Dünya edebiyatının en ünlü masal külliyatlarından biri olan Binbir Gece Masalları, 8. yüzyılda sözlü gelenekte ortaya çıkmış olan masalların derlenmesiyle oluşmaya başlamıştır. Buna rağmen masalların esas kaynağı Farsça bir kitaptan gelmektedir. Hikâyelerin çekirdeğini eski bir İran kitabı olan Hezâr Efsâne (Bin Efsane) adlı eser oluşturmaktadır. Masalların nasıl derlendiği ilk kez kim tarafından yazıya geçirildiği kesin olmamakla birlikte 9. yüzyıl da hikâyeleri derleyen ve Arapça'ya çevirenin, masalcı Ebu Abdullah Muhammed el-Gahşigar olduğu görüşü ileri sürülmektedir. Arapça adı “Elf leyle ve leyle” olan bu masal külliyatı, bir çerçeve hikâye içerisinde yer alan pek çok hikâyeden meydana gelmiştir. Çerçeve hikâye kısaca şöyledir: Semerkant Hükümdarı Şahzaman bir gün kardeşi Sâsânî Hükümdarı Şehriyâr’ı görmeye giderken unuttuğu bir şeyi almak üzere geri döndüğünde sarayda karısının ihanetine şahit olur ve onu derhal öldürür. Şehriyâr’ın yanındaki misafirliği sırasında kardeşinin ava gittiği bir gün yengesinin onu daha çirkin bir şekilde aldattığına şahit olur. İki kardeş deniz kenarında gezinirken omuzunda sandıkla bir ifritin denizden çıkması üzerine korkularından bir ağaca tırmanırlar. Ağacın altına gelen ifrit sandıktan bir kadın çıkardıktan sonra uyumaya başlar. İfritin karısı olan bu kadın iki kardeşi görür ve ifriti uyandırmak tehdidinde bulunarak onlarla cinsel ilişki kurarak ifrite ihanet eder. Bunun üzerine iki kardeş bütün kadınların sadakatsizliklerine kanaat getirir. Bu sebeple Sâsânî Hükümdarı Şehriyâr sarayına döner dönmez karısını öldürtür. O günden sonra da her gün bir genç kızla evlenir ve ertesi günü boynunu vurdurur. Padişaha kız bulmakla görevli olup güç durumda kalan vezirin de iki kızı vardır. Büyük kızı Şehrazâd kendini feda etmek pahasına da olsa kadınları bu belâdan kurtaracak bir plan hazırlayarak babasını güçlükle ikna edip padişahla evlenmeyi kabul eder. Gerdeğe girmeden önce de kız kardeşi Dünyâzâd ile görüşme izni alır. Dünyâzâd, önceden kararlaştırıldığı üzere Şehrazâd’dan bir masal anlatmasını ister. Şehrazâd gündüz kız kardeşi Dünyâzâd’tan hikâyeler dinleyecek kendisi de geceleri hükümdar Şehriyar'a anlatacaktır. Şehrazâd ölümünü geciktirmek için her gece hükümdara bir masal anlatamaya başlar. Şehrazâd sabaha kadar devam eden masalı en heyecanlı yerinde keser. Padişah da masalın sonunu öğrenmek için idamı sonraya bırakır. Şehrazâd padişahı böylece 1001 gece oyalar. Masalların sonu geldiğinde, Şehrazâd 'ın Hükümdar Şehriyar'dan üç erkek çocuğu dünyaya gelmiş ve evlilik üzerinden uzun bir süre geçmiştir. Şehriyar bin bir gecedir beraber olduklarını ve onu aldatmasının mümkün olmadığını tüm kadınların sadakatsiz olmadığını da ispat etmiş olmaktadır. Böylece Kralın kadınlara olan öfkesi ve kötü düşünceleri dinmiş, Şehrezâd 'ın sadakatine inanmıştır. Şehrazâd 'ın Şehriyara anlattığı bu öyküler Bin bir Gece Masallarını oluşturan hikayelerdir. Hemen hemen tüm dünya dillerine çevrilen masalar arasında "Ali Baba ve Kırk Haramiler" ve "Alaaddin'in Sihirli Lambası" da yer almaktadır.
Son şeklini Mısır’da Memlükler devrinde aldığı kabul edilen hikâyelerin birçok değişik yazmaları vardır. Bunlar, 1814’ten günümüze kadar Hindistan, Mısır, Avrupa ve Beyrut’ta defalarca basılmış ve çeşitli dillere tercüme edilmiştir. Bu neşirlerin içinde eksiksiz olanı, 1835 yılında Kavalalı Mehmed Ali Paşa devrinde Mısır'da iki cilt halinde Bulak matbaasında basılandır. Bu baskı daha sonra defalarca tekrar edilmiştir. Binbir gece masalları Avrupa’da ilk defa 18. yüzyılın başlarında Antoine Galland tarafından, kendisine Suriye’den gönderilen bir yazmadan Fransızca’ya çevrilmiştir. Türkçe’ye tercümesi ise ilk olarak Sultan Abdülmecid(1839-1861) devrinde Ahmed Nazif Efendi tarafından yapılmıştır. Masalların müstehcen tarafları atılarak Terceme-i Elf Leyle ve Leyle adıyla dört ve altı cilt halinde tarihsiz olarak iki defa basılmıştır. *Kapak resmi Şehrazâd, Şehriyâr’a masal anlatırken. Modern dönemde Dicle Nehri kıyısında Bağdat’ta yapılmış Bin bir Gece Masallarını konu alan bir heykel.
447 yıllarında yazılmış "Notitia urbus Constantinopolitanae" adlı eserde Konstantinapolis'in, aynı Roma gibi, on dört bölgeye ayrıldığı belirtilir. Bu bölgelerin on üçü Theodosios surları yani bu günkü tarihi yarımadanın içindedir, sadece bir tanesi "Sykai", Roma'da Tiber'in karşı kıyısında yer alan ve bugün Trastevere denilen bölge gibi Haliç'in karşı kıyısındadır. Galata yöresine erken Bizans döneminde “Sykai” yani “İncirlik” ismi verilmiştir. Esas şehirde: Haliç ile ayrılmış bölge, eski Yunan diliyle “karşıdaki incirlik” anlamına gelen “Peran en Sykasi” olarak isimlendiriliyordu. Sykai ismi 9. yüzyıla kadar kullanılmış, bu tarihten sonra yerini sadece, “karşı” mânasına gelen "Pera" ismine bırakmıştır. Bu kelime, yabancı tüccarların yaşadığı bölgeye yerli Bizans halkının yabancılığını da ifade etmekteydi. İlk günlerinden bu yana Pera'nın Haliç'in karşı kıyısındaki Konstantinopolis'ten farklı bir karakteri ve kimliği olmuştur. Tarih boyunca Peralıları, Konstantinopolis halkı "frangofouromeni" yani "Batılı giysiler giyenler" diyerek, Osmanlılarsa kâfir diyerek hakir görmüştür. Yüzyıllar boyunca ayrı bir şehir olarak yönetilen, sonrasında da Osmanlı yasasına tabi olmadan Avrupalıların ve yabancı büyükelçiliklerin koruması altındaki yerel Hıristiyanların yerleştiği, her büyükelçiliğin kendi mahkemesi, posta servisi ve hatta cezaevi bulunan bu bölgede yaşayanlar, buranın Avrupa şehirlerine benzemesinde büyük rol oynamışlardır.
Koyu Kırmızı Yerler Ceneviz Kolonileri
Galata isminin, kentin çevresinde ahırlar bulunmasından dolayı “süt” anlamına gelen Yunanca "galaktus" veya İtalyanca “merdivenli yol” demek olan "calata"dan geldiği ileri sürülmekle beraber kelimenin menşei tam olarak bilinmemektedir. Konstantinopolis, 1204 yılında Haçlılar tarafından ele geçirilip yağmalandıktan sonra 1261 yılında VIII. Mikhail Palaiologos tarafından Latinlerden geri alınırken Cenevizler önemli askeri destek vermişlerdir. Bunun üzerine Bizans İmparatoru VIII. Mikhail Palaiologos, 1261 baharında Nimfayon Anlaşması ile Cenevizler ile ittifak kurarak Galata'yı Cenevizlilere verir. Ceneviz adı, 11. yüzyılın başından 1815'e kadar İtalya Yarımadası'nın kuzey batısında, bugünkü Cenova civarında hüküm sürmüş bir İtalyan şehir devleti olan Cenova Cumhuriyetine Osmanlıların verdiği isimdir. Denizcilik yoluyla gelişen Cenovalılar, doğuda birçok imtiyazlar elde etmişler, deniz kuvvetlerinin güçlü olması sebebiyle pek çok önemli kilit limanların sahibi olmuş veya bu tür yerleri özel statülerle kontrol etmişlerdi. Nimfayon Anlaşması ile Bizans İmparatoru ile ittifak kuran Cenevizliler, Haliç kıyısındaki Galata'ya yerleşmekle yetinmeyip Karadeniz ve Ege'de, İmparatorluğun tüm limanlarının kendilerine açılması gibi bir çok imtiyaz da elde etmişlerdi. 12. yüzyılın sonunda Kudüs'ün tekrar Müslümanların eline geçmesi Avrupa için Doğu Akdeniz ticaret yolunun güvenirliğini kaybetmesine neden olmuştu. Ancak 13. yüzyılda Moğolların gelişinden sonra kuzey Karadeniz'de alternatif bir ticaret yolunun oluşur. Cenevizlilerin kuzey Karadeniz kolonileri sayesinde Çin, Hindistan ve İran ticaretini kontrol altında tutan Moğollar ile Avrupa arasında aracı olmaları ve Hint baharatı, at, kürk ve köle ticaretinden büyük servetler kazanmalarını sağlamıştır. Ceneviz Galata'sı zamanla Levant'taki başlıca limanlardan biri haline gelerek Konstantinopolis'in üç katı ticaret hacmine ulaşır. Kırım ve Karadeniz'deki Ceneviz kolonilerinden ve Tuna üzerinden Balkanlardan getirilen buğday, balmumu, donyağı, ipek, tuz ve şap gibi mallar Galata üzerinden Avrupa'ya taşınmaktaydı. İmparator ile Cenevizliler arasında 1304 Mart’ında imzalanan bir anlaşmaya göre Cenevizliler tespit edilen bölgenin içinde hamam, kilise, et ve buğday pazarları yapabilecekler fakat etrafını asla surla çeviremeyeceklerdi.
Ceneviz Sarayının Kalıntıları
Cenevizliler Galata'yı, her yıl Cenova senatosu tarafından atanan "podesta" adı verilen bir vali aracılığıyla yarı bağımsız bir koloni olarak yönettiler. Podesta ve konsülü, Podestat denen binada toplanırlardı. Galata'da, “Piazza” denilen ana meydanın yanında "Palazzo del comune" olarak adlandırılan ve Podesta'nın makamı olan bir saray yapılmıştı. “Ceneviz Sarayı” olarak bilinen bu yapının, fetihten sonra varlığını sürdüren Galata-Ceneviz cemaatinin idare merkezi olarak kullanıldığı düşünülmektedir. 1314 yılında tarihlenen Ceneviz Sarayı aslında Cenova'ya bağlı Galata'daki Ceneviz idarecisinin sarayı olarak inşa edilmiştir. Podestat’ın süslü ön cephesi 1908'de iş hanı yaptırılmak üzere yıkılmış ve bu gün Avusturya Lisesi’nin ön kapısının bitişiğinde yer alan binanın geriye kalan arka kısmı bir Lokanta olarak hizmet vermektedir.
Cristoforo Buondelmonti'e ait 1422 tarihli bilinen en eski İstanbul ve Galata haritası
Cenevizliler olası tecavüzlere karşı Galata'nın etrafını bir sur duvarı ile çevirmek için İmparator'dan gerekli izini alamasalar da 14. yüzyılda bölgeyi surlarla çevirmeye başladılar ve 15. yüzyılın ortalarına kadar alanı ve surları genişletmeye devam ettiler. Bizanslı tarihçi Nikephoros’a göre; önce koloninin etrafına bir hendek kazıp Bizans’ı bir oldubittiye getirmişlerdir. Buna ses çıkarılmayınca bu kez de bölge sınırları üzerinde muntazam aralıklarla yüksek, taştan yapılmış evler inşa etmişler daha sonra ise bu evleri burç olarak kullanıp aralarındaki boşlukları duvar ile doldurarak bir sur meydana getirmişlerdir. Bu sırada oldukça zayıf durumdaki Bizans buna bir tepki gösterememiş ve Galata surları da bu şekilde inşa edilmiştir.
1304'te surlarla çevrilmiş ilk alan, şimdi Haliç'te iki köprünün arasında kalan uzun ve dar dikdörtgen bölgeydi. Sonrasında Cenevizliler kendilerini daha iyi savunabilmek için Haliç'in üst tarafındaki tepelere yaptıkları duvarlarla buna bir üçgen eklediler; en üst noktasına da yapımı 1348'de tamamlanan, "İsa'nın Kulesi" olarak bilinen ve zamanla Galata Kulesi diye anılan yapıyı diktiler.
19. Yüzyıl sonlarında çekilmiş Galata Surlarının kalıntılarının görülebildiği bir fotoğraf
Daha sonra 1387 ve 1397'de kulenin kuzeybatısındaki alanı surlarla çevirdiler ve son olarak 1446'da tepenin Boğaz'a doğru inen doğu eğimini de kapattılar. Böylece son savunma sistemi, dış surunun kenarında derin bir hendek bulunan, duvarlarla çevrelenmiş beş alandan oluşuyordu. Bu günkü Azapkapı civarından yukarı çıkan ve Galata Kulesi en tepe noktasında yer alan surlar, Tophane düzlüğüne bağlanacak şekilde yamaçtan inmekteydi. Cenova idaresinde her onarım ve değişiklik surlara mermer kitabelerle işlenir. Yine Podesta’nın arması ve ana kent Cenova arması çeşitli Cenova soylularının armaları surlarda bulunmaktaydı. Bu armaların bazıları İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde bulunuyor. Galata’nın surları ile beraber inşa edilen koruyucu hendeklerden ise günümüze sadece Galata Kulesi yanındaki “Büyük Hendekˮ sokak ismi ve “Lüleli Hendek” sokak ismi kalmıştır. Fakat Galata Kulesi’nin yanındaki hendek, 1860’lı yılların bir fotoğrafında hâlâ görülmektedir. Fatih Sultan Mehmed fetihten sonra Galata kara surlarını yer yer yıktırmıştır. Galata Surları’nda Fatih Sultan Mehmed’ten sonra bilinen en köklü yıkım ise Şehremaneti (Altıncı Daire-i Belediye) tarafından 1864’ten sonra gerçekleştirilmiştir.
Galata Surlarının Azapkapı, Haliç tarafındaki kalıntıları
Bugünkü Galata Kulesi’nin esasını teşkil eden burç, karadan gelecek bir tehlikeye karşı Galata surlarının kuzey tarafını koruyor, Haliç’ten ve Boğaz kıyısından yukarı uzanan sur duvarlarının birleştiği yerde bulunuyordu. Surların başkulesini teşkil eden bu burcu Bizanslılar Megalos Pyrgos (Büyük Burç), Cenevizliler ise Christea Turris (İsa Kulesi) olarak adlandırmışlardı. Cenevizliler, 14. yüzyılın ikinci yarısı ile 15. yüzyılın ilk yarısı içinde kule çevresindeki tahkimatı devamlı geliştirdiler, 1443’de kuleyi de yükselttiler. Öteden beri Doğu Akdeniz, Adalar ve Karadeniz ticaretindeki rakiplerine karşı Türkler’le dost geçinme siyasetini takip eden Cenevizliler, Galata tahkimatında yapacakları “yüksek bir kule” için Sultan II. Murad’dan malzeme ve borç para istemişlerdi; bu yardıma karşılık yapacakları veya yükseltecekleri kulenin uygun bir yerine Murad Bey’in adını veren bir kitâbe koymayı da teklif etmişlerdi.
İtalya’daki merkez bu girişimi öğrendiğinde Galata idaresine çok sert bir mektup yazarak tahkimatı kuvvetlendirmeye yetecek zenginlikte olduğunu bildirmişti. Kule 1445-1446 yıllarında Baldassare Maruffo tarafından yükseltilmiş olmalıdır. Nitekim Mumhâne veya Kireç Kapısı’nda eskiden bulunan bir mermer levhada podesta Maruffo’ya buradaki surları genişlettiği ve İsa Kulesi’ne kadar bir misli daha yükselttiği için şükran ifadeleri yer alıyordu.
Galata Pera Podestası, Cenovalı Grimaldi’nin yaptırdığı kulenin tamamlanması anısına 1443'te hazırlanmış levha , İstanbul Arkeoloji Müzesşnde sergilenmektedir.
Ceneviz çekirdek bölgesi, bugünkü Azapkapı ile Karaköy arasındaki bölüm, en canlı ticaret bölgesi idi. Ceneviz Eski ve Yeni Lonca`sı, önemli Latin kiliseleri San Michele, San Francesko, Santa Anna, Santa Maria, San Domenico, San Zani bu bölgedeydi. Yahudiler ilk kalenin doğusunda bugünkü Karaköy ve Yüksekkaldırım boyunca; Rumlar Galata Kulesi ile ilk Ceneviz Kalesi arasında ve Haliç`in Karaköy - Tophane arasındaki kıyısında, Ermeniler de onların arkasında yamaçta yer alıyorlardı.
Bu günkü Kart Çınar Sokak'ta içinde Latin Katolik Sankt Gerog Kilisesi'ni barındıran Avusturya Lisesi yer alır. 1303 tarihli bir Ceneviz belgesi bu kiliseden söz eder. Muhtemelen daha önce Rum Ortodoks kilisesiyken 1261'de Latin Katoliklere geçmişti. Asırlar boyunca geçirdiği yangınlarla defalarca harap olan kilise 1731 yangınının hemen ardından Fransa Kralı XIV. Louis'den gelen bağış ile yeniden inşa edilmiştir. Günümüzdeki yapı o tarihten kalmadır. Kilisenin içinde Apollo'ya adandığı düşünülen çok eski bir ayazma vardır. Erken Bizans döneminde ayazma Azize İrene'ye adanmıştı. Rivayetlere göre, Azize İrine burada yaşayan genç bir kızdı. Bu ayazmada Apollo'ya tapmayı reddettiği için kafası kesilmişti. Ayazma'da yer alan modern bir tabloda Azize İrine ayazmanın yanında, kesilen kafası yerde durur şekilde resmedilmiştir. Bu günkü Avusturya Hastanesi ise Sankt Gerog kilisesinin kadınlar manastırıydı.
Bu günkü Galata Kulesi Sokak'ta günümüze kadar gelmeyi başarmış Latin kiliselerinden birinin girişi yer alır. Burası Latin Katolik San Pietro ve Paolo Kilisesidir. Kilise beyaz urbaları üzerine siyah cübbe giydikleri için kara keşiş de denen Dominiken keşişlerce kurulmuş. Aziz Dominik tarafından kurulan ve Papa III. Honorius tarafından 22 Aralık 1216'da onaylanmış bir Katolik tarikatı olan Dominikenler entelektüel geleneği ile ünlüdür, pek çok din alimi ve filozof bu tarikattan yetişmiştir Dominikenler Galata'ya ilk olarak Latin İstilasından sonra Konstantinopolis'in Latinler tarafından idare edildiği 1204-1261 tarihleri arasında gelmiş Galata'ya yerleşerek tepenin aşağısında San Pietro ve San Domenico kiliselerini kurmuşlardır.
St. Domenico Kilisesi (Arap Camii)
Cenevizliler döneminde bir Katolik kilisesi olarak inşa edilen St. Domenico Kilisesi, fetih öncesinden kalan tek gotik kilise olarak Galata'nın kentsel dokusunda hala fark yaratan bir yapıdır. Konstantinopolis'teki 1204-1261 arası Latin hâkimiyeti yıllarında Galata'da Katolikler tarafından San Paolo adında bir kilise yapılmış, fakat 14. yüzyıl başlarında bu yapı Dominiken tarikatı mensuplarının eline geçince aynı yerde büyük bir manastır ile San Paolo ve San Domenico adına yeni bir kilise inşa edilmiştir. 14. ve 15. yüzyılın ilk yarısında pek çok İtalyan buraya gömülmüştür. Fetihten sonra Fâtih Sultan Mehmed tarafından 1455’te camiye çevrilmiştir. Fâtih vakfiyelerinde Galata Camii olarak geçen yapı 1492'de Endülüs'ün düşmesinden sonra İspanya'dan göçen Müslüman Arapların bu cami çevresine yerleştirilmelerinden sonra burası Arap Camii adını almıştır.
Arap Camii İçindeki Ceneviz Döneminden Kalan Freskler
Bu yapının içindeki sıvalar 1999 depreminde dökülünce, altından İsa Peygamber, Meryem Ana, havariler ve azizlerle ilgili duvar resimleri ortaya çıkmıştır. Ancak yüzyıllar boyu gizli kalan dünya kültür ve sanat tarihi açısından yön değiştirici bu duvar resimlerinin toplanan kurul tarafından camide ibadete devam edildiği gerekçesiyle kapatılmasını uygun görülmüştür.
Galata’da Arap Camii döşemesi altında bulunan Ceneviz mezar taşları
San Domenico'nun camiye çevrilmesinden sonra Dominikenler tepenin yukarısına, San Pietro'ya adayarak yeni bir kilise kurdular. Yüzyıllar içerisinde geçirdiği yangınlar nedeniyle bir kaç kez yenilenen kilise son halini 1841'de İtalyan mimar Gaspare Fosatti'nin Kilisenin iç cephesi dış cephesine nazaran çok daha renkli ve süslemelidir. Kubbe üzerindeki altın yıldızlarla çevrili gök yüzü görüntüsü çarpıcıdır.
Sen Piyer Kilisesi
Saint Benoit Latin Katolik Kilisesi; İstanbul Boğazı’nın Rumeli yakasında Karaköy Kemeraltı caddesine cepheli 14.yüzyılda Cenevizliler tarafından inşa edilmiştir. Yapı 1450 tarihlerinde Benedict tarikatı tarafından Saint Benoit kilise ve manastırı olarak değiştirmiştir. Osmanlı idaresi döneminde Kanuni Sultan Süleyman tarafından önce camiye çevrilmek istenmiş daha sonrada Fransız Kralına bağışlanmıştır. Bu bölgede o tarihlerde Rumların bulunmasından dolayı kilise çok faal günler geçirmemiştir. 1609 yılında kilise Cizvit papazlarına verilmiştir.1780 tarihlerinde ise tarikat ortadan kaldırılınca, bu sefer kilise Fransız Lazaristes papazlarına verilmiştir. Kilise günümüzde Saint Benoit Lisesi kompleksinde yer almaktadır. Kilise üç defa yangın geçirmiş olup en son 1996 yılında yanmıştır. Kilisenin çan kulesi çok önemlidir.
Ceneviz’le dostluk siyaseti, Bizans’a karşı olan tasavvurları sebebiyle Osmanlılara her şeyden önce Çanakkale Boğazı’ndan Gelibolu’ya geçmek için gemi kiralama imkânı veriyordu. Nitekim 1363’ten başlayarak Konstantinopolis'in fethine kadar gerek Galatalı gerekse Foçalı Cenevizliler yüksek miktarda altın karşılığında Anadolu’dan Rumeli’ye asker ve halk geçirmişlerdir. Cenevizliler, Osmanlılar ile barış halinde olmalarıyla birlikte 1453 yılındaki kuşatma esnasında şehrin savunmasına doğrudan doğruya katılarak ve Bizans'a silâh, mühimmat, erzak yardımında bulunurlar. Cenevizli komutan Giustiniani, İmparator XI. Konstantin'in çağrısı ile Cenova'dan yanında 700 kişilik özel ordusuyla şehrin savunmasına katılmak için gelir. Konstantinopolis düştüğünde Galata’da panik çıkar ve herkes kaçmaya başlar. Kaçanların çoğu zengin Cenevizli ve Rumlar`dı. Yahudiler arasında kaçan yoktu. Konstantinopolis bir saldırı ile fethedimişti fakat Galata bir ahidname ile teslim oldu. Galata'nın Osmanlılar`a savaşsız olarak tesliminde, Ceneviz idaresine karşı olan Yahudi, Ermeni ve Rumlar'ın rolü olduğu düşünülmektedir. 1 Haziran 1453`te Yunanca olarak Zağanos Paşa tarafından kaleme alınan bu ahidnameyle Galata halkına "aman", yani İslam dinine göre sultanın yeminiyle can ve mal güvenliği verilir. Ahidnameye göre Galata halkı dinî inanç ve âyinlerini eskiden olduğu gibi devam ettirecekler; aileleri, mal ve mülkleri konusunda hiç bir endişe duymayacaklar; özgür ve güvenli bir şekilde seyahat edecekler, yıldan yıla vergi ödeyecekler, kiliselerinde âyinleri geçekleştirebilecekler ancak çan çalamayacaklar, yeni kilise yapamayacaklar, kiliseleri camiye çevrilmeyecek; gümrük vergileri ödendiği müddetçe ticaret yapmalarına kimse engel olmayacak, hiç kimse Müslüman olmaya zorlanmayacak, kendi seçtikleri kişiler tarafından işlerini yürütebileceklerdi. Sultan Mehmed, teslimden sonra hemen bir subaşı ve kadı atayarak Galata'yı doğrudan doğruya Osmanlı idaresi altına alır ve Cenevizliler’e eski özerk statülerini vermez. Başlarındaki podestaya da sadece “kethüdâ” unvanını kullanmasına müsaade eder.
Sultan, Avrupa ile ticaretin merkezi olan Galata`nın eskisi gibi işlek bir liman olarak kalmasına önem veriyordu. Bu amaçla kaçanlara, üç ay içinde geri dönerlerse evlerinin ve mallarının teslim olunacağını ilan eder. 1455 sayımı geri dönenler olduğunu gösteriyor. Sultan, Galata kara surlarının güvenlik nedeniyle yer yer yıkılmasını emretse de kent Ceneviz dönemindeki asıl topografyasını korur. 1455 yılında, St. Domenico'nun çan kulesi minareye, kilise de camiye dönüştürülür.
1455 yılında Galata ahalisi vergi tespiti için sayılır ve hâne sayıları kaydedilir. Buna göre, tespit edilen on üç mahallede daha çok Cenevizliler vardı. 1455 sayımına göre İtalyanlar emlâkin % 60’ına, Rumlar % 35’ine sahiptiler. Emlâk sahibi olarak kayıtlı iki nefer Ermeni vardı, Yahudi ev sahibi ise hiç yoktu. 1460’lardan itibaren Floransalılar da buraya yerleşip giderek nüfuz kazanmaya başlarlar. 1475'te Kırım'daki Ceneviz şehri Kefe'nin fethedilmesinden sonra buraya getirilen Cenevizliler de Galata’nın başlıca Latin ve yabancı unsurunu oluşturdular. Osmanlı idaresinde 1453 - 1490 arasına rastlayan Galata - Ceneviz noter kayıtları, serbest yaşam ve ticaret bakımından eskiye göre önemli bir değişiklik olmadığını ortaya koymaktadır. Bu dönemde Galata’da Cenevizli, Venedikli zengin tüccarlar cizyeden muaf olarak yaşıyor, ticaret yapıyor, yıllık belli bir vergi veriyordu. 1478 sayımına göre Galata’da 535 hâne Müslüman, 592 hâne Rum, 332 hâne Latin, altmış iki hâne Ermeni vardı.
Sultan II. Bayezid, saltanatının ilk yıllarında o zaman ağaçlar ve koruluklarla kaplı olan Galata’da avlanmak için gezinirken ağaçlar ve gül fidanları arasında bir kulübe görür; içeri girdiğinde Gülbaba adlı bir velî ile karşılaşır. Sohbetinden çok memnun kaldığı bu velînin bir isteği olup olmadığını sorunca ihtiyar, “Padişahım! Şu tepeciğe bir mektep kur da orada okuyup yazanları hizmet-i hümâyununda istihdam et” der. Bunun üzerine Gülbaba’nın gösterdiği arsanın etrafı duvarla çevrilerek bir cami ile ikişer yüz talebenin öğrenimine elverişli üç koğuş, her koğuşa birer hamam, mutfak, zâbitan dairesi ve diğer ihtiyaç birimlerini kapsayan Galata Sarayı'nı inşa ettirir.
Osmanlılar devrinde Galata han, bedesten gibi yeni alt yapı eserleriyle hem mimari hem de nüfus bakımından değişim geçirir ve giderek eski surlar dışına doğru taşmaya başlar. Galata çevresinde Tophane, Cihangir, Fındıklı, Ayas Paşa, Kasım Paşa ve Piyale Paşa gibi yeni semtler doğar. Osmanlı devrinin başında bugünkü Tünel-Galatasaray Lisesi arası Galata’nın kuzey sınırını, bugünkü Kasımpaşa batı sınırını, Tophane ise doğu sınırını meydana getirmekteydi.
Osmanlı İmparatorluğu döneminde şehre gelen mallar, inşa edilen ve kapan adı verilen hanlarda toplanıyordu. İstanbul'da çok sayıda kapan bulunmasına rağmen en büyükleri Unkapanı, Yağkapanı ve Balkapanı olarak biliniyordu. Bu gün bulundukları semtlere de isimlerini veren bu kapanlardan Yağkapanı Galata'da idi. Unkapanı bugün hala bulunduğu semte ismini verirken, Galata bölgesinde bulunan Yağkapanı Han'dan ise günümüze herhangi bir kalıntı ulaşmadı. Han özelliğini devam ettiren ve işlevini sürdüren tek kapan olan Balkapanı'nı ise bugün Tahtakale'de görebilmek hala mümkün. Galata'daki Yağkapanı'nda da, diğer kapanlarda olduğu gibi İstanbul'a dışarıdan gelen bal, yağ, don yağı, pamuk, keten, zeytinyağı, kahve, şeker, sabun, peynir gibi ürünler depolanıp satılmakytaydı.
Galata 15. yüzyıl sonu ile 16. yüzyılda Yahudi ve Karay nüfusla tanıştı. Bilindiği üzere Aragon Kralı II. Fernando ve ve karısı Kastilya Kraliçesi İsabel, 1492'de Granada’yı alarak İspanya’yı bir Katolik devletine dönüştürme projesinin önündeki son engeli ortadan kaldırırlar. Sonrasında ülkede yaşayan Yahudi ve Müslümanları birkaç ay içinde İspanya topraklarını terk etmek ya da Hıristiyanlığa geçmek seçeneklerimden birine zorlarlar. Bunun neticesinde İspanya’da yaşayan çok sayıda Yahudi İngiltere, Hollanda, İtalya gibi ülkelere gitmiş; önemli bir bölümü de II. Bayezid zamanında Osmanlı topraklarına gelip yerleşmişti. İspanya’dan gerçekleşen göçle Galata'daki Yahudi nüfus artmaya başladı. Seferad, İbranicede İspanya anlamına geldiğinden İspanya'dan göçen Yahudilere Seferad konuştukları bir çeşit Kastilya İspanyolcası olan dile de Ladino denmiştir. Rus baskısı nedeniyle Litvanya ve Polonya ve Kırım'dan gelen kökü Hazarlara dayanan bir Yahudi grup olan Karayların yaşadıkları yerlerden biri de Galata idi. Galatada yoğun olarak yerleştikleri semt Karay Köy adıyla anılmaya başlamış ve zamanla bu günkü Karaköy'e dönüşmüştür. Galatalı Karaylar genelde kendi aralarında Bizans-Rumcası, Latince, Kırım Karaycası ve İbranicenin karışımı Karaitika adını verdikleri Judeo-Yevanit denen bir dilde konuşurlardı. Osmanlı devrinin başında bugünkü Tünel-Galatasaray Lisesi arası Galata’nın kuzey sınırını, bugünkü Kasımpaşa batı sınırını, Tophane ise doğu sınırını meydana getirmekteydi.
Osmanlılar devrinde Galata han, bedesten gibi yeni alt yapı eserleriyle hem mimari hem de nüfus bakımından değişim geçirir ve giderek eski surlar dışına doğru taşmaya başlamıştır.
Tarihçi, coğrafyacı, haritacı, müzisyen, mimar ve filozof kişiliği ile Rönesans entellektüellerini hatırlatan Dimitri Kantemir, 26 Ekim 1673 tarihinde bu gün Romanya sınırları içerisinde kalan Vaslui ilinin Silişteni kasabasında dünyaya gelir. Babası, Boğdan Voyvodası Konstantin Kantemirdir. Vaftiz adı "Kantemir" olup Boğdan Voyvodası olduktan sonra Konstantin Kantemir ismini alan babasına Kantemir adının Tatarlar tarafından verildiği rivayet edilir.
Küçük oğlu Dimitri’yi çok iyi yetiştiren Konstantin, onun Latince ve Yunanca öğrenmesini sağlar, ayrıca edebiyat ve felsefe dersleri aldırır. O dönemde, bu günkü Romanya'nın kuzey doğusu ve bu günkü Moldova'nın tamamı ile bu günkü Ukrayna'nın çok küçük bir kısmını kapsayan Moldova Prensliği yada Osmanlı literatüründeki adı ile Boğdan Voyvodalığı Osmanlı İmparatorluğuna tâbi bir prenslikti. Eflak ve Boğdan’a voyvoda seçilenler oğullarından birini İstanbul’a rehine olarak gönderirlerdi. Dimitri, 1688 yılında İstanbul’a gider ve 1691’e kadar orada kalır. İki yıl sonra babasının ölümü üzerine Boğdan'da boyarlar tarafından voyvoda seçilir ancak onun bu ilk voyvodalığı sadece üç hafta sürer. Çünkü Eflak Voyvodası kendi damadını Boğdan’ın başına getirtmiştir. Bu durum karşısında Dimitri tekrar İstanbul’a gider ve 1710 yılına kadar burada yaşar. Bu süre içerisinde İstanbul'da tahsilini sürdüren Dimitri Kantemir, hem Rum Ortodoks Patrikhânesi’ne hem de Enderun’a devam eder. Türkçe’den başka Arapça, Farsça, Fransızca ve İtalyanca öğrenir. Babası Konstantin çok iyi flüt çaldığından, küçük yaştan itibaren müziğe ilgisi vardı. Bu ilgi İstanbul’da da devam etti. Kemanî Edirneli Ahmet Çelebi’den mûsikiye dair bilgiler alır, Tamburî Angeliki’den ise tambur öğrenir, ayrıca ney üflemeye, besteler yapmaya başlar. Dimitri, Avrupa müziğinden ziyade Türk mûsikisini seviyordu. Zamanla ağa ve paşaların kabul günlerinde konuklarını eğlendirmek için toplantılara çağırdığı İstanbul'da en beğenilen tamburîlerinden biri haline gelir. Tambura yaptığı bir takım ilavelerle bu enstrümanın bu gün bilinen haline kavuşmasını sağlar. Artık şarkıları Boğaziçi kıyılarında söyleniyor ve şöhreti her tarafta duyulmaya başlıyordu. İstanbul’da ziyafetler sohbetler düzenlediği Fener’de Fethiye Camii civarında bulunan sarayı’na, 1693’ten itibaren Ortaköy’deki yalısına ve nihayet 1700 yılından sonra kendisinin yaptırdığı Eminönü'ndeki Sancaktar Yokuşu Sarayı’na devlet ricalinden birçok dostu gelmeye başlar.
Mûsiki ona zamanla veziriazam konağının ve padişahın sarayının kapılarını açar. Sultan III. Ahmed adına Nevâ makamında bir semai besteler. Sultan III. Ahmed, Dimitri Kantemir'in bu bestesini dinledikten sonra onu hediyelere boğar. Dimitri Kantemir, her ikisi de büyük birer müzisyen olan Hazine-i Hümayun Kethüdası İsmail Efendi ve Hazinedar Latif Çelebi'nin istekleri üzerine kendisini Türk Mûsiki tarihinin en önemli isimlerinden biri haline getiren "Kantemiroğulu Edvarı" olarak bilinen "Kitâbü İlmi’l-mûsikî alâ vechi’l-hurûfât" adlı eseri kaleme alır. Bu eser Klasik Türk Mûsikisi tarihinin en önemli metinlerinden biridir. Kantemir Edvarı'nın önemi, seslerin uyuşum olanaklarını arttıran harf temeline dayalı Dimitri Kantemir'in kendi buluşu olan yeni bir nota dizgesinden gelmektedir. Bu teori, harflerle sayıları bir araya getirdiği için bizzat Kantemiroğlu tarafından “ebcedî” olarak adlandırılmıştır. Bu sistem ile Dimitri Kantemir, bir çok Acem ve Türk şarkısını notaya geçirerek günümüze dek gelmesini sağlamıştır. Eser, ebced notasına göre yazılmış alfabetik sıraya göre 309 peşrev, 39 saz semaisi, 1 beste ve 2 aksak semai olmak üzere 341 eseri içeren 17. ve 18. yüzyılın doğu musikisinin toplandığı en önemli derlemedir. Kantemir Edvarı'nın bizzat Dimitri Kantemir elinden çıktığı anlaşılan bilinen tek nüshası, İstanbul Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’nde kayıtlıdır.
Dimitri Kantemiroğlu İstanbul'da yaşadığı süre boyunca sadece Türk mûsikisi değil, tarih, siyaset, felsefe ve din konularında da birçok kitap yazar. Rumence yazdığı "Divanul sau Gâlceava Înţeleptului cu lumea sau Giudeţul sufletului cu trupul" (1698) (Vücutla Ruh Arasındaki Anlaşmazlık Konusunda Ulaşılan Hükümün Divanı) felsefi bir kitaptır. "Istoria ieroglifică" ise (1705) Rumence yazılmış ilk roman olarak bilinir.
Dimitri Kantemir'in, 1710’da Kırım Hanı Devlet Giray’ın telkiniyle Sultan III. Ahmed tarafından ikinci kez Boğdan voyvodalığına getirilmesi, onun Osmanlı yönetimi ile olan ilişkilerini ve İstanbul'daki yaşantısını geri dönüşü olmayacak şekilde sarsar. Çar I. Petro, Osmanlı İmparatorluğu ile girişeceği savaşın arefesinde Boğdan'ın desteğini sağlamak için Dimitri Kantemir'i gizli bir ittifak anlaşması için ikna eder. Kantemir, Boğdan'ın bağımsızlığı karşılığında Osmanlı İmparatorluğuna karşı Rusya'nın yanında girişeceği savaş başarısızlıkla sonuçlanırsa, Çar Petro'dan alacağı tazminat üzerinde de gizli bir anlaşma yapar. Çara hizmet uğruna Kantemir'in İstanbul’da feda ettiği köşk ve mâlikânelere bedel olarak kendisine Moskova’da bunların karşılığı verilecektir. Çok geçmeden Rus orduları Boğdan sınırı olan Dinyester nehrini geçerek Boğdan topraklarına girerler. Dimitri Kantemir, Çar Petro'ya erzakla birlikte 10.000 kişilik ordu yardımında bulunur. Ancak Osmanlı ordusunun 1711 Temmuzunda Rusları, günümüzde Romanya sınırları içerisinde kalan Stanileşti'de Prut nehri kıyısında sıkıştırıp ağır şartlar içeren bir barışa mecbur bırakması Dimitri Kantemir ve Boğdan için felaket olur. Savaş esnasında pek çok Boğdanlı öldürülür ve Boğdan, Kırım kuvvetleri tarafından yağmalanır. Kantemir'in isyanınından sonra sonra artık yerel voyvodalara güvenmeyen Osmanlı hükümeti, yüzyılı aşkın süre boyunca (1711-1821) Eflak ve Boğdan voyvodalarını doğrudan İstanbul’dan Fenerli Rumlar’dan tayin etmiştir.
Kırımlı Molla Hacı Abdulgaffar’ın yazdığı 1743 tarihli bir vakayinamede anlattığına göre Dimitri Kantemir Prut yenilgisi sonrasında Boğdan'a ve İstanbul'a dönme şansını sonuza dek kaybederek 4 bin kişilik maiyetiyle Rusya’ya sığınırken kendisine ait olan segâh bir besteyi çaldırmakta ve ağlamaktaymış. Çar I. Petro, daha önce vardıkları anlaşma gereği Dimitri Kantemir’e önce Harkov ülkesini verdi. Fakat bu topraklar Kırım’a çok yakın olduğundan daha sonra onu Moskova’ya getirtti. Kendisine bu civarda 15.000 nüfuslu bir köy bağışlayarak yılda 6000 ruble maaş bağladı, ayrıca Moskova’da iki konak hediye etti. Rusya'da yaşadığı dönemde Rusça öğrenen Dimitri Kantemir, Çar Petro’nun hizmetinde uğraşılarını sürdürmeye devam eder. Bu dönemde Rusya’da yapılan bazı kiliselerin planlarını kendisi çizer. 1714 yılında Latince olarak Boğdan'ı coğrafi, etnik ve ekonomik açıdan tanıtan ve Moldova'nın tarihteki ilk haritasını da kapsayan "Descriptio Moldaviae" (Moldova'nın Tasviri) kitabını yazar. Kantemirin bilimsel faaliyetleri, sürgünde bulunduğu Rusya’da Batının da dikkatini çekmiş, Doğu Bilimleri araştırmalarına duyduğu ilgi ve kaleme aldığı eserler Avrupa’da tanınmasını sağlayarak 11 Haziran 1714 tarihinde Berlin Kraliyet Akademisinin (Prusya Akademisi) üyesi olarak seçilir. Dimitri Kantemir’e, 18. yüzyıl Avrupa’sında en büyük ünü sağlayan eseri kuşkusuz "Historia incrementorum atque decrementorum Aulae Othomanicae" adlı Latince olarak kaleme aldığı Osmanlı tarihidir. Kantemir’in, İstanbul'da yazmaya başladığı ve Rusya’daki çiftliğinde 1716’nın sonbaharında bitirdiği bu yapıtı, modern tarih anlayışıyla yazılmış ilk Osmanlı tarihidir. Dimitri Kantemir'in bu eseri, Hammer’in(1828) Osmanlı Tarihi’ne kadar Osmanlı İmparatorluğu hakkında Avrupa’da en çok okunan kitap olmuştur.
Eşi Kasandra’nın ölümünün ardından altı yıl sonra 1719’da ikinci evliliğini yapan Dimitri Kantemir, Çar Petro'nun İran'a yönelik Kafkas Seferine hazırlandığı sırada 1722 yılında Petro'nun isteği üzerine Müslüman halklarla ilgili bilgi verdiği Rusça olarak "Kniga sistima ili sostoyaniye muhammedanskiya religü" adlı eseri kaleme alır. Çar Petro, Rusya’nın askerî ve siyasal nüfuzunun güneye ve doğuya, İslam halklarının yaşadığı coğrafyalara doğru yayılmanın azami kazanç ve asgari kayıpla gerçekleşebilmesi için başta Türkler ve İslam olmak üzere, sistematik bilgi toplamak ve değerlendirmek maksadıyla, Doğu halklarına yönelik incelemeler de yapacak bilimsel bir kurumun ihdas edilmesini planlamıştır. St Petersburg Bilimler Akademisinin kuruluşu, I. Petro'nun bu öngörüsünün ürünüdür. Dimitri Kantemir, 1722 yılında Çar Petro’nun Doğu işlerinde başuzmanı, propagandacısı ve istihbarat uzmanı olarak Kafkasya seferine katılır. Dağıstan’ın Derbend şehrine gider ve Eylül 1722’de Astrahan’a uğrar. Bu seferde Dimitri Kantemir’in görevi, yerel halka yönelik olarak Türk ve Fars dilli bildirilerin hazırlanmasını sağlamaktır. Bu amaçla, Türkçe olarak ilk Rus yayını yapılmıştır. Böylelikle Dimitri Kantemir, Rusya’da Türkiye’den iki yıl önce ilk Türkçe baskıyı gerçekleştiren kişi olur. Çar Petro’nun 1722 yılında dağıtılan bu bildirisi, Kuzey Hazar bölgesinde, Kafkasya’da ve İran’daki Türk dilli Tatarlara, Nogaylara, Azerbaycanlı Türklere, Balkarlara, Dağıstanlılara ve İrani dilli diğer halklara yönelikti. Kapağı, başlık sayfası, başlığı ve herhangi bir girişi bulunmayan broşür niteliğindeki bildiride, Çar I. Petro’nun düzenlediği seferin gerekçelerinden söz ediliyor, yerel halklara korkmamaları, düşmana yardım etmemeleri gerektiği, Petro’nun İran Şahı’nın dostu olduğu, Rus ordusunun bölgeyi hırsızlardan, gangsterlerden kurtarmayı amaçladığı ifade ediliyordu. Önce Rusça olarak hazırlanan metin, ardından Dimitri Kantemir tarafından Tatarcaya, Türkçeye ve Farsçaya tercüme edilmiş, Astrahan kentinde 13-15 Temmuz 1722 tarihlerinde 1000 adet basılmıştı. Bildirinin Tatarca sürümü, aynı zamanda Tatarcanın ilk matbu metnidir. Bu metnin de St. Petersburg’da bir nüshası muhafaza edilmektedir. Ancak sefer esnasında Astrahan'da rahatsızlanan Dimitri Kantemir Moskova’ya döndüğünde 21 Ağustos 1723’te burada öldü. Ölümünden 1 yıl sonra 8 Şubat 1724'te açılan St Petersburg Bilimler Akademisinin açılışını göremedi.
İstanbul, Fener'de Dimitri Kantemir Sarayı
Hayli maceralı bir hayat yaşayan ve ömrü siyasî çalkantılar içerisinde geçen Dimitri Kantemir, devlet adamlığından ziyade daha çok bir ilim ve kültür adamı olarak tanınmıştır. Çocukları 18. yüzyılda Rusya siyasetinde üst düzey rol oynamış, kızı Maria Kantemir ise Çar Petro ile yaşadığı aşk ile gündeme gelmiştir. Rusya'da gömülen Kantemir'in naaşı ancak 200 yıl sonra 1935 yılında günümüzde Romanya sınırları içinde kalan Yaş kentinde tekrar toprağa verildi. Türkiye'de 22 peşrev, 11 saz semaisi, 2 aksak semai ve bir de beste olmak üzere toplam 36 eseri günümüze aktarılmış ve konserlerde de icra edilmekte olan Dimitri Kantemir, Klasik Türk Mûsikisinin en önemli isimlerinden biri olarak anılırken, Osmanlı’ya başkaldırarak bağımsızlık sürecini başlattığı için günümüzde Romanya ve Moldova’nın en önemli milli kahramanı konumundadır. Ayrıca kültüre, tarihe, klasik müziğe yaptığı katkılarından ve buluşlarından dolayı UNESCO tarafından, yeryüzünün önemli kültür ve bilim adamlarından biri olarak ilan edilmiştir. Türkiye’deki çağdaş müzikoloji çalışmalarında, onun önemine ilk kez dikkati çeken kişi Rauf Yekta bey olmuştur. 1912’de Şehbal dergisinde yayınladığı iki yazıda, biyografisini sunduktan sonra Hüseyin Sadettin Arel aynı dergide hem bu Kantemir Edvarı olarak bilinen eserini yayınlamış, hem de eser üstüne açıklamalarda bulunmuştur. Dimitri Kantemir’in İstanbul Fener'deki evi ise “Fener Balat Semtlerinin Rehabilitasyonu Projesi” kapsamında Haziran 2007’de restore edilerek müze haline getirildi.
Kadıköy çarşısının bulunduğu meydanda küçük bir Rum Ortodoks Kilisesi göze çarpar. Bu günün Kadıköy'ü antik çağın körler ülkesi, Khalkedonlu Azize Euphemia’ya ithaf edilmiş bir kilise. Khalkedonlu zengin bir ailenin kızı olan Azize Euphemia, Hristiyanlığın henüz Roma İmparatorluğunun resmi dini olmadığı ve Hristiyanların büyük bir takipte bulundukları devrede Hristiyanlar için çok önemli bir figür olarak tarih sahnesine çıkar. Euphemia’yı azize mertebesine yükselten hadise Hristiyan olmasından dolayı gördüğü korkunç işkencelerdir. 303 yılında, pagan Romalılar tarafından Tanrı Ares adına düzenlenen bir festivale katılmayı reddetmesi üzerine hapse atılır, kırbaçlanır, çarka bağlanır, ateşe atılıp çıkartılır, ağır taşların altında bırakılır, vahşi hayvanların kafesine atılır, şişlenir, ateşli ızgaralarda yürütülür ve nihayet öldürülür. İmparator I. Konstantin döneminde Hristiyanlık resmen tanınınca, mezarının üzerine bir kilise yaptırılır. Bazilika tipindeki bu kilisenin, kaynaklara göre kıyıdan 370 m. kadar içeride bir tepede yer aldığı ve günümüzdeki Haydarpaşa veya Yeldeğirmeni civarında bir yerde olduğu bilinmekle beraber herhangi bir kalıntı bulunmadığından kesin yerini tespit etmek mümkün değildir. Azize Euphemia’nın resmi imparatorluk kültü haline gelmesi ve ününün dört bir yana yayılması ise; 451 yılında Khalkedon’daki bu kilisede toplanan Konsil sayesinde olur. Khalkedon Konsili’nin burada toplanması için İmparatoriçe Pulcheria (399-453) ve eşi İmparator Marcianus büyük çaba göstermiş, Konsil kararı da onların istekleri doğrultusunda çıkmıştır. Bu kilisede, 451 yılının 8 ekiminde başlayarak 1 kasıma kadar devam eden konsilde Hristiyanlıkla ilgili önemli kararlar alınmış bu kararlar doğrultusunda Hristiyan Ortodoks dünyasında büyük bir bölünme yaşanmıştı. İsa’nın hem tanrı hem insan tabiatlı olduğuna inanan diofizitler, İsa’nın tek bir tabiatı olduğuna inanan monofizitler. Doğu Hristiyanlığı’nın Batı’dan kopmasına, Antakya Süryani Ortodoks Kilisesi’nin parçalanmasına, Doğu’da başta Ermeni Apostolik Kilisesi ve İskenderiye Kıpti Kilisesi gibi yeni kiliselerin oluşmasına zemin hazırlayan kararları Azize Euphemia'nın belirlediğine inanılır. Piskoposların uzlaşamayınca, iki karar metnini azizenin tabutuna koyduklarına, açtıklarında monofizit karar metninin Euphemia’nın ayaklarının altında, duofizit metnin ise azizenin elinde olduğuna inanılır. Euphemia, burada Ortodoks aleminin koruyucusu ilan edilir ve ölüm tarihi olan 16 Eylül yortu günü olarak kabul edilir. İmparatoriçe Pulcheria da bu Konsil’in ardından gücünün doruğuna ulaşmış, Büyük Konstantin’in annesi Helena ile eşdeğer görülerek yeni Azize Helena olarak ilan edilmiştir. İmparator Marcianus da Khalkedon’u metropolitlik düzeyine yükseltmiştir. Euphemia'nın yerel bir azize olmasın da, bu konsilin payı büyüktür. Bu olaydan sonra Euphemia kültü başkent Konstantinopolis'in en önemli ve yaygın kültlerinden birisi haline gelir. Tarihçi Evagrios imparatorların, patriklerin ve bütün sınıf ve rütbelerdeki insanların sık sık Khalkedon'u ziyaret ettiklerini, azizenin kutsanmasından ve yarattığı mucizelerden yararlanmak istediklerini anlatmaktadır.
Azize Euphemia'nın Fener Rum Patrikhanesindeki Rölikleri
615-626 yılları arasında, Sâsânî-Pers akınları Khalkedon’a kadar ulaşınca Azize Euphemia Kilisesi tehdit altında kalır. Rölikleri güvenceye almak isteyen İmparator Herakleios, bunları şimdiki Sultanahmet’te bulunan Hagia Euphemia Kilisesi’ne taşıtır. Bu kilise; eski Antiokhos Sarayı’nın kabul salonunun kiliseye dönüştürülmesiyle daha önceden inşa edilmiştir. Bugün ise, kalıntıları eski adliye binasının bahçesinde kısmen görülmektedir. Khalkedon’u işgal eden Sâsânîler, Azize Euphemia Kilisesi’ni tahrip ederler. Khalkedon’daki duvar resimleri ile süslü bazilikadan hiçbir arkeolojik kalıntı günümüze ulaşamamıştır. Azize Euphemia'nın İkona karşıtı dönemde ise 765-766 yıllarında rölikleri saldırıya uğrar tabutu ve rölikleri denize atılır. İkona-karşıtı dönem sonrasında röliklerin Limni Adası’nda bulunduğu haberi gelince İmparatoriçe Irene, 798 yılında bunları törenlerle geri getirtir. 1204-1261 yılları arasında Konstantinopolis’teki Latin işgali sırasında kiliseye tekrar zarar verilir ve işgal sonrası bir restorasyon daha görür. 16. Yüzyıl’da İbrahim Paşa Sarayı yapılırken kilise yanar. Azize’nin elde kalan rölikleri o dönemde Patriklik Kilisesi olarak kullanılan Pammakaristos’a taşınır. Oradan da şimdiki Patrikhane’ye nakledilir.
Kadıköy Çarşıdaki Azize Euphemia Kilisesi
Günümüzde Kadıköy’de Çarşı içindeki Azize Euphemia Kilisesinin tarihi kilise ile bir ilgisi yoktur. 1694 yılında o zamanki Kadıköy Metropoliti Gabriyel tarafından Azize Euphemia adına yaptırılır. 1830 da yine o günün metropoliti II. Zaharias, Rusya’dan temin ettiği mali yardımla bu kiliseyi büyülterek adeta yeni bir kilise inşa ettirir. Günümüze kadar gelen yapı bu binadır ve Kadıköy tarihinin en önemli figürlerinden biri olan Azize Euphima'nın adını Kadıköy'ün göbeğinde yaşatmaktadır.
Bu gün Türkiye Cumhuriyetinin yer aldığı coğrafya için Türkiye tabirinin kullanılması ve bu tabirin Avrupa dillerinde yerini alması, Hristiyan dünyanın 11. ve 12. yüzyıllarda Haçlı Seferleri sırasında karşılarında kendilerine direnen güç olarak Türk beyleri ve onların etrafında teşkilatlanmış siyasi oluşumları bulmasıyla başlayan bir süreçtir. Türkiye, Anadolu’yu ifade eden bir ülke adı olarak Avrupa kaynaklarında ilk kez, II. Haçlı seferi kaynaklarından Fransız yazar Odo de Deuil’in 1150’li yıllarda kaleme aldığı kayıtlarında kullanılmıştır. 1190 yılındaki III. Haçlı Seferinin anlatıldığı kayıtlarda da Selçukluların hakimiyeti altındaki Anadolu coğrafyası "Turchia" olarak adlandırılmıştır. Guilaume de Tyr Anadolu'dan geçip Kudüs'e ulaşmak isterken 1190 yılında Tarsus Çayında boğulan Alman Kralı Friedrich Barbarossa öncülüğündeki III. Haçlı Seferini anlatırken Selçukluların egemenliği altındaki ülkeyi İtalyanca "Turchia" diye adlandırmıştır. Almanca'da Türkiye adının kullanıldığı ilk metin ise bir şiirdir. Bavyeralı şair aynı zamanda şövalye Tannhauser, II. Friedrich'in 1228 yılındaki Haçlı Seferine katılmış, bu coğrafyayı "Turkie" olarak adlandırmıştır. Papa tarafından Moğollara elçi olarak gönderilen Rahip Ascelin’e refakat ederek Baycu Noyan’ı ziyaret eden Dominiken keşiş Simon de St. Quentin'in 1245-1248 yıllarındaki anılarını içeren seyahatnamede "Türkiye Krallığı" olarak bahsettiği Anadolu Selçuklu Sultanlığının doğu sınırlarını, Silvan’a kadar uzatılıyor ve Sivas, Erzurum ile Malatya gibi kentleri de "Türkiye Krallığı" içinde zikrediliyordu. Papa IX. Gregorius tarafından Moğol hükümdarı Kubilay Han'a gönderilecek mektubu ulaştırılmak için görevlendirilen Marco Polo ise bu uzun yolculuğu anlattığı ünlü seyahatnamesinde 1279 yılında Konstantinopolis ve Anadolu'dan geçerken Anadolu'dan "Turkomannia" olarak bahseder.
13. yüzyılın sonundan itibaren Batı Anadolu'nun, Selçuklulara bağlı uç beyleri tarafından fethedilmesinden ve Moğol-İlhanlı idaresinin 1308'de Selçuklu hakimiyetine son vermesinden sonra Türkiye adının, Batı Anadolu'daki bağımsız devletçikler olarak teşkilatlanan Türk beyliklerinin bulunduğu saha için kullanılmaya başlandığı görülür. Gerçekten de 14. yüzyılın başından itibaren Batı Anadolu ve Ege sahillerinin neredeyse tamamının Türkiye olarak anıldığı İtalyan ticaret belgelerinden tespit edilebilmektedir. Fransisken rahip Pascal’ın 1338’deki seyahatine ilişkin raporda Pascal, gemiyle seyahatini tasvir ederken solunda Yunanistan’a nispetle Sclavonia’nın sağında Türkiye’nin uzandığından bahseder ve ancak Pera’ya ayak bastığında Grekya’ya geldiğine değinir. 1348’de hac ziyaretini gerçekleştiren Sudheimli Ludolph ise Batı Anadolu kıyılarından başladığını ifade ettiği Asya’nın Türkiye olarak anıldığından bahseder.
Batı Anadolu'daki bu Türk beyliklerinin en güçlüsü olarak ortaya çıkan Osmanlıların, Anadolu'daki diğer Türk beyliklerini birer birer kendi bünyesine katmasından sonra 15. yüzyılından itibaren artık Venedikliler, Türkiye tabirini Osmanlı hâkimiyeti altındaki Anadolu için kullanırlar. 1438’de Osmanlılara karşı bir Haçlı Seferi oluşturmak için Roma’daki üst düzey din çevrelerine hitap eden bir mektup kaleme almış olan Katolik rahip Bartholomaeus de Jano, Hıristiyanlığın kutsal Yedi Kilisesi olan Ephesos(Efes), Smyrna(İzmir), Pergamon(Bergama), Sardes(Salihli), Philadelphia(Alaşehir), Laodikeia(Denizli), Thyateira(Akhisar)'ın bulunduğu bölgenin artık Türkiye olarak anıldığından bahsederek sızlanır.
16. yüzyılda Budapeşte'den Bağdat'a, Kahire'den Kırım'a, Tunus'tan Kudüs ve Şam'a, Kafkasya'dan Mekke ve Medine'ye uzanan son derece kozmopolit ve çok uluslu bir yapıya sahip, İrani ve İslami devlet geleneğinin yanı sıra Roma'nın mirasçısı olma iddiasını taşıyan bir İmparatorluk haline gelen Osmanlı İmparatorluğu da Avrupa kaynakları ve haritalarında, Latince "İmperium Turcicum", İngilizce "Turkish Empire", Almanca "Türkisches Reich", Fransızca "Empire Turc" yada basitçe "Turkey", "Turkei" ve "La Turquie" olarak ifade edilmiştir. 20. yüzyılın başında I. Dünya Savaşının ardından Osmanlı İmparatorluğunun fiilen çöküşüyle birlikte Anadolu'da başlayan milli mücadele esnasında Ankara'da meclisin açılmasıyla birlikte hükumetinin 20 Ocak 1921'de kabul ettiği Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ile Anadolu'da yeni ortaya çıkmakta olan siyasi oluşum için "Türkiye Devleti" tabiri kullanılır. İşte Türkiye tabirinin içinde bulunduğumuz coğrafyayı ifade etmek için kullanılışının yaklaşık 1000 yıllık hikayesi bu şekildedir.
Geçtiğimiz hafta, Makedonya'nın 1992'de Yugoslavya'dan bağımsızlığını ilan ettiği ilk günden bu yana Yunanistan ile Makedonya arasında sürekli siyasi tartışma konusu olan devletin resmi adı konusu üzerine nihayet anlaşma sağlandı. Yunanistan sınırındaki Prespa gölü kıyısında düzenlenen imza töreni ile Makedonya ve Yunanistan başbakanları, 27 yıl sonra varılan uzlaşmayı kendi kamuoylarına duyurdu. Buna göre Birleşmiş Milletler’e “Eski Yugoslavya Cumhuriyeti Makedonya” şeklinde kayıtlı olan ülkenin adı, Kuzey Makedonya Cumhuriyeti olarak değişmesi kararlaştırıldı. Yunanistan'ın değişiklikle birlikte Makedonya Cumhuriyeti’nin AB üyelik müzakereleri ve NATO üyeliği için yıllardır sürdürüğü vetolarını kademeli olarak kaldırması beklenemekte. Anlaşma yüzünden başta hem Makedonya başbakanım Zoran Zaev'in hem de Yunanistan başbakanı Aleksis Çipras'ın kendi ülkelerinde yoğun tepkilerle boğuşmak zorunda kaldıkları bu günlerde biz de biraz meselenin tarihi kökenine göz atalım.
Makedonya ismi Antik Yunan krallıklarından biri olan Makedonya Krallığından gelmektedir. M.Ö 382’de II. Philippos’un tahta çıkması ile Makedonya Balkanlar’ın en büyük gücü haline gelerek Yunan şehirlerinin önemli bir kısmını hâkimiyeti altına alır. İsminiII. Philipos‘un kızı ve aynı zamanda Büyük İskender‘in kız kardeşi Thessaloniki‘den almış olan Selânik, Makedonya'nın en önemli şehri ve merkezi olarak bu dönemde doğar. Antik dönemde Makedonların ve Büyük İskender'in (Megas Aleksandros) konuştukları dil Grekçe veya Helenike olarak bilinen Antik Yunan diliydi. Makedonya, M.Ö 146 yılında Roma İmparatorluğu sınırlarına dahil oldu
Tarihi Makedonya coğrafyası Ege Denizine kadar uzanan bir sahayı kapsamaktadır. Bu coğrafya günümüzdeki Yunanistan’ın Orta Makedonya ve Doğu Makedonya idari bölgelerinin bulunduğu alan ve günümüzdeki Makedonya Cumhuriyeti’nin güney kısmında çok küçük bir alanı kapsamaktaydı. 6. yüzyılın sonlarına doğru bu gün Makedonya Cumhuriyeti halkının çoğunluğunu oluşturan Slavlar, bölgede yerleşmeye başlar. 10-14. yüzyıllar arası Bulgar ve Sırp Krallıklarının parçası olan Makedonya'da 14. yüzyılın son çeyreğinde Osmanlı fetihleriyle birlikte İslamlaşma ve Türkleşme başlar. Osmanlılar, Makedonya terimini ne coğrafi ne de siyasi olarak kullanmaz. Bölge, 550 yıllık Osmanlı-Türk hakimiyeti boyunca Rumeli yada Batı Rumeli olarak adlandırılır. Makedonya ismi Balkanlar’da Osmanlı hâkimiyetinin sarsıntıya uğramaya başladığı 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren Avrupa’da yeniden hortlar. Ekim 1912’de Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan ve Karadağ’ın birleşerek Osmanlı İmparatorluğuna savaş açması ile patlak veren Balkan Harbi ile Makedonya’nın güney kısmı Yunanlıların, Kuzeyi ise Sırpların eline geçer. Makedonya'nın kuzey kısmı 1918’de Sırp, Hırvat ve Slovenlerin bir araya gelerek kurduğu Yugoslavya Krallığı içinde kalır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra 1944’te Josip Tito’nun kurduğu Yugoslavya Sosyalist Federe Cumhuriyeti ile federal cumhuriyeti oluşturan ülkelerden birisi olarak Makedonya Halk Cumhuriyeti kurulur. Yugoslavya bünyesindeki Makedonya Halk Cumhuriyeti 1963 tarihinde Makedonya Sosyalist Cumhuriyeti adını alır. Sovyetler Birliği’ndeki çözülmeyle birlikte Yugoslavya’nın da dağılmaya başlaması üzerine 8 Eylül 1991’de yapılan referanduma dayanarak 17 Eylül 1991’de Makedonya Yugoslavya’dan bağımsızlığını ilân eder. Başlangıçta yaşanan sorunlara rağmen Yugoslavya Halk Ordusu (Sırp ordusu [JNA]) Makedonya’dan savaşsız olarak çekilir. Makedonya Cumhuriyeti’ni ilk tanıyan ülke Türkiye olur. Diğerleri ise Bulgaristan ve Arnavutluk olurken bağımsızlık yolundaki en büyük engeli Yunanistan’ın politikası oluşturacaktır. Yunanistan, kendi sınırları dâhilinde yer almayan bir Makedonya’yı Tito zamanından kalma bir komünist icadı olarak görür ve Makedonya’nın gerçek mirasçısının Yunanistan olduğunu öne sürer. Yunanistan’ın iddiasına göre, Tito’nun Güney Sırbistan’a bir Yunan ismi olan “Makedonya”yı vermesinin altında Yunan toprakları üzerinde hak iddia etme arzusu yatmaktadır. Bağımsızlık ilanından sonra da , Makedonya’nın bu ismi kullanmakla kendi topraklarında hak iddia ettiğini ileri sürerek, 27 Haziran 1992 tarihinde “Makedonya Cumhuriyeti” ismini değiştirmesini talep eder. Ancak Makedonya yönetimi, bu talebi kabul etmez. Yunanistan, Makedonya adının yanı sıra Büyük İskender zamanından kalma bir sembol olan Vergina güneşinin de Makedonya Cumhuriyeti’nin bayrağında kullanılmasına karşı çıkar. Bunu, kendi geçmişi olarak gördüğü bir tarihin sahiplenilmesi ve egemenliği altında bulunan Ege Makedonyası üzerinde hak iddiası anlamında yorumlar. Yunanistan’ın çabaları sonunda 1992’de Avrupa Birliği Makedonya’yı ancak ismini değiştirdiği takdirde tanıyacağını ilân eder. Yunanistan’ın da onayıyla Eski Yugoslav Cumhuriyeti Makedonya (Former Yugoslav Republic of Macedonia) adıyla Nisan 1993’te Birleşmiş Milletler’e üye olan Makedonya Cumhuriyeti’nin bağımsızlığı Şubat 1994’te Amerika Birleşik Devletleri tarafından da kabul edilir. Fakat aynı ay içinde Yunanistan, Makedonya’ya karşı 1995 Eylülüne kadar devam eden bir ekonomik ambargo başlatır. Selanik limanını, yani ülkenin en önemli ticaret kapısını kapayarak ekonomik ambargo uygular. Bu tarihte yapılan bir anlaşmada Makedonya Cumhuriyeti bayrağını değiştirmeyi ve anayasada bazı değişiklikler yapmayı kabul eder. Bu anlaşmadan sonra Yunanistan Makedonya Cumhuriyeti’ni resmen tanır. Böylece Makedonya Cumhuriyeti için diğer uluslararası organizasyonlara katılma yolu açılmış olur. Sembolik bir isim meselesinden ibaret görünen bu tartışmanın arkasında yatan asıl mesele Makedon ulusunun varlığı ile ilgilidir. Yunanistan yönetimine göre, üç bin yıldan beri Yunanistan’ın bir parçası olan Makedonya’nın, Büyük İskender’e kadar uzanan bir Helen geçmişi bulunuyor. Ve yine Yunanistan yönetimine göre antik çağdaki Makedonlar, Yunanca konuşan ve Yunan kültürüne sahip Kuzey Yunanistan halkı olup günümüzdeki Makedonlar, Yunanca konuşmadıkları gibi Yunan kültürünün de bir parçası değildir. Yunan tezine karşılık Üsküp yönetimine göre ise, 7. ve 8. yüzyıldan itibaren bölgeye yerleşmeye başlamış olan Slav dili konuşan halkın önemli bir kısmı Antik Çağdaki Makedon Krallığı halkına mensup Makedonlardır.
Makedonya'nın, AB’ye aday ülke statüsü aldığı Aralık 2005’den itibaren Yunanistan, özellikle isim meselesini bu ülkenin olası NATO ve AB üyeliklerinde koz olarak kullanarak çözmek için güçlü bir kampanya yürütmeye başlamıştır. Hem AB, hem de NATO üyesi olan Yunanistan ise isim anlaşmazlığı çözülmediği takdirde, Makedonya'nın NATO ve AB üyeliğini engelleyeceği yönünde tehditlerde bulunmakla kalmayıp, Makedonya Cumhuriyeti isminin geçtiği, uluslararası arenadaki tüm siyasi, sportif, kültürel ve ekonomik faaliyetlerde de sıkıntılar çıkarır. 2009 yılında Polonya’daki Avrupa Basketbol Şampiyonası’nda, Yunanistan’ın girişimleriyle, basketbolcuların formalarında Makedonya Cumhuriyeti’nin kısaltması olan MKD harflerinin kullanması engellenir. Tüm bu süreç içerisinde Yunanistan halkı da oldukça katı bir tutum sergiler ve çeşitli protesto gösterilerinde bulunur.
Üsküp'teki Büyük İskender heykeli
Makedonya Cumhuriyeti’nin 20. yılı anısına 8 Eylül 2011 tarihinde Üsküp Meydanı’na devasa bir İskender heykeli dikilir. İtalya'nın Floransa kentinde dökümü yaptırılan 12. 5 metre yüksekliğinde 5 milyon 300 bin değerindeki İskender heykeli yine Yunanistan'da rahatsızlık yaratır. Heykelin dikilişi, Yunan basınında büyük yer alarak Yunan tarihini çalmak, şovenizmi ve çatışmayı körüklemek olarak değerlendirildir.
Nihayet 26 sene sonunda kriz, Makedonya'nın 2017 seçimlerinde Başbakan olan Zoran Zaev AB ve NATO üyeliği yolunda isim konusuna çözüm bulunmasını önermesiyle çözüm sürecine girdi. 7 Haziran 2018'de Yunanistan sınırındaki Prespa gölü kıyısında düzenlenen imza töreni ile Makedonya başbakanı Zoran Zaev ve Yunanistan başbakanı Aleksis Çipras, 27 yıl sonra varılan uzlaşmayı kendi halklarına ilan ettiler. Anlaşma gereğince Yunanistan, Makedonya'dan anayasasındaki bazı maddeleri değiştirmesini talep etmekte. Talep edilen değişikliklerden bazıları şöyle: Kuzey Makedonya olarak belirlenen yeni ismin, ülke içinde ve uluslararası ilişkilerde resmi belgelerde kullanılması, "Komşu ülkelerden toprak talebi çağrıştıran" maddelerin çıkarılması, "Makedon azınlığı" gibi ibarelerin çıkarılması, Makedonya vatandaşlarının salt "Makedon" değil, "Kuzey Makedonya vatandaşları" olarak tanımlanmaları, kimliklerinin bu isimle değiştirilmesi, "Makedon" dilinin "Slav dilleri ailesine" ait olduğun, Helence (Yunanca) konuşan Antik Makedonya ile ilgisi olmadığına atıfta bulunulması.
Makedonya başbakanı Zoran Zaev ve Yunanistan başbakanı Aleksis Çipras
Makedonya Cumhurbaşkanı İvanov, ulusa sesleniş konuşmasında "Bu zararlı metni ne desteklerim ne de imzalarım" açıklamasında bulunurken Üsküp sokaklarında da isim değişikliğine karşı protestolar düzenlenmekte. Yunanistan tarafında da anlaşmayı destekleyen Çipras'a tepkiler çığ gibi büyüyor. Atina'da Yunan Parlamentosu önünde "Makedonya Yunanistandır" sloganlarının atıldığı protestolar düzenleniyor. Hükümetin ortağı milliyetçi Bağımsız Helenler Partisi'nin lideri ve Savunma Bakanı Panos Kammenos "İçinde Makedonya adının geçeceği hiçbir isim anlaşmasını kabul etmeyeceğini" açıkladı. İmzalanan anlaşmanın yürürlüğe girmesi için öncelikle Makedonya meclisinin anlaşmayı onaylaması gerekiyor. Ardından da ülkede Eylül ya da Ekim ayında bir referandum düzenlenecek. Eğer referandumdan anlaşmaya destek çıkarsa ülkenin anayasasında değişikliğe gidilecek. 27 yıldır çözüme en yaklaşıldığı bu günler de bile şimdiden mesele daha bir çok soruna gebeymiş gibi gözüküyor...