Anektodlar

29 Aralık 2018 Cumartesi

Tarihin En Görkemli İmparatorluklarından Biri: Asur İmparatorluğundan Geri Kalanlar


Antik Yunanca'da, Σρία (Suria) ve Ασσυρία (Assuria) aynı anlamda birbirlerinin yerine kullanılmaktaydı. Fakat Romalılar, M.Ö. 62 yılında, başkenti Antakya olan Suriye eyaletini oluşturduktan sonra Suriye ve Asur adı farklı coğrafi terimler olarak kullanılmaya başlanmıştı. Roma İmparatorluğu'ndaki "Suriye", periyodik olarak bu günkü Suriye bölgesini (Levant) tanımlamak için kullanılırken, Fırat'ın doğusunda kalan bölge Sasani İmparatorluğu'nun bir parçası idi ve Persler tarafında Asōristōn(Asuristan) olarak adlandırılmaktaydı. Hristiyanlığa geçerek bugün hala sürdürdükleri dine en erken katılan topluluklardan biri olan bölge halkı için bu ayrım mezhepte dahi kendini göstermiş olup Doğu Roma Bizans'ın etkisinde kalan Monofizit yani İsa'nın tek ve ayrılmaz bir tabiatı olduğu görüşünü savunan Yakubiler, Süryani, Sasani-İran etkisi altında olan Diofizit yani İsa'nın birbirinden bağımsız çift tabiatı olduğu görüşünü savunan Nesturiler ise Asuriler olarak adlandırılmıştır. Bu ayrım  Süryanice'de de kendini göstermiş ve göstermeye devam etmektedir. İslamiyet öncesi dönemde Yakındoğunun her tarafından konuşulan ve yazılan Hıristiyan dilinin temellerini şekillendiren Aramice'nin Fırat’ın batısındaki Edessa (Urfa) lehçesi için Süryanice terimi kullanılmıştır. Ancak Doğu Roma Bizans etkisi altındaki Süryanilerin lehçesi Yunanca'nın etkisine maruz kalarak değişmelere uğrarken Sasani İran etkisi altındaki Nesturi lehçesi Süryani dilinin aslını korumuştu. Günümüzde Urmiye, Ma’lula ve Tur Abdin gibi İran ve Irak şehirlerinde yaşamış olan ya da yaşamakta olan Süryanice konuşanlardan bazıları, kendilerini günümüz Suriye’sinde yaşayanlardan ayırmak için, Asuri olarak adlandırılmayı tercih etmektedirler. 19. yüzyıla kadar Asur ülkesi ve halkı hakkında bilinenler bunlardan ibaretti. Ancak 19. yüzyılda Fransız ve İngiliz arkeologların yaptığı çalışmalar neticesinde Asur tarihini, yaklaşık 4 bin seneye kadar geri götürmek mümkün oldu. Antik çağlarda Mezopotamya'da bulunan Asur kentinin halkı dünyanın gördüğü en büyük imparatorluklardan birini kurmuştu. Şehir ve halk adını şehrin tanrısı olan Assur ya da Ashur’dan almaktaydı. M.Ö. 2000 sonrası doğu-batı arası global ticaretten faydalanarak gelişerek ve topraklarını genişleterek MÖ 1.binyılda Yakın Doğu'nun en önemli siyasi gücü haline gelen Asur İmparatorluğu, zirvedeyken Mezopotamya'dan Doğu Akdeniz'e ve Kıbrıs'a Kafkasya'dan Mısır ve Doğu Libya'ya uzanıyordu. Yazıyı, ticari ilişki içinde oldukları Anadolu’ya onlar taşımışlardı. Asur Dönemi her anlamda Mezopotamya kültürünün doruk noktaya ulaştığı dönem olmuş özellikle kent mimarisi, saray mimarisi ve kabartma sanatlarının büyük bir sanatsal beceriyle uygulandığı görülmüştür. M.Ö 7. yüzyılda Asur İmparatorluğunun yıkılışından M.S 19. yüzyılın ortalarına kadar Asur artık yoktu. Ta ki Asur medeniyeti Fransız arkeolog Botta ve İngiliz arkeolog Layard'ın Asur kentlerinin kalıntılarını yeniden keşfedene kadar. 19. yüzyılın ilk yarısında Osmanlı hükumetinden alınan yasal izinler ile başlayan  kazılarda bulunan ve bugün Avrupa ile Amerika Müzelerinin en görkemli koleksiyonları arasında yer alan arkeolojik buluntular, söz konusu müzelere ulaştıkça bu ülkelerde Asur kültürüne olan ilgi iyice artmış ve çalışmaların daha da hızlanmasını sağlamıştır.

Dur-Şarrukin, Lamassu'lu Kapı, Louvre Müzesi

Asur kralı II. Sargon’un büyük başkenti Khorsabad'taki (Dur-Şarrukin) kazılar 1840’lı yıllarda Fransız arkeolog Poul Emil Botta tarafından başlatılır. Bu dönemde sürdürülen kazılarda bulunan birçok eser deniz yoluyla Fransa’ya Louvre Müzesi’ne taşınır ve orada sergilenir. Bunlardan en önemlileri Lamassu olarak adlandırılan insan başlı kanatlı boğa heykelleridir. Botta’nın kazılarını 1850’li yıllarda İngiliz Victor Place devam ettirir. Yaklaşık 4 sezon süren bu kazılarda bulunmuş birçok eserin Dicle Nehri üzerinden nakli esnasında, batan salla birlikte Dicle’nin sularına gömülmesi trajikomiktir. 


Gılgamış heykeli Sargon'un sarayı M.Ö 750, Louvre Müzesi


 Lamassu olarak adlandırılan insan başlı kanatlı boğa heykeli, Louvre Müzesi

Bazı noktalarda özellikle Kuzey Irak'ta Asur’un son başkenti Ninova'da İngiliz ve Fransızlar arasında büyük bir rekabet yaşanıyor aynı zaman zarfında iki ülkeden araştırmacılar kazıları sürdürmeye çalışıyordu. Aslında Ninova’da ilk arkeolojik çalışmalar İngiliz Koleksiyoner C.J.Rich tarafından 1820’li yıllarda başlatılmıştı. Bunu 1840’li yıllarda Poul Emil Botta’nın 1845 yılında ise İngiliz araştırmacı A.Henry Layard'ın başlattığı kazılar izlemişti. A.Henry Layard'ın başlattığı kazılar, İngilizlerin özellikle British Museum’un oldukça zengin bir Asur koleksiyonuna sahip olacağı bir sürecin başlangıcını oluşturmaktadır. 1845 yılında İngiliz araştırmacı A.Henry Layard’in gerekli izinleri alarak başlattığı kazılar sonucunda, II. Asurnasirpal'ın Nimrut'taki sarayı ile Sennaherib'in ve Essarhaddon’un Ninova'daki eşsiz kabartmalarla süslü saraylarını ortaya çıkarılmıştır.  Layard’in Asur başkentleri Nimrut ve Ninova'da çıkardığı eserler, Fransızların yaptığı gibi Dicle yollu ile Basra’ya oradan da gemiler ile İngiltere-Londra’daki British Museum’a taşındı.




Sennaherib sarayının kabartmaları, British Museum

Sennaherib tahta geçtikten sonra başkent olarak seçtiği Ninova’da “eşsiz-saray” olarak nitelendirilen ve yapımı 10 yıl süren sarayının inşasına başlatmıştı. Güneybatı Sarayı olarak da adlandırılan Sennaherib sarayı boyutları açısından değerlendirildiğinde o güne değin yapılan en büyük saraydı. Sannaherib sarayında kendinden önceki örneklerin aksine fantastik yaratıklar veya öğeler ile kral kompozisyonları neredeyse tamamen ortadan kalkmıştı. Bunu yerine daha çok krallın seferlerini, faaliyetlerini konu alan kabartmalar kullanılmıştır.





Ninova Antik Kenti

A.Henry Layard tarafından ortaya çıkarılmış olan Kral III. Şalmanezer'e (MÖ 858-824) ait bir Asur anıtı olan Kara Dikilitaş ise, bugüne değin ortaya çıkarılan Asur dikilitaşları arasında en eksiksizidir. Üstünde, çeşitli askeri sefer ve zaferleri, İsrail kralı Yehu'nun (M.Ö 842-815) haraç ödemesini canlandıran sahneler ve çiviyazılı metinler yer alır. Yaklaşık 2 metre yüksekliğinde ve 50 cm genişliğindeki bu bazalt blok,  bu gün British Museum'da bulunmaktadır.


 
Siyah Dikilitaş ve üzerindeki kabartmalar

A. Henry Layard ile çalışan Süryani asıllı bir Osmanlı vatandaşı olan Hormuzd Rassam, 1851 yılında Ninova'da Asurbanipal'ın sarayı’nı ortaya çıkarmayı başarır. Daha sonra İngiliz vatandaşlığı'na geçmiş olsa da bilinen ilk Orta Doğu'lu arkeolog olan Hormuzd Rassam'ın arkeoloji eğitimi almış olması çalışmaların niteliği açısından önemli olmuştur.







Asur Kralı Asurbanipal’in (MÖ.668 – 631) Ninova’da yaptırdığı sarayda yer alan “Asurbanipal’in aslan avı” betimli bir rölyef günümüzde British Museum’da sergilenenmekte olup Asur sanatının en başarılı örneklerinden biridir. Asurbanipal sarayının duvarlarını kaplamak için kendisini avlanırken ve hatta çıplak elleriyle aslanları boğarken gösteren bir dizi rölyef kabartma sipariş etmişti. Bu rölyefler Asur sanatının en meşhur örnekleri arasında olup bir av sahnesini tüm gerçekliği ve gerginliği ile sergileyen eserde bir aslan avının tüm sahneleri izlenebilmekte.



1872’de British Museum’dan George Smith, devam ettirdiği Ninova kazıları esnasında Ninova Kütüphanesini ortaya çıkardı. Kendine ‘Dünyanın İmparatoru’ diyen Asur kralı Asurbanipal o dönemde gerçekten de dünyadaki en güçlü kişiydi. Doğu Akdeniz’den Batı İran dağlarına kadar olan tüm bölge onun imparatorluğunun kontrolü altındaydı. Asurbanipal hükümranlığı döneminde dünyadaki en büyük ve görkemli kütüphaneyi inşa ettirmişti. Aşurbanipal, bilim, sanat ve din gibi konularda yazılmış tablet ve papirüslerin başkenti Ninova'ya getirtilmesini emretmişti. Aşurbanipal'in yazıcıları, onun emri üzerine tapınak kitaplıklarında buldukları her türden metnin aslını ya da kopyasını topladılar. Fethedilen yerlerden getirilen tabletler de koleksiyona eklendi. Böylelikle dünya tarihinin ilk kütüphanesi Ninova'da kurulmuş oldu. Sümerce, Akadça ve diğer birçok dile ait tabletler. 20 binden fazla tablet içeren antik dünyanın en büyük hazinesi olan Ninova kütüphanesi sarayının yanan duvarları altına gömülmüştü ve 2.000 yıl boyunca saklı kalmıştı. Kütüphanedeki eserler arasında, bugün dünyanın en eski edebi eserlerinden biri olduğu düşünülen Gılgamış Destanı da yer alıyordu. Destanın bir kısmı günümüzde “Tufan Tableti” olarak adlandırdığımız tablet üzerine yazılmıştı, bu tablette Büyük Tufan anlatısı yer alıyor ki bu anlatıdan daha önce yalnızca Kutsal Kitap’ta bahsedildiği biliniyordu. 1872 ‘de George Smith elindeki tabletlerde Tufan Hikayesini okuyunca Kutsal Kitap Tevrat ‘ın “dünyanın ilk ve en eski kitabı” olma ayrıcalığı sona erdi. Dünyada sistematik olarak toplanmış ve listelenmiş ilk kütüphaneyi Asurbanipal kurmuştu. Sahip olduğu her kitabın bir kopyasını istemiş ve emri altındakileri dünyanın tüm bilgilerini toplamak üzere imparatorluğun çeşitli yerlerine göndermişti. Asur kitapları kağıt üzerine değil, çoğunlukla kil tabletlere, semboller oluşturmak için ufak bir kamanın kullanıldığı çivi yazısıyla yazılmıştı. Toplamda yüz binlerce tablet Asurbanipal’in kütüphanesinde toplanmıştı, bunlardan 20.000’i günümüzde British Museum’da bulunmaktadır. Parçaların tüm dünyadan araştırmacılar tarafından incelenmesiyle, Asur kültürü hakkında bildiklerimizin birçoğu bu metinlerden gelmiştir.

Asurbanipal’in kütüphanesinden tabletlerin bazıları, British Museum

20. yüzyılın başlarında iki Dünya Savaşı arasında kalan dönemde Mezopotamya ve Asur coğrafyasında daha sistematik kazılara başlanır. British Museum ve Louvre Müzesi’nin çalışmaları yanında bölgede Amerikalılarında ilk çalışmaları başlar.  II. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulmuş olan Irak Eski Eserler Müdürlüğü’de Ninova ve Nimrut gibi kentlerde kazı ve koruma ile restorasyona yönelik çalışmaları devam ettirilir. 2013 yılında İngiltere'nin Sanat ve Beşeri Bilimler Araştırma Konseyi, Nimrut'tan gelen eserleri dünya koleksiyonuna kaydettirmek istemesinden dolayı "Nimrut Projesi"ni kurmuştur. Bu proje ile beraber ABD'de 36, İngiltere'de 76 müze de olmak üzere Nimrut'taki tarihi eserler koruma altına alınmıştır. Fakat 2015 yılının Ocak ayında IŞİD militanlarının, Asur Başkenti Ninova’nın MÖ. 700 yılına tarihlenen 2000 yıllık Maşki kapısı ve duvarlarının büyük parçalarını bombalı saldırıyla havaya uçurduğu haberi geldi. Yapılan açıklamada terörist grubun, saldırıyı ağır patlayıcılarla gerçekleştirdiği belirtilmişti. 2015 yılının Mart ayında ise Nimrut'un "İslam dışı" kent olduğu öne sürülerek IŞİD tarafından yerle bir edildiği haberi geldi. IŞİD, buldozerler ile şehrin ve eserlerin bütün kalıntılarını yok etmişti. Aynı ay içinde yayınladıkları yağmalamanın video görüntülerini tüm dünyanın tepkisini çekmişti. Günümüzdeki en zengin işlemelere sahip antik kentlerden olan Ninova ve Nimrut antik kentleri artık yerinde bulunmamaktadır.

26 Aralık 2018 Çarşamba

Kuzey Mezopotamya ve Suriye'de Untulmuş Bir Kavim Hurriler ve Mitanni Krallığı


1887 yılında Nil’in doğu yakasında Kahire’den 300 km. güneyde Tell-el-Amarna’da bir fellah karısı, kendisini rahatsız eden yabancılara karşı son savunma çaresi olarak birkaç toprak tabak fırlatır. Amacı onların meraklı bakışlarından kurtulmaktır. Ama sonuç bunun tam tersi olur. Yabancıların kafalarına fırlatılanlar, Mısır’ın şimdiye kadar bulunmuş en büyük ve en önemli kil tablet arşivi olan Amarna mektuplarının parçalarıydı. Bu rastlantı yanında, 1887'den beri arşivin diğer parçalarının tanesi 10 kuruş gibi çok küçük bir para ile antikacılar tarafından satılmaktaydı. 1888 yılında Kahire çarşısında, 200 kadar parçanın satışa sunulduğu biliniyordu. Tabii, bunu duyan, enstitüler ve koleksiyonerler, hemen buraya akın ettiler ve sadece o yılın birinci ayında, ilk parçalar Londra ve Berlin’e ulaşmıştı. Özellikle, Avusturyalı koleksiyoner Theodor Graf’ın elinde, 160 parça toplanmıştı. Zamanla; Berlin Müzesi, bunları satın alıp sergilemeye başladı. Tabletler üzerine çivi yazısı ile yazılmış tabletlerin kısa sürede çözülmesinin nedeni dönemin diplomatik dili olan Akadca olarak yazılmış olmasıydı. Amarna Arşivi’nde bulunan Sami olmayan bir dille yazılmış metinler ilk bulunduğunda ise söz konusu dile Mitannice adı verilmişti. Bunun nedeni mektubu yazmış olan Mitanni Kralının aynı zamanda Akadca mektuplar da yazmış olmasıydı. 


Mitanni Kralı Tuşrutta'nın, Mısır Kralı III. Amenophis'e gönderdiği tablet mektup.

Amarna mektuplarından 13 tanesi Mitanni Kralı Tuşratta tarafından Mısırın XVIII. Sülale Firavunlarından III. Amenophis’e, ve IV. Amenophis’e yollanmıştı yani M.Ö 1375-1350 tarihlerine aitti. Mitanni Kralı Tuşratta’nın Tuduhep adlı kızının Firavun III. Amenophis ile evlendirilmesini Kral Tuşratta’nın IV. Tutmosis’ın halası ile evlenmesi ve Mitanni Kralı  II. Şuttara’nın Ninova tanrıçası Şauşga’nın heykelinin Mısır’a göndermesi gibi konuları içeren mektuplar Mitanni kralları ile Mısır Firavunları arasındaki yazışmalardı. Daha sonra Hitit başkenti Boğazköy’de bulunan metinler olayın boyutunu daha anlaşılır kılmıştır. Söz konusu arşivlerde birçoğu edebi ve dinsel içerikli “Mitannice” adı verilen bu dil ile yazılmış metinler bulunmuştur. Ancak Hititler bu dili Hurrice olarak adlandırmışlardır. Boğazköy ve Ugarit’de bulunmuş olan çift dilli metinler Hurrice’nin çözülmesinde oldukça önemli veriler sağlamıştır. Dil yapısı ne Samice’ye ne de Hint-Avrupa dillerine benzemektedir. Çivi yazısına çevrilmiş olması ve kullanılan genel dil bilgisi kurallarının Akadca’dan alınmış olması dilin anlaşılmasında önemli referans noktaları olmuştur. Bugün gelinen noktada Hurrice’nin Kafkas dil ailesine ait olduğu kabul edilmektedir. Ayrıca bu dilin, M.Ö. 9-6. yüzyıllar arasında Anadolu’nun doğusunda güçlü bir devlet kuran Urartu kavminin diline benzediği, bir başka deyişle Urartularla Hurrilerin akraba oldukları tespit edilmiştir.

Louvre aslanı, Musée du Louvre, Paris

Hurri dilindeki en eski yazılı belge ise Mardin'in güneyinde Yukarı Fırat ile onun bir kolu olan Habur Irmağı arasında bulunan Urkis şehrin'de bir tapınağın kurulması ile ilgilidir ve şimdi Louvre Müzesi'nde saklanmaktadır. Söz konusu yazıt tunçtan bir aslan heykelciğinin koruduğu bir taş levha üzerine arkaik çivi yazısı ile kazılmış olup M.Ö 2300 yıllarına aittir. Gerek Akkad Metinleri gerekse Hitit ve Mısır metinlerindeki bilgiler, bu metinlerde geçen yer adlarının lokalizasyonu üzerine ileri sürülen öneriler tekrar yorumlandığında, Suriye'nin kuzeyi ve Yukarı Mezopotamya merkez olmak üzere, batıda Toroslardan doğuda Zağros dağlarının ötesindeki Urmiye Gölüne kadar uzan alanlarda Hurrice konuşan toplulukların bulunduğu öne sürülür. Bunlar küçük topluluklar, beylik biçiminde örgütlenmiş küçük siyasi birimler olarak değerlendirilir. 

Birçok aşiret/beylik’den oluştuğu anlaşılan Hurriler arasında siyasi olarak güçlenen bir aile veya beyliğin Mitanni adıyla devletleştiği, bir krallığa dönüştüğü öne sürülmektedir. Mitanni krallarının unvanlarından biri olarak kullandıkları “Hurri Ordusunun/savaşçıların Kralı” terimi, Mitanni’nin Hurri’li halkların oluşturduğu bir konfederasyonda başkanlık ettikleri anlaşılmaktadır. Başkenti bu günkü Nusaybin yakınlarına denk gelen ancak yeri tam olarak henüz tespit edilememiş olan Vaşukanni olan Mitanni Krallığı, güçlü olduğu sırada Fırat´ın batısında etkin olmaya başlamış böylece Mısır, Hitit ile birlikte dönemin siyaset sahnesinde üçüncü büyük güç olmuştur. 


İdrimi Heykeli, British Museum

Antakya’nın kuzeydoğusunda, Asi Irmağı'nın kıyısında, Reyhanlı İlçesi’nin 18 km batı-güneydoğusunda konumlanmış antik bir kent olan Alalah'ta 1930'lu yıllarda Leonard Woolley tarafından yapılan kazılarda bulunan Alalah Kralı İdrimi’nin heykeli üzerindeki yazıt dönemin sosyo-ekonomik panoraması hakkında önemli bilgiler içerir. Akkadca olarak yazılmış metin Halep krallığını ele geçirmek için gerçekleştirdiği başarısız bir girişimden sonra İdrimi’nin Halep’den ayrılışı ve Mitanni Kralı Parratarna'nın yardımı ile Alalah’a kral olma sürecini oldukça çarpıcı bir dille ele almaktadır. 

İdrimi’nin bu öyküsü Mitanni’nin siyasi örgütlenmesi hakkında da bilgi vermektedir. Mitanni başkenti olarak kabul edilen Vaşşukkani’den yönetilen devlete bağlı kimi küçük krallıklar ve beylikler bulunmaktaydı. Halep ve merkezi Alalah olan Mukiş ülkeleri bunlar arasında idi.


Alalah Kralı İdrimi ile Kizzuvatna Kralı Pilli arasındaki esir değişimi ile ilgili anlaşma

Mitanni ülkesinin coğrafi sınırları tam olarak belirlemek güçtür. Ama gerek İdrimi heykeli gibi yazılı belgeler gerekse az sayıdaki arkeolojik tanımlanabilir bulgu, bazı bölgelerin Mitanni Krallığı’nın sınırları dâhilinde olabileceğine dair önemli kanıtlar sunar. Çukurova veya Elbistan bölgesine lokalize edilen Kizzuvatna Krallığı ile Antakya'nın güneyinde yer alan Ugarit Kralığı da Mitanni Krallığı’nın kısmı egemenlik alanına dâhil olmuştur. Mitanni Krallığına bağlı yerel krallıklar birçok noktada özgür hareket edebiliyorlardı. Örneğin arkeolojik kazılarda elde edilmiş olan bir tabletten Alalah Kralı İdrimi'nin, Kizzuvatna Kralı Pilli’ya ile bir antlaşma imzalayabilecek bağımsızlığa sahip olduğu anlaşılmaktadır. Genellikle Kizzuvatna’nın 2.binyılın ortalarından itibaren birçok açıdan Hurri etkisine girdiği ve bu çerçevede siyasi anlamda da Mitanni egemenliğinde olduğu anlaşılmaktadır. Hititler’deki Hurri etkisi de Hitit Kralı III. Hattuşili’nin Kizzuvatna’lı olan eşi Puduhepa ya bağlanmaktadır.


Yazılıkaya Açık Hava Tapınağı. Hititlerin baş tanrısı firtına tanrısı Tešup, baş tanrıça güneş tanrıçası Hepat, oğulları Šarruma, kızları Allanzu ve kız torunları. Tešup  dağ tanrıları Namni-Hazzi, Hepat-Šarruma diş aslan, Allanzu-torun  Kartal üzerinde tasvir edilmişlerdir.

Hurriler ile ilişkilendirilen yaklaşık 40 metin Hitit Başkenti Hattuşa’da bulunmuştur. Hititler üzerindeki Hurri etkisi oldukça yoğun gözükmektedir ki İmparatorluk Dönemi bazı Hitit krallarının isimleri bile Hurricedir. Yine dinsel ve kimi kültsel uygulamalarda güçlü bir Hurri etkisi görülmektedir. Örneğin Hititler’in en önemli Açıkhava kült alanı olarak kabul edilen Yazılıkaya Açıkhava Tapınağı’nda betimlenen tanrılar Hurri tanrılarıdır. Fırtına Tanrısı Teşup ve eşi Hepat Yazılıkaya A Odası’nda betimlenmiştir.

Hurri mitolojisi özellikle komşuları Fenikeliler, daha sonra da Hititlerin aracılığıyla Yunan dünyasında büyük ölçüde etkili olmuşlardır. Hitit başkenti Hattuşada, Akad, Hurri ve Hitit dili ile yazılmış tabletlerde ele geçen Gılgamış Destanı ana çizgileriyle eski Babil örneğine uygunsa da yeni bir Hurri yorumudur ve daha bir bütünlük gösterir. Hurrilerin en büyük efsanesi tanrıların kralı olarak adlandırdıkları Kumarbi üzerine yazılmıştır. Bu efsanenin Hurriceden Hititçeye yapılmış çevirileri Hattuşada bulunmuştur. Kumarbi Efsanesi sonradan Fenikeliler ve Hitit merkezleriyle Yunanlılara geçmiş ve Homeros ile Hesiodos'un eserlerine köklü etkilerde bulunmuştur. Hititlerin Hurrilerden aldıkları "Göğün Krallığı" efsanesi çok önemlidir. Burada sonradan Yunanlılara da geçen tanrıların doğuşu Theogoni anlatılmıştır. Anlatıya göre göğün önce üç tanrısı vardı. Alalu, Anu ve Kumarbi. Anu Babillilerin tanrısıdır. Alalu da onun daha önceki ceddidir. Hurri tanrısı Kumarbi, Sümerlerdeki Enlil'in karşılığıdır. Kumarbi kendisinden önceki göğün tanrısı Anu'nun erkeklik uzvunu ağzı ile koparır ve spermini yutmak üzere iken çıkarır çünkü Anu ona şu sözleri söylemiştir; "Erkekliğimi yuttuğuna pek sevinme. O seni üç korkunç tanrıya gebe bırakacaktır. O zaman kafanı kayalara vuracaksın". Efsaneye göre Kumarbi'nin içinden çıkarıp tükürdüğü spermden yer yüzü gebe kalmıştır. Bilindiği gibi Hesiod Theogonisi'nde benzer bir konu işler. Ona göre Uranos, Kronos ve Zeus birbirinin ardı sıra göğün kralı oldular. Hesiod'ta Kronos, babası Uranos'un erkeklik uzvunu karısı Gaia(toprak ana) ile sevişirken bir orakla keser ve denize atar. Uranos'un sepermlerinden Afrodit, kan damarlarından Gigantlar doğar. Hurri kökenli bu Kumrabi efsanesi Yunanlılara M.Ö 8. yüzyılda geçmiştir.

Suriye'nin kuzeyinde Lazkiye'ye yakın antik Ugarit şehrinin sarayında 1950‘lerde yapılan kazılarda toplam 36 adet çivi yazılı tablet bulunmuştur. ‘Hurri Şarkıları’ olarak bilinen ve bütünüyle bir müzik koleksiyonunu oluşturan bu tabletler ilk olarak Emmanuel Laroche tarafından 1955 ve 1968 yıllarında yayınlanır. Bu tabletlerden sadece bir tanesi de neredeyse hiç bozulmadan günümüze kadar gelebilmiştir. Söz konusu tableti özel kılan şey ise, bilinen tarihin en eski müziğini, notasyonlu ve bütün halinde barındırıyor olması. Üzerinde h.6 olarak kataloglanan Hurri İlahisi yazılı bulunan tablette ayrıca Tanrıça Nikkal’e adanan ilahinin sözleri ve bugünkü arp ya da lir olduğu düşünülen 9 telli ‘sammum’ ile nasıl çalınacağına ilişkin talimatlar da yer alıyordu. Diğer tabletlerden bazılarının üzerinde de bahsi geçen sammum isimli müzik aletinin nasıl akort edileceğine dair bilgilere de yer verilmişti.


Bilinen tarihin en eski melodisi olan ve Tanrıça Nikkal’e adanmış Hurri ilahisinin Michael Levy tarafından yeniden canlandırılan bu şarkıda dijital bir enstrüman olan midi klavye kullanıldı.

Archeologia Musicalis dergisinde, 1988’de yayınlanan bir makalede Richard Fink, “7 notalı diyatonik ölçünün tıpkı müzikal harmoni gibi bundan 3400 yıl önce varolduğunu” yazmış ayrıca, bu arkeolojik bulguların antik harmoninin aslında var olmadığını ve ölçünün yalnızca Antik Yunan’la alakalı olduğunu savunan müzikologların birçoğunu yanılttığını belirtmiştir.

M.Ö. 2. bin yılın ortalarında Hurri-Mitanni Devleti, Eski Ön Asya ‘nın en kuvvetli siyasi güçlerinden biri iken, Hitit Kralı Şuppiluliuma ‘nın seferleriyle kudretini kaybederek, Hititlere bağlı ve Asur ‘a karşı tampon bir ülke haline getirilmiştir. M.Ö. 1200 lerde cereyan eden Ege Göçleri neticesinde ise hem Hitit İmparatorluğu, hem de Mitanni Krallığı, tarih sahnesinden çekilmişlerdir. Ancak etkileri Antik Yunan aracılığıyla tüm Yakın Doğu'da uzun süre yaşamıştır.






17 Kasım 2018 Cumartesi

Antik Mısır'ın Yeniden Doğuşu


Üç bin yılı aşan bir zamana yayılan ve bir çok araştırmacı tarafından gelmiş geçmiş en büyük medeniyetlerden birisi olarak gösterilen Antik Mısır, yakın asırlara kadar modern insan için tam bir bilinmezdi. Cevap "Firavunların Kutsal Metinleri" olarak adlandırılan hiyerogliflerde gizliydi fakat onların da çözülmesi için 19. yüzyılı beklemek gerekecekti. 18. yüzyılın ortalarından itibaren Avrupalı gezginler Mısır'daki anıtların ayrıntılı tasvirlerini yapıp, kopyalarını çıkarmaya başlamıştı. Mısır’ın, devasa yapıları ve akıl almaz ihtişamıyla Avrupa’da bir moda olması ve bu ülkenin birçok zenginliğinin Avrupa’ya kaçırılıp aristokratların ve de soyluların koleksiyonlarında yerlerini almaya başlamasıyla Mısır artık birçok Avrupalı tüccar için yeni bir ticaret merkezi haline gelmişti. Bu zenginlikler arasında mumyalar, lahitler, tanrıça heykelleri, dikili taşlar, el yazması  papirüsler ve daha nice antika eşya bulunmaktaydı. Fransa'nın 1798 yılında Napoleon Bonapart önderliğinde Mısır ve doğu ticaret yolları üzerinde İngiltere'ye karşı üstünlük elde etme amacıyla giriştiği Mısır seferinde, Mısırın insanlarını ve de geçmişini anlamak ve öğrenmek için Fransız ordusuyla birlikte tarihçiden matematikçiye, ressamdan dilbilimciye  birçok bilim insanı da Mısır'a götürülmüş ve araştırma yapmaları için teşvik edilmişlerdi. Fransız bilim insanlarının Mısır’da yaptığı araştırmalar ve burada kurulan enstitü, gelecekte Egyptology yani "Mısırbilim" adıyla bir bilim dalının ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır.

Napolyon Bonapart, 19 Mayıs 1798 tarihinde L’Orient adlı gemisiyle Mısır’ı ele geçirmek için yaklaşık 38.000 asker, 1.200 at ve 171 top taşıyan 50 savaş gemisi ve 500 civarında nakliye gemisiyle Toulon limanından yola çıtığında yanında 167 kişiden oluşan bilim ve sanat adamlarından kurulu bir de heyet bulunmaktaydı. Bilim adamlarının beraberinde 287 ciltten oluşan bir kütüphane ile Fransızca, Arapça ve Yunanca baskı yapabilen iki tane de matbaa makinesi mevcuttu. Napolyon’un bu heyeti yanına almasının amacı, onlara eski Mısır uygarlığını inceletip Avrupa’ya tanıtmak, Avrupa’nın bilim ve tekniğini Mısır’da uygulatmak suretiyle burayı ekonomik açıdan kalkındırmak ve bu durumdan Fransa’ya fayda sağlamaktı. 1 Temmuz 1798’de Napolyon komutasındaki Fransız ordusu İskenderiye'yi ele geçirdikten sonra Fransız bilim insanları şehri ilk gördüklerinde hayal kırıklığına uğradılar. Çünkü kitaplarda okudukları, Büyük İskender’in kurduğu, Aristo’nun botanik gözlemler yaptığı şehrin yerinde başka bir kültür, başka bir dünya bulmuşlardı. Yeni bir “İskenderiye Okulu” kurma hayalleri kısa sürede suya düşmüştü. İskenderiye’nin işgalinden sonra Napolyon burada 3.000 asker bırakarak Kahire’ye doğru yola çıktı ve burayı ele geçirdi. 



Kahire'yi ele geçirdikten sonra Gize piramitlerin önüne gelip askerlerine; "Askerler, piramitlerin tepesinden 40 yüzyıl bize bakıyor" diyen Napolyon Bonapart, 20 Ağustos 1798'de Kahire'de Mısır Enstitüsü’nü kurarak Mısır medeniyetinin araştırılması için yanında götürdüğü bilim insanlarına talimat verir. Napolyon’un Kahire’de kurduğu bu enstitü matematik, fizik, ekonomi, edebiyat ve sanat dallarını kapsayan 4 ayrı bölümden oluşmakta, her bölümün 12 üyesi bulunmaktaydı. Mısır’da eğitim ve öğretimin gelişmesine ve yaygınlaşmasına katkıda bulunmak, Mısır hakkında araştırma ve incelemeler yaparak elde edilen verilerin basılmasını sağlamak ve bir danışma birimi vazifesi görerek tartışmalı konularda fikir üretmek bu enstitünün temel amaçları arasındaydı. General Bonaparte, kaynağı bilinmeyen Nil’in kaynağını araştırmak için heyetler kurdurdu. Bir alay ressam, coğrafyacı, botanikçi, doğabilimcinin çalışmalarıyla Mısır’ın böcekleri, bitkileri, insanları henüz çözülmeyen hiyeroglif kitabelerin aynen kopyası hazırlanıyordu. Mısır keşfediliyordu. Napolyon enstitü faaliyetinin yanında Akdeniz’den Kızıldeniz’e bir kanal açılması için planlar hazırlamaya, Mısır’ın ekonomik olarak kalkınması için tedbirler almaya da başlamıştı. Yine bu sıralarda bilim adamlarının gözetiminde askeri ve sivil hastaneler, kütüphane ve laboratuarlar, veba ile mücadele amaçlı karantina istasyonları, tahıl öğütmek için yel değirmenleri ve kanalizasyon sistemleri inşa edilmiş, posta sistemi, sulama projeleri ve sokak aydınlatmaları gibi bir dizi yeni proje de hayata geçirilmiştir. Ayrıca, ilk defa olarak Nil’in balıkları, Kızıldeniz’in mineralleri, deltanın florası ve çöl kumunun bileşenleri üzerinde de araştırmalar yapılmıştır. Bunun yanında, Fransızlar beraberlerinde getirdikleri matbaa makinesi ile bir sözlük ve bir dilbilgisi kitabı da basmışlardı. 



Kahire yakınlarında Gize'de büyük piramidin eteklerinde dünyadaki ilk arkeolojik kazı gerçekleştirilir. Çok sayıda akademisyen, mimar, ressam ve arkeolog büyük piramidi inceleyerek ölçümlerini ve resimlerini yapmıştır. Büyük Piramit, 145,75 metreydi 43 yüzyıl boyunca dünyanın en yüksek yapısıydı, ancak 19. yüzyılda geçilebilecekti. Eğimi 54 derece 54 dakika idi ve kenar uzunlukları arasında maksimum hata oranı şaşırtıcı bir şekilde % 0.1 bile değildi. Her biri birkaç ton ağırlığında olan iki milyon taş bloktan yapıldığı sanılan üç piramidin taşları yan yana dizilirse, tüm Fransa'yı çevreleyecek 3 metre yüksekliğinde ve 30.48 santimetre kalınlığında bir duvar yapılabilecek boyutlardaydı.

Büyük Giza Sfenksi, Kefren’in Oturan Heykeli; Giza Kefren Tapınak Vadisi IV. Sülale, yak. MÖ.2550

73,5 metre uzunluğu, 6 metre genişliği ve 20 metre yüksekliği ile dünyadaki en büyük tek parça taş heykel olan Büyük Gize Sfenksi ilk kez fark edildiğinde büyük bir bölümü çölün kumlarıyla kaplanmış durumdaydı. Napolyon Sfenks'i ilk kez gördüğünde anıtın sadece başı ve omuzları kumların üzerindeydi. Uzun yıllar boyunca Sfenks bu şekilde kalır. Ancak 1816-1818 yılları boyunca titiz kazı çalışmalarıyla bedenin büyük bir bölümü kum altından çıkarılabilir. Fakat pençeleri ile pençelerinin arasındaki mabedin kum altından çıkarılması farklı zamanlarda gerçekleştirilen sistematik çalışmalarla gerçekleştirilmiştir.



Karnak Tapınağı

Napolyon, Mısır enstitüsünü kurduktan hemen sonra, 25 Ağustos 1798’de, Yukarı Mısır’ı ele geçirmek hem de keşfetmek üzere General Desaix’i görevlendirmiş, bölgedeki pek çok yer ele geçirilmiştir. Bu sefer esnasında günümüzde Mısır'ın Piramitlerden sonra en çok ziyaret edilen antik mekanı olan ve 18. yüzyılda bir çok gezgin ve araştırmacı tarafından da ziyaret edilip tasvir ve tarif edilmiş olan Karnak Tapınağı ile karşılaşıldığında tapınak harabe halinde idi. Dünyadaki en büyük antik dini mekân olan ve hem Mısır tarihi hem de mitolojisi hakkında önemli bilgiler veren Karnak Tapınağında Fransız bilim insanları ve arkeologlar tarafından yapılan incelemeler sonucu önemli bulgular elde edilmişti.





Karnak Tapınağı

Yine Yukarı Mısır'da Edfu şehrinde Fransız keşif seferiyle tespit edilen Edfu Tapınağı, keşfedildiği zaman, tapınak direklerinin yalnızca üst kısımları görülebilmekteydi. 1860 yılında Fransız bir Mısır bilimcisi olan Auguste Mariette, Edfu tapınağını kumlardan arındırmaya başladıktan sonra Antik Mısır'ın Karnak Tapınağından sonraki en ihtişamlı yapısı gün yüzüne çıkmaya başladı. 



Edfu Tapınağı

1799 yılının Ağustos ayında İskenderiye yakınlarındaki Rosetta şehrinde Napolyon Bonapart'ın askerleri kale yapımı için hendek kazmakta iken bir Fransız askeri, aniden belinin arkasının sağlam bir şeye dokunduğunu hissetti. Büyük bir taştı. Asker taşın üzerindeki toprağı eliyle temizlemeye başladı. Taş üzerine bazı tuhaf yazılar çıktı. Bu taş levhanın yüksekliği 114 cm, genişliği 72 cm, kalınlığı 27 cm, ağırlığı ise 760 kilograma eşit idi. Pierre-Franço- is Xavier Bouchard adlı mühendis, granit taşın kıymetli olacağını düşünerek Rosetta’daki Fransız generale haber verir. Kahire'de Napolyon Bonapart tarafından kurulmuş olan enstitüye gönderilen taştaki yazıların semboller ve resimlerden oluşan hiyeroglif, Antik Yunanca ve o dönemde ne olduğu anlaşılmayan bir yazı olmak üzere üç farklı dilde yazıldığı anlaşıldı. Taşın önemini kavrayan Fransızlar, hemen kopyalarını çıkartıp Paris’e yollamış ve en önemli dilbilimcilerini hiyeroglifleri çözmeye yönlendirmişti. Antik Yunancayı hemen okumaya koyulan dilbilimciler metni çözdükçe heyecanları iki katına çıktı. Dilbilimcileri bu denli heyecanlandıran, üç yazının da aynı şeyi anlatması ve her ne kadar ilk iki dil olmasa da Antik Yunancanın çok iyi bir şekilde bilinmesi ve kolayca çevrilebilecek  olmasıydı. Böylece Yunanca metin çevrilip hiyerogliflerin ne dediği anlaşılacak ve belki de hiyeroglifler okunabilecekti.


Rosetta Taşı

Eski Mısırlılar kendilerine özgü bir yazı sistemi bulan nadir toplumlardandı. Onların “Tanrı’nın sözleri” olarak adlandırdığı ve semboller kullanılarak oluşturulan bu yazı sistemine Eski Yunanlar “kutsal yazılar” anlamına gelen hiyeroglif adını vermişlerdi. Rosetta taşındaki Yunanca çeviriye göre bu taş, Mısırın 285. Firavunu V. Ptolemaios tarafından M.Ö 196’da kendi yönetiminin propagandası için yaptırılmıştı. Taşın yaptırılmasının en büyük sebebiyse yönetiminin sallantıda olmasıydı. Mısır, M.Ö. 332'de Büyük İskender’in kontrolüne geçmiş ve İskender kendini firavun ilan edip kendi hükümetini oluşturmuştu. Büyük İskender'in generali ve idarecisi olarak görev yapan 7 yardımcısından biri olan Ptlomaios, İskender MÖ 323'de öldüğü zaman Mısır üzerinde satrap olarak göreve başlamış MÖ 305'de kendini bağımsız kral olarak ilan etmişti. Mısır halkı I. Ptolemaios ve sonradan tahta gelen Ptolemaios hanedanı hükümdarlarını bağımsız Mısır'ın firavunları olarak kabul etmişlerdi. Bu yönetimin çoğu bu toprakların asıl sahiplerine yabancıydı ve bu, toplum içerisinde yönetime karşı bir nefret oluşturmaktaydı. Halkın yönetime karşı açık isyan içinde bulunduğu dahi söylenebilirdi. Bu durumdan son derece rahatsız olan V. Ptolemaios çözüm olarak bu taşlardan yaptırıp ülkedeki tapınaklara yerleştirmiştir. Hepsi V. Ptolemaios’un erdemlerinden ve ülkenin haklı firavunu olmasının sebeplerinden bahsetmekte ve onu övmekteydi. Yunanca kısmın çevrilmesinin ardından taştaki üçüncü dilin Eski Mısır’da halk dili olan Demotik olduğu anlaşılmıştı. Fakat 1801 yılında Fransızlar Mısır'da İngiliz ordusuna yenilince Mısır seferinde ele geçirdikleri tüm ganimetle beraber Rosetta taşını da İngilizlere vermeye mecbur oldular. Rosetta taşı, 1802 yılında British Museum'a verildi ve o tarihten beri orada sergilenmektedir. Mısır seferi Fransa için askeri açıdan başarısızlıkla sonuçlansa da Yukarı Mısır'da General Desaix'e eşlik eden ve Karnak ile Edfu tapınakları başta olmak üzere antik sanat eserlerinin birçok eskizini yapan Vivant Denon, 1802 yılında iki cilt halinde yayınladığı Voyage dans la etse Egipte Egypte'de (Aşağı ve Üst Mısır'da Yolculuk) adlı eseri ile hem arkeolog ve sanatçı olarak ününü taçlandırdı hem de modern Mısırbilimin temelini attı. Napolyon'a eşlik eden bilim insanlarından oluşan heyet Mısır'daki anıtların metin ve resimlerinden oluşan 1809-1822 yılları arasında hazırladıkları Description de L’Egypte adlı dev eseri yayınlayarak hiyeroglif metinler ve arkeolojik bulgular üzerinde çalışmak için gerekli temeli attılar. Böylece bu dönemden itibaren bilimsel açıdan Mısır medeniyetine olan ilgi artmış, Avrupa'daki üniversitelerde Mısır ile ilgili araştırmalar geliştirilmeye başlanmıştır.

Giovanni Battista Belzoni Mısır kıyafetleri ile

1815 yılında Mısır'a gelen İtalyan kaşif Giovanni Battista Belzoni, Osmanlı İmparatorluğunun Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa'ya kendi buluşu olan Nil'in sularını yükseltmek amacıyla tasarladığı bir hidrolik makineyi tanıtmıştı. Deneyi başarılı olmasına rağmen tasarım Mehmed Ali Paşa tarafından tutulmamıştı. Ancak o Mısır'da kalıp keşiflerine devam etti.




Ebu Simbel Tapınağı

İsviçreli oryantalist Johann Ludwig Burckhardt, Giovanni Battista'ya bir kaç sene önce 1813 yılında Sudan sınırına yakın, Mısır'ın güneyindeki Nubya'da bir köyde keşfettiği bir tapınaktan bahsetmişti. 1817 yılında Giovanni Battista önyüzünde II. Ramses’in ve eşi Nefertari’nin betimlendiği altı heykelin bulunduğu tapınağın içine girmeyi başardı ve tapınağı temizleyerek gün yüzüne çıkardı. Tapınağın girişini açıp, içine giren Giovanni Belzoni ye yol gösteren Ebu Simbel asındaki çocuğun ismiyle anılacak olan tapınak gelecekte “Nubya Anıtları” olarak UNESCO Dünya Kültür Mirasılarının bir parçası olacaktı.

II. Ramses'in heykeli Ramsessum'dan taşınırken

II. Ramses heykeli, British Museum

Johann Ludwig Burckhardt'ın tavsiyesi üzerine Mısır'daki İngiliz konsolosu Henry Salt tarafından Teb kentindeki Ramesseum harabelerine gönderilen Giovanni Belzoni burada da büyük yararlık göstererek II. Ramses'in devasa boyutta bir büstünü gün ışığına çıkardı. Bu parça Belzoni tarafından İngiltere'deki British Museum'a gönderildi. 




Krallar Vadisi I. Seti'nin mezarı

Giovanni Belzoni aynı zamanda araştırmalarını Edfu tapınağında da sürdürdü. Teb'de Krallar Vadisinde kazı çalışmaları yaptı ve Firavun Ay ile I. Seti'nin mezarlarını buldu Gize'deki ünlü Kefren piramidine giren ilk Avrupalı oldu.


Jean-Francois Champollion

Mısır'da bir çok tapınak ve firavun mezarı gün yüzüne çıkarılırken Avrupa'da çeşitli enstitülerde hiyoregliflerin çözülmesi için ciddi çalışmalar yapılıyordu. Birçok akademisyen, Rosetta taşının sırrını ortaya çıkarmaya çalışıyordu. Yunanca metin eski hiyerogliflerin çözümlenmesinde uzmanlara asıl yardımcı olan kısım olmuştu. Fakat eski Yunan dilinde yazılmış metni okumak mümkün olsa da, hiyoregliflerin sırrını çözmek henüz mümkün olmamıştı. Rosetta Taşı üzerindeki bazı hiyerogliflerde Ptolemaius'un adının geçtiğini gösteren ilk kişi İngiliz dilbilimci Thomas Young olurken, Fransız dilbilimci Jean-Francois Champollion 1822'de bu taşın bulunmasından yaklaşık yirmi yıl sonra hiyeroglifleri okuyabildiğini ilan etmiş ve bu yolda çok  büyük bir adım atmıştır. Çocukluğundan beri eski dilleri incelemek ve çalışmak için büyük ilgi duyan Champollion 19 yaşında Tarih Profesörü olmuştu. Champollion, Louvre’da ki Mısır koleksiyonunun müdürü olduktan sonra Mısır’a gidip araştırma yapabilme hayaline kavuşmuştu. Bunun sonrasında Mısır’a iki yıllık bir seyahat yapan Champollion, Giza Piramitleri, Büyük Karnak Tapınağı, Memphis’deki antik mezarlıklar ve Krallar Vadisi gibi birçok yerde araştırmalar yapmış ve Mısır dilinin alfabesi, dilbilgisi, kelimeleri üzerine birçok bilgiye sahip olup daha sonraları da bunları yayınlamıştır. Eserlerinin en ünlüsü hiyeroglif sisteminin kapsamlı bir açıklamasını yaptığı: Précis du système hiéroglyphique des anciens Égyptiens (Eski Mısır Hiвeroglif Sisteminin Kısa Açıklaması) isimli eserdir. Birçoklarına göre modern insan için Eski Mısır Champollion’la başlar. Eski bir medeniyete ait bir çok gerçeğin gün yüzüne çıkması, Champollion’nun hiyeroglifleri okumadaki başarısı sayesinde olmuştur. Champollion Mısır’dan döndükten 18 ay sonra bir beyin rahatsıгlığı yüzünden hayatını kaybetti. Fakat, dünya Champollion sayesinde bir dil unutulsa, o dili konuşan kalmasa bile asla yok olamayacağını anlaşılmıştı. Champolion'un haleflerinin en dikkat çekeni olan Heinrich Brugsch çalışmalarında tapınak yazıtlarına ağırlık vererek Demotik yazı hakkındaki bilgilerimizin temelini attı. Alman dilbilimci Adolf Erman 1880 yılında yayınladığı Neuagyptische Grammatik ve 1894 yılında yayınladığı Agyptische  Grammatik adlı eserleri ile Mısır dilbilgisinin temellerini atarak artık daha doğru çeviriler yapılmasını sağladı. Gaston Maspero'nun kral mumyalarının bulunması piramit metinlerini keşfi ve kaydı ile Mısır dini ve tarihi ile ilgili araştırma yöntemlerine uzun yıllar damgasını vurdu.

Torino Papirüsü

Tebes'in Deir el-Medina köyünde bulunan ve 1824 yılından önce Bernardino Drovetti tarafından Mısır'dan alındığı kaydedilen, papirüse çizili harita, Mısır kronolojisine dair en önemli belgelerin başında gelmektedir. Günümüzde Torino'daki Egizio Müzesi'nde muhafaza edildiğinden dolayı Torino Papirüsü olarak bilinmektedir. Günümüzde Mısır kronolojisi üzerine bildiklerimiz, iki ana belgeye dayanmaktadır. Bunlar Mısırlı tarihçi Manetho'nun yazdığı krallar listesi ve Torino Papirüsüdür. Her iki belge de birbiriyle uyumlu olduğu için arkeologlar ve Mısırbilimciler, Mısır'ın kronolojik gelişimini formüle edibilmiştirler. Buna göre, Firavun Menes'le başlayan Hanedanlar Dönemi, alt evrelere ayrılmıştır: Eski Krallık, I. Ara Dönem, Orta Krallık, II. Ara Dönem (Hiksoslar Devri) ve Yeni Krallık. Bugün okutulan tarih kitaplarında da kronolojik düzen bu şekildedir.

Ölüler Kitabı

1842 yılında Alman bilim insanı Karl Richard Lepsius, Ptolemaik döneme ait bir el yazmasının çevirisini yayınladı ve bu kitaba "Ölüler Kitabı"(das Todtenbuch) adını verdi. Mısır Ölüler Kitabı, ölen insanları diriltmek için değil ölümden sonraki yaşamda ölen kişiye yol göstermek ve hayatını düzenlemek amacı ile oluşturulmuş metinlerdir. 18. Sülale döneminden başlayarak kullanılmaya başlanan, ölüm ötesi yaşamında kendisine yardımcı olması için ölmekte olan kişinin huzurunda okunan metinlerin ve gömülme yöntemleriyle ilgili metinlerin derlenmesinin yanısıra 165 farklı büyü tanımlanmıştır. 

Mitanni Kralı Tuşrutta'nın, III. Amenhotep'e gönderdiği tablet mektup

1887 yılında Nil’in doğu yakasında, Kahire’den 300 km. güneyde Tell-el-Amarna’da, bir fellah karısı, kendisini rahatsız eden yabancılara karşı, son savunma çaresi olarak, birkaç toprak tabak fırlatır. Amacı onların meraklı bakışlarından kurtulmaktır. Ama, sonuç bunun tam tersi olur. Yabancıların kafalarına fırlatılanlar, Mısır’ın şimdiye kadar bulunmuş en büyük ve en önemli kil levha arşivi olan Amarna mektuplarının parçalarıydı. Bu rastlantı yanında, 1887'den beri arşivin diğer parçalarının tanesi 10 kuruş gibi çok küçük bir para ile antikacılar tarafından satılmaktaydı. 1888 yılında Kahire çarşısında, 200 kadar parçanın satışa sunulduğu biliniyordu. Tabii, bunu duyan, enstitüler ve koleksiyonerler, hemen buraya akın ettiler ve sadece o yılın birinci ayında, ilk parçalar Londra ve Berlin’e ulaşmıştı. Özellikle, Avusturyalı koleksiyoner Theodor Graf’ın elinde, 160 parça toplanmıştı. Zamanla; Berlin Müzesi, bunları satın alıp sergilemeye başladı. Tabletler üzerine çivi yazısı ile yazılmış olan bu mektupların büyük çoğunluğu o dönemlerin diplomatik dili olan Akadça idi ve XVIII. Sülale Firavunlarından III. Amenophis ile IV. Amenophis dönemine yani M.Ö 1375-1350 tarihlerine aitti. Bu mektuplar Mısır Firavunlarının Filistin ve Suriye'deki küçük krallıklar ile Anadoludaki Hititler ile yaptığı yazışmaları içermektedir. Akadça olan mektupların bir tanesinde Hitit Kralı Şuppiluliuma'nın Firavun IV. Amenophis'e tahta çıkışı nedeniyle gönderdiği tebrik mesajı bulunuyordu.


Nefertiti Büstü, Berlin Ägyptisches Museum

Amarna'da kaya mezarları, steller ve kil tabletlerin bulunmasından sonra Alman ve İngiliz arkeologlar tarafından yürütülen sistemli çalışmalarla Amarna kenti ortaya çıkarıldı.Evler, saraylar, tapınaklar ve bir zenaatkar mahallesi tespit edildi.Dünyaca bilinen Amarna Büstleri bu atölyede ortaya çıkarılmıştır. Mısır sanatının en ünlü eserlerinden biri olan, kireç taşından yapılma Nefertiti’nin büstü, 1912 yılında Alman arkeolog Ludwig Borchardt tarafından modern Mısır’daki Tell el-Amarna kasabası yakınlarında keşfedildi ve kırık çömlek parçalarına gizlenerek ülke dışına kaçırıldı. Yaklaşık olarak 50 santimetre uzunluğunda olan IV. Amenophis'in eşi Nefertiti’nin büstü, neredeyse mükemmel bir durumda bulunmuştu. Sadece kulak memeleri yontulmuştu. Ancak eser, bitirilmeden bırakılmıştı, çünkü sol gözün olacağı delik hiçbir zaman doldurulmamış gibi görünüyordu.


Narmer Paleti, Kahire Müzesi

1897-1898 kışında Britanyalı arkeologlar James Quibell ve Frederick Green, Mısır’ın güneydeki Hierokonpolis'te (eski Nekhen günümüzde Kom el- Ahmar) sit alanında yaptıkları kazıda ’Ana Çökelti’’ diye adlandırdıkları bir yer keşfettiler ve burası ilginç ve sıra dışı buluntular içermekteydi. Buluntuların en önemlisi işlemeli taş bir levhaydı. Yaklaşık 2 metre yüksekliğinde ve 2,5 santimetre kalınlığında, ince damarlı, yeşilimsi siyah renkte olan levha, şu an Kahire’deki Mısır Müzesi’nin giriş salonunda yer alan uzun cam muhafazada durmaktadır. Bir kalkan gibi biçimlendirilmiş bu levhanın her iki yüzüne hafif kabartmalar işlenmiştir. Paletin her iki yüzünü süsleyen özenli ve detaylı sahneler, onun daha çok bir amaç için, ünlü bir kralın başarılarını kutlamak için yapıldığını göstermekteydi. İki inek tanrıçanın altında duran bir hükümdar, düşmanına ağır bir topuzla vurduğu betimlenmekteydi. Arkeologlar bu hükümdarın kim olduğunu ve ne zaman hüküm sürdüğünü merak ettiler. 
                                                                 
Tabletin en üst bölümündeki dikdörtgen çerçevenin içinde yer alan hiyeroglif, hükümdarın adını heceleyerek merakı gideriyormuş gibi görünmekteydi: kedibalığı (nar) ve keski (mer).

"Narmer"

Quibell ve Green, çamurla kaplı Nekhen sitalanında tesadüfen eski Mısır’ın kuruluşunu belgeleyen ve daha sonra Narmer Paleti olarak adlandırılacak olan bu eseri bulmuşlardı. Daha sonraki araştırmalar, Narmer’in ilk krallardan biri değil, aynı zamanda Mısır’ın ilk hükümdarı olduğunu gösteriyordu. Firavun, paletin bir yüzünde Yukarı Mısır'ın soğan biçimindeki "Beyaz Taç"ını, diğer yüzde ise Aşağı Mısır'ın "Kırmızı Taç"ını giyer biçimde çizilmişti. Bu hikâyenin ana teması Yukarı Mısır'ın, Aşağı Mısır'ı ele geçirmesi ve her iki krallığın tek bir Krallık altında birleşmesidir. Palet aynı zamanda, paletin yapıldığı dönemdeki Antik Mısır Sanatı'na ait klasik eğilimleri de göstermekteydi. Mısırolog Bob Brier, Narmer paletini "dünyadaki ilk tarihi belge" olarak tanımlamıştır.

Louvre Müzesi Antik Mısır Eserleri Bölümü

Günümüzde 500'ün üzerinde dünya müzelerinde önemli Mısır eserleri sergilenmektedir. Kahire Müzesi’nden sonraki en büyük Mısır koleksiyonu Fransa'daki Louvre Müzesinde yer alıyor. Bu bölümde freskler, papirüsler, gündelik nesneler, heykeller ve lahitlerden oluşan Antik Mısır tarihine ait 50.000’den fazla eser sergilenmekte.1827 yılında açılan Antik Mısır Eserleri bölümünde, mumyaların sergilenmesi de planlanmış, fakat kazılardan çıkartılan mumyaların bütün olarak korunması çok zor olduğundan sergiye konmamış. Şu an müzede tek bir mumya sergilenebilmekte. Çok iyi bir şekilde korunmuş olan bu mumya, Ptolemaik Dönem’de yaşayan bir erkeğe ait. 


Louvre müzesinde Antik Mısır Eserleri bölümünde sergilenen en önemli eserlerden biri de koyu renkli diyorit taşından yapılmış Firavun Tutankamon’u koruyan Tanrı Amon heykelidir. 1857 yılında Karnak’ta gün ışığına çıkartılan heykelin yaşı 3.500 – 4.000 yıl arasında.

Tanrı Amon Heykeli

Louvre müzesinde Antik Mısır'a ait görülmesi gereken önemli eserlerden bir diğeri de Büyük Sfenks olup aslan gövdesi ve kralın başı ile müthiş bir yapıdır. Üstünde sırayla firavun II. Ammenemes (12. Hanedan, MÖ 1929-1895), Merneptah (MÖ 1212-02) ve I. Shoshenq (22. Hanedan, MÖ 945-24) adları yazılıdır.

Louvre Müzesindeki Aslan Gövdeli Büyük Sfenks

1902 yılında yılında açılan Kahire Müzesi ise içinde bulundurduğu 120 bin parça eserle Antik Mısır'a dair en fazla eser barındıran müze konumunda. İlk olarak 1891'de Gize'de kurulan daha sonra 1902 yılında Kahire'ye taşınan müzenin bahçesinde Fransız arkeolog Mariette'nin heykeli bulunmakta. 


Kahire Müzesi

Bunun nedeni Fransız arkeologun, tarihi eserlerin Mısır dışına kaçırılması ve yağmalanmasını engellemek için bu müzenin kuruluşunu sağlamasıydı. Böylece Antik Mısır'a ait tarihi eserler anavatanlarında kalmış oluyor Mısırlılar ise Mariette'nin heykelini kurduğu bu müzenin bahçesine dikerek ona karşı olan vefa borçlarını ödemiş oluyorlardı.


Anadolu'da Klasik Türk Edebiyatının Doğuşu

İran saraylarında gelişmiş klasik yüksek kültür mirası, Anadolu'da Konya Selçuklu sarayından sonra  Uc Türkmen beyliklerinde örnek al...