Çağdaş bir Osmanlı tarihçisi olan Silahdar Mehmed Ağa ise ''21 Ekim 1700 tarihinde, akşam namazı saatlerinde ağaç kırılır gibi bir ses duyulduğunu ve sütundaki üç yılan kafasının da yere düşmüş olarak bulunduğunu'' bildirmekle birlikte, ''bunları bir insanın kırmasının mümkün olamayacağını ve çevrede hiç kimsenin de görülmediğini''naklediyor.

1848'de bulunan ve günümüzde Arkeoloji Müzesinde sergilenen kayıp yılan başlarından birinin üst çenesi.

1800'lerin sonlarına doğru İstanbul'a gelen ve Ayasofya'yı dahi restore eden ünlü mimar Gaspare Fossati bu kayıp yılan başlarından birinin çenesini 1848 yılında Ayasofya çevresindeki çalışmalarda şans eseri keşfetmiştir. Bulunan bu parça günümüzde halen Arkeoloji Müzesinde sergilenmektedir.

Yılanlı Sütunun Günümüzdeki Hali




Anadolu'da Klasik Türk Edebiyatının Doğuşu

İran saraylarında gelişmiş klasik yüksek kültür mirası, Anadolu'da Konya Selçuklu sarayından sonra  Uc Türkmen beyliklerinde örnek al...