Anektodlar

29 Temmuz 2018 Pazar

Bir 18. Yüzyıl Entellektüeli: Dimitri Kantemir


Tarihçi, coğrafyacı, haritacı, müzisyen, mimar ve filozof kişiliği ile Rönesans entellektüellerini hatırlatan Dimitri Kantemir, 26 Ekim 1673 tarihinde bu gün Romanya sınırları içerisinde kalan Vaslui ilinin Silişteni kasabasında dünyaya gelir. Babası, Boğdan Voyvodası Konstantin Kantemirdir. Vaftiz adı "Kantemir" olup Boğdan Voyvodası olduktan sonra Konstantin Kantemir ismini alan babasına Kantemir adının Tatarlar tarafından verildiği rivayet edilir. 

Küçük oğlu Dimitri’yi çok iyi yetiştiren Konstantin, onun Latince ve Yunanca öğrenmesini sağlar, ayrıca edebiyat ve felsefe dersleri aldırır. O dönemde, bu günkü Romanya'nın kuzey doğusu ve bu günkü Moldova'nın tamamı ile bu günkü Ukrayna'nın çok küçük bir kısmını kapsayan Moldova Prensliği yada Osmanlı literatüründeki adı ile Boğdan Voyvodalığı Osmanlı İmparatorluğuna tâbi bir prenslikti. Eflak ve Boğdan’a voyvoda seçilenler oğullarından birini İstanbul’a rehine olarak gönderirlerdi. Dimitri, 1688 yılında İstanbul’a gider ve 1691’e kadar orada kalır. İki yıl sonra babasının ölümü üzerine Boğdan'da boyarlar tarafından voyvoda seçilir ancak onun bu ilk voyvodalığı sadece üç hafta sürer. Çünkü Eflak Voyvodası kendi damadını Boğdan’ın başına getirtmiştir. Bu durum karşısında Dimitri tekrar İstanbul’a gider ve 1710 yılına kadar burada yaşar. Bu süre içerisinde İstanbul'da tahsilini sürdüren Dimitri Kantemir, hem Rum Ortodoks Patrikhânesi’ne hem de Enderun’a devam eder. Türkçe’den başka Arapça, Farsça, Fransızca ve İtalyanca öğrenir. Babası Konstantin çok iyi flüt çaldığından, küçük yaştan itibaren müziğe ilgisi vardı. Bu ilgi İstanbul’da da devam etti. Kemanî Edirneli Ahmet Çelebi’den mûsikiye dair bilgiler alır, Tamburî Angeliki’den ise tambur öğrenir, ayrıca ney üflemeye, besteler yapmaya başlar. Dimitri, Avrupa müziğinden ziyade Türk mûsikisini seviyordu. Zamanla ağa ve paşaların kabul günlerinde konuklarını eğlendirmek için toplantılara çağırdığı İstanbul'da en beğenilen tamburîlerinden biri haline gelir. Tambura yaptığı bir takım ilavelerle bu enstrümanın bu gün bilinen haline kavuşmasını sağlar. Artık şarkıları Boğaziçi kıyılarında söyleniyor ve şöhreti her tarafta duyulmaya başlıyordu. İstanbul’da  ziyafetler sohbetler düzenlediği Fener’de Fethiye Camii civarında bulunan sarayı’na, 1693’ten itibaren Ortaköy’deki yalısına ve nihayet 1700 yılından sonra kendisinin yaptırdığı Eminönü'ndeki Sancaktar Yokuşu Sarayı’na devlet ricalinden birçok dostu gelmeye başlar. 


Mûsiki ona zamanla veziriazam konağının ve padişahın sarayının kapılarını açar. Sultan III. Ahmed adına Nevâ makamında bir semai besteler. Sultan III. Ahmed, Dimitri Kantemir'in bu bestesini dinledikten sonra onu hediyelere boğar. Dimitri Kantemir, her ikisi de büyük birer müzisyen olan Hazine-i Hümayun Kethüdası İsmail Efendi ve Hazinedar Latif Çelebi'nin istekleri üzerine kendisini Türk Mûsiki tarihinin en önemli isimlerinden biri haline getiren "Kantemiroğulu Edvarı" olarak bilinen "Kitâbü İlmi’l-mûsikî alâ vechi’l-hurûfât" adlı eseri kaleme alır. Bu eser Klasik Türk Mûsikisi tarihinin en önemli metinlerinden biridir. Kantemir Edvarı'nın önemi, seslerin uyuşum olanaklarını arttıran harf temeline dayalı Dimitri Kantemir'in kendi buluşu olan yeni bir nota dizgesinden gelmektedir. Bu teori, harflerle sayıları bir araya getirdiği için bizzat Kantemiroğlu tarafından “ebcedî” olarak adlandırılmıştır. Bu sistem ile Dimitri Kantemir, bir çok Acem ve Türk şarkısını notaya geçirerek günümüze dek gelmesini sağlamıştır. Eser, ebced notasına göre yazılmış alfabetik sıraya göre 309 peşrev, 39 saz semaisi, 1 beste ve 2 aksak semai olmak üzere 341 eseri içeren 17. ve 18. yüzyılın doğu musikisinin toplandığı en önemli derlemedir. Kantemir Edvarı'nın bizzat Dimitri Kantemir elinden çıktığı anlaşılan bilinen tek nüshası, İstanbul Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’nde kayıtlıdır. 

Dimitri Kantemiroğlu İstanbul'da yaşadığı süre boyunca sadece Türk mûsikisi değil, tarih, siyaset, felsefe ve din konularında da birçok kitap yazar. Rumence yazdığı "Divanul sau Gâlceava Înţeleptului cu lumea sau Giudeţul sufletului cu trupul" (1698) (Vücutla Ruh Arasındaki Anlaşmazlık Konusunda Ulaşılan Hükümün Divanı) felsefi bir kitaptır. "Istoria ieroglifică" ise (1705) Rumence yazılmış ilk roman olarak bilinir. 

Dimitri Kantemir'in, 1710’da Kırım Hanı Devlet Giray’ın telkiniyle Sultan III. Ahmed tarafından ikinci kez Boğdan voyvodalığına getirilmesi, onun Osmanlı yönetimi ile olan ilişkilerini ve İstanbul'daki yaşantısını geri dönüşü olmayacak şekilde sarsar. Çar I. Petro, Osmanlı İmparatorluğu ile girişeceği savaşın arefesinde Boğdan'ın desteğini sağlamak için Dimitri Kantemir'i gizli bir ittifak anlaşması için ikna eder. Kantemir, Boğdan'ın bağımsızlığı karşılığında Osmanlı İmparatorluğuna karşı Rusya'nın yanında girişeceği savaş başarısızlıkla sonuçlanırsa, Çar Petro'dan alacağı tazminat üzerinde de gizli bir anlaşma yapar. Çara hizmet uğruna Kantemir'in İstanbul’da feda ettiği köşk ve mâlikânelere bedel olarak kendisine Moskova’da bunların karşılığı verilecektir. Çok geçmeden Rus orduları Boğdan sınırı olan Dinyester nehrini geçerek Boğdan topraklarına girerler. Dimitri Kantemir, Çar Petro'ya erzakla birlikte 10.000 kişilik ordu yardımında bulunur. Ancak Osmanlı ordusunun 1711 Temmuzunda Rusları, günümüzde Romanya sınırları içerisinde kalan Stanileşti'de Prut nehri kıyısında sıkıştırıp ağır şartlar içeren bir barışa mecbur bırakması Dimitri Kantemir ve Boğdan için felaket olur. Savaş esnasında pek çok Boğdanlı öldürülür ve Boğdan, Kırım kuvvetleri tarafından yağmalanır. Kantemir'in isyanınından sonra sonra artık yerel voyvodalara güvenmeyen Osmanlı hükümeti, yüzyılı aşkın süre boyunca (1711-1821) Eflak ve Boğdan voyvodalarını doğrudan İstanbul’dan Fenerli Rumlar’dan tayin etmiştir.

Kırımlı Molla Hacı Abdulgaffar’ın yazdığı 1743 tarihli bir vakayinamede anlattığına göre Dimitri Kantemir Prut yenilgisi sonrasında Boğdan'a ve İstanbul'a dönme şansını sonuza dek kaybederek 4 bin kişilik maiyetiyle Rusya’ya sığınırken kendisine ait olan segâh bir besteyi çaldırmakta ve ağlamaktaymış. Çar I. Petro, daha önce vardıkları anlaşma gereği Dimitri Kantemir’e önce Harkov ülkesini verdi. Fakat bu topraklar Kırım’a çok yakın olduğundan daha sonra onu Moskova’ya getirtti. Kendisine bu civarda 15.000 nüfuslu bir köy bağışlayarak yılda 6000 ruble  maaş bağladı, ayrıca Moskova’da iki konak hediye etti. Rusya'da yaşadığı dönemde Rusça öğrenen Dimitri Kantemir, Çar Petro’nun hizmetinde uğraşılarını sürdürmeye devam eder. Bu dönemde Rusya’da yapılan bazı kiliselerin planlarını kendisi çizer. 1714 yılında Latince olarak Boğdan'ı coğrafi, etnik ve ekonomik açıdan tanıtan ve Moldova'nın tarihteki ilk haritasını da kapsayan  "Descriptio Moldaviae" (Moldova'nın Tasviri) kitabını yazar. Kantemirin bilimsel faaliyetleri, sürgünde bulunduğu Rusya’da Batının da dikkatini çekmiş, Doğu Bilimleri araştırmalarına duyduğu ilgi ve kaleme aldığı eserler Avrupa’da tanınmasını sağlayarak 11 Haziran 1714 tarihinde  Berlin  Kraliyet  Akademisinin  (Prusya  Akademisi)  üyesi olarak seçilir. Dimitri Kantemir’e, 18. yüzyıl Avrupa’sında en büyük ünü sağlayan eseri kuşkusuz "Historia incrementorum atque decrementorum Aulae Othomanicae" adlı Latince olarak kaleme aldığı Osmanlı tarihidir. Kantemir’in, İstanbul'da yazmaya başladığı ve Rusya’daki çiftliğinde 1716’nın sonbaharında bitirdiği bu yapıtı, modern tarih anlayışıyla yazılmış ilk Osmanlı tarihidir.  Dimitri Kantemir'in bu eseri, Hammer’in(1828) Osmanlı Tarihi’ne kadar Osmanlı İmparatorluğu hakkında Avrupa’da en çok okunan kitap olmuştur. 

Eşi Kasandra’nın ölümünün ardından altı yıl sonra 1719’da ikinci evliliğini yapan Dimitri Kantemir, Çar Petro'nun İran'a yönelik Kafkas Seferine hazırlandığı sırada 1722 yılında Petro'nun isteği üzerine Müslüman halklarla ilgili bilgi verdiği Rusça olarak "Kniga sistima ili sostoyaniye muhammedanskiya religü" adlı eseri kaleme alır. Çar Petro, Rusya’nın askerî ve siyasal nüfuzunun güneye ve doğuya, İslam halklarının yaşadığı coğrafyalara  doğru  yayılmanın  azami  kazanç  ve  asgari  kayıpla gerçekleşebilmesi  için  başta  Türkler  ve  İslam  olmak  üzere,  sistematik  bilgi  toplamak  ve değerlendirmek  maksadıyla,  Doğu  halklarına  yönelik  incelemeler  de  yapacak  bilimsel  bir kurumun ihdas  edilmesini planlamıştır. St  Petersburg  Bilimler Akademisinin  kuruluşu, I. Petro'nun bu öngörüsünün ürünüdür. Dimitri Kantemir, 1722 yılında Çar Petro’nun Doğu işlerinde başuzmanı, propagandacısı ve istihbarat uzmanı olarak Kafkasya seferine katılır. Dağıstan’ın Derbend şehrine gider ve Eylül 1722’de Astrahan’a uğrar. Bu  seferde Dimitri Kantemir’in görevi, yerel halka yönelik olarak Türk ve Fars dilli bildirilerin hazırlanmasını sağlamaktır. Bu amaçla, Türkçe olarak ilk Rus yayını yapılmıştır. Böylelikle Dimitri Kantemir, Rusya’da Türkiye’den iki yıl önce ilk Türkçe baskıyı  gerçekleştiren kişi olur. Çar Petro’nun  1722  yılında dağıtılan bu bildirisi, Kuzey Hazar  bölgesinde, Kafkasya’da ve İran’daki  Türk  dilli Tatarlara, Nogaylara, Azerbaycanlı Türklere, Balkarlara, Dağıstanlılara ve İrani dilli diğer halklara yönelikti. Kapağı, başlık sayfası, başlığı ve herhangi bir girişi bulunmayan broşür niteliğindeki bildiride, Çar  I.  Petro’nun  düzenlediği seferin  gerekçelerinden söz ediliyor, yerel halklara korkmamaları, düşmana yardım etmemeleri gerektiği, Petro’nun İran Şahı’nın dostu olduğu, Rus ordusunun bölgeyi hırsızlardan,  gangsterlerden  kurtarmayı amaçladığı ifade ediliyordu. Önce Rusça olarak hazırlanan metin, ardından Dimitri Kantemir tarafından Tatarcaya, Türkçeye ve Farsçaya tercüme edilmiş, Astrahan kentinde 13-15 Temmuz 1722 tarihlerinde 1000 adet basılmıştı. Bildirinin Tatarca sürümü, aynı zamanda Tatarcanın ilk matbu metnidir. Bu metnin de St.  Petersburg’da bir nüshası muhafaza edilmektedir. Ancak sefer esnasında Astrahan'da rahatsızlanan Dimitri Kantemir Moskova’ya döndüğünde 21 Ağustos 1723’te burada öldü. Ölümünden 1 yıl sonra 8 Şubat 1724'te açılan St Petersburg Bilimler Akademisinin açılışını göremedi. 

İstanbul, Fener'de Dimitri Kantemir Sarayı

Hayli maceralı bir hayat yaşayan ve ömrü siyasî çalkantılar içerisinde geçen Dimitri Kantemir, devlet adamlığından ziyade daha çok bir ilim ve kültür adamı olarak tanınmıştır. Çocukları 18. yüzyılda Rusya siyasetinde üst düzey rol oynamış, kızı Maria Kantemir ise Çar Petro ile yaşadığı aşk ile gündeme gelmiştir. Rusya'da gömülen Kantemir'in naaşı ancak 200 yıl sonra 1935 yılında günümüzde Romanya sınırları içinde kalan Yaş kentinde tekrar toprağa verildi. Türkiye'de 22 peşrev, 11 saz semaisi, 2 aksak semai ve bir de beste olmak üzere toplam 36 eseri günümüze aktarılmış ve konserlerde de icra edilmekte olan Dimitri Kantemir, Klasik Türk Mûsikisinin en önemli isimlerinden biri olarak anılırken, Osmanlı’ya başkaldırarak bağımsızlık sürecini başlattığı için günümüzde Romanya ve Moldova’nın en önemli milli kahramanı konumundadır. Ayrıca kültüre, tarihe, klasik müziğe yaptığı katkılarından ve buluşlarından dolayı UNESCO tarafından, yeryüzünün önemli kültür ve bilim adamlarından biri olarak ilan edilmiştir. Türkiye’deki çağdaş müzikoloji çalışmalarında, onun önemine ilk kez dikkati çeken kişi Rauf Yekta bey olmuştur. 1912’de Şehbal dergisinde yayınladığı iki yazıda, biyografisini sunduktan sonra Hüseyin Sadettin Arel aynı dergide hem bu Kantemir Edvarı olarak bilinen eserini yayınlamış, hem de eser üstüne açıklamalarda bulunmuştur. Dimitri Kantemir’in İstanbul Fener'deki evi ise “Fener Balat Semtlerinin Rehabilitasyonu Projesi” kapsamında Haziran 2007’de restore edilerek müze haline getirildi.

26 Temmuz 2018 Perşembe

Kadıköy'ün Koruyucu Azizesi


Kadıköy çarşısının bulunduğu meydanda küçük bir Rum Ortodoks Kilisesi göze çarpar. Bu günün Kadıköy'ü antik çağın körler ülkesi, Khalkedonlu Azize Euphemia’ya ithaf edilmiş bir kilise. Khalkedonlu zengin bir ailenin kızı olan Azize Euphemia, Hristiyanlığın henüz Roma İmparatorluğunun resmi dini olmadığı ve Hristiyanların büyük bir takipte bulundukları devrede Hristiyanlar için çok önemli bir figür olarak tarih sahnesine çıkar. Euphemia’yı azize mertebesine yükselten hadise Hristiyan olmasından dolayı gördüğü korkunç işkencelerdir.  303 yılında, pagan Romalılar tarafından Tanrı Ares adına düzenlenen bir festivale katılmayı reddetmesi üzerine hapse atılır, kırbaçlanır, çarka bağlanır, ateşe atılıp çıkartılır, ağır taşların altında bırakılır, vahşi hayvanların kafesine atılır, şişlenir, ateşli ızgaralarda yürütülür ve nihayet öldürülür. İmparator I. Konstantin döneminde Hristiyanlık resmen tanınınca, mezarının üzerine bir kilise yaptırılır. Bazilika tipindeki bu kilisenin, kaynaklara göre kıyıdan 370 m. kadar içeride bir tepede yer aldığı ve günümüzdeki Haydarpaşa veya Yeldeğirmeni civarında bir yerde olduğu bilinmekle beraber herhangi bir kalıntı bulunmadığından kesin yerini tespit etmek mümkün değildir. Azize Euphemia’nın resmi imparatorluk kültü haline gelmesi ve ününün dört bir yana yayılması ise; 451 yılında Khalkedon’daki bu kilisede toplanan Konsil sayesinde olur. Khalkedon Konsili’nin burada toplanması için İmparatoriçe Pulcheria (399-453) ve eşi İmparator Marcianus büyük çaba göstermiş, Konsil kararı da onların istekleri doğrultusunda çıkmıştır.  Bu kilisede, 451 yılının 8 ekiminde başlayarak 1 kasıma kadar devam eden konsilde Hristiyanlıkla ilgili önemli kararlar alınmış bu kararlar doğrultusunda Hristiyan Ortodoks dünyasında büyük bir bölünme yaşanmıştı. İsa’nın hem tanrı hem insan tabiatlı olduğuna inanan diofizitler, İsa’nın tek bir tabiatı olduğuna inanan monofizitler. Doğu Hristiyanlığı’nın Batı’dan kopmasına, Antakya Süryani Ortodoks Kilisesi’nin parçalanmasına, Doğu’da başta Ermeni Apostolik Kilisesi ve İskenderiye Kıpti Kilisesi gibi yeni kiliselerin oluşmasına zemin hazırlayan kararları Azize Euphemia'nın belirlediğine inanılır. Piskoposların uzlaşamayınca, iki karar metnini azizenin tabutuna koyduklarına, açtıklarında monofizit karar metninin Euphemia’nın ayaklarının altında, duofizit metnin ise azizenin elinde olduğuna inanılır.  Euphemia, burada Ortodoks aleminin koruyucusu ilan edilir ve ölüm tarihi olan 16 Eylül yortu günü olarak kabul edilir. İmparatoriçe Pulcheria da bu Konsil’in ardından gücünün doruğuna ulaşmış, Büyük Konstantin’in annesi Helena ile eşdeğer görülerek yeni Azize Helena olarak ilan edilmiştir. İmparator Marcianus da Khalkedon’u metropolitlik düzeyine yükseltmiştir. Euphemia'nın yerel bir azize olmasın da, bu konsilin payı büyüktür. Bu olaydan sonra Euphemia kültü başkent Konstantinopolis'in en önemli ve yaygın kültlerinden birisi haline gelir. Tarihçi Evagrios imparatorların, patriklerin ve bütün sınıf ve rütbelerdeki insanların sık sık Khalkedon'u ziyaret ettiklerini, azizenin kutsanmasından ve yarattığı mucizelerden yararlanmak istediklerini anlatmaktadır.

Azize Euphemia'nın Fener Rum Patrikhanesindeki Rölikleri

615-626 yılları arasında, Sâsânî-Pers akınları Khalkedon’a kadar ulaşınca Azize Euphemia Kilisesi tehdit altında kalır. Rölikleri güvenceye almak isteyen İmparator Herakleios, bunları şimdiki Sultanahmet’te bulunan Hagia Euphemia Kilisesi’ne taşıtır. Bu kilise; eski Antiokhos Sarayı’nın kabul salonunun kiliseye dönüştürülmesiyle daha önceden inşa edilmiştir. Bugün ise, kalıntıları eski adliye binasının bahçesinde kısmen görülmektedir. Khalkedon’u işgal eden Sâsânîler, Azize Euphemia Kilisesi’ni tahrip ederler. Khalkedon’daki duvar resimleri ile süslü bazilikadan hiçbir arkeolojik kalıntı günümüze ulaşamamıştır. Azize Euphemia'nın İkona karşıtı dönemde ise 765-766 yıllarında  rölikleri saldırıya uğrar tabutu ve rölikleri denize atılır. İkona-karşıtı dönem sonrasında röliklerin Limni Adası’nda bulunduğu haberi gelince İmparatoriçe Irene, 798 yılında bunları törenlerle geri getirtir. 1204-1261 yılları arasında Konstantinopolis’teki Latin işgali sırasında kiliseye tekrar zarar verilir ve işgal sonrası bir restorasyon daha görür. 16. Yüzyıl’da İbrahim Paşa Sarayı yapılırken kilise yanar. Azize’nin elde kalan rölikleri o dönemde Patriklik Kilisesi olarak kullanılan Pammakaristos’a taşınır. Oradan da şimdiki Patrikhane’ye nakledilir. 

Kadıköy Çarşıdaki Azize Euphemia Kilisesi

Günümüzde Kadıköy’de Çarşı içindeki Azize Euphemia Kilisesinin tarihi kilise ile bir ilgisi yoktur.  1694 yılında o zamanki Kadıköy Metropoliti Gabriyel tarafından Azize Euphemia adına yaptırılır. 1830 da yine o günün metropoliti II. Zaharias, Rusya’dan temin ettiği mali yardımla bu kiliseyi büyülterek adeta yeni bir kilise inşa ettirir. Günümüze kadar gelen yapı bu binadır ve Kadıköy tarihinin en önemli figürlerinden biri olan Azize Euphima'nın adını Kadıköy'ün göbeğinde yaşatmaktadır.

1 Temmuz 2018 Pazar

Türkiye Adının Tarihi



Bu gün Türkiye Cumhuriyetinin yer aldığı coğrafya için Türkiye tabirinin kullanılması ve bu tabirin Avrupa dillerinde yerini alması, Hristiyan dünyanın 11. ve 12. yüzyıllarda Haçlı Seferleri sırasında karşılarında kendilerine direnen güç olarak Türk beyleri ve onların etrafında teşkilatlanmış siyasi oluşumları bulmasıyla başlayan bir süreçtir. Türkiye, Anadolu’yu ifade eden bir ülke adı olarak Avrupa kaynaklarında ilk kez,  II. Haçlı seferi kaynaklarından Fransız yazar Odo de Deuil’in 1150’li yıllarda kaleme aldığı kayıtlarında kullanılmıştır. 1190 yılındaki III. Haçlı Seferinin anlatıldığı kayıtlarda da Selçukluların hakimiyeti altındaki Anadolu coğrafyası "Turchia" olarak adlandırılmıştır. Guilaume de Tyr Anadolu'dan geçip Kudüs'e ulaşmak isterken 1190 yılında Tarsus Çayında boğulan Alman Kralı Friedrich Barbarossa öncülüğündeki III. Haçlı Seferini anlatırken Selçukluların egemenliği altındaki ülkeyi İtalyanca "Turchia" diye adlandırmıştır.  Almanca'da Türkiye adının kullanıldığı ilk metin ise bir şiirdir. Bavyeralı şair aynı zamanda şövalye  Tannhauser, II. Friedrich'in 1228 yılındaki Haçlı Seferine katılmış, bu coğrafyayı "Turkie" olarak adlandırmıştır. Papa tarafından Moğollara elçi olarak gönderilen Rahip Ascelin’e refakat ederek Baycu Noyan’ı ziyaret eden Dominiken keşiş Simon de St. Quentin'in 1245-1248 yıllarındaki anılarını içeren seyahatnamede "Türkiye Krallığı" olarak bahsettiği Anadolu Selçuklu Sultanlığının doğu sınırlarını, Silvan’a kadar uzatılıyor ve Sivas, Erzurum ile Malatya gibi kentleri de "Türkiye Krallığı" içinde zikrediliyordu. Papa IX. Gregorius tarafından Moğol hükümdarı Kubilay Han'a gönderilecek mektubu ulaştırılmak için görevlendirilen Marco Polo ise bu uzun yolculuğu anlattığı ünlü seyahatnamesinde 1279  yılında Konstantinopolis ve Anadolu'dan geçerken Anadolu'dan "Turkomannia" olarak bahseder.

13. yüzyılın sonundan itibaren Batı Anadolu'nun, Selçuklulara bağlı uç beyleri tarafından fethedilmesinden ve Moğol-İlhanlı idaresinin 1308'de Selçuklu hakimiyetine son vermesinden sonra Türkiye adının, Batı Anadolu'daki bağımsız devletçikler olarak teşkilatlanan Türk beyliklerinin bulunduğu saha için kullanılmaya başlandığı görülür. Gerçekten de 14. yüzyılın başından itibaren Batı Anadolu ve Ege sahillerinin neredeyse tamamının Türkiye olarak anıldığı İtalyan ticaret belgelerinden tespit edilebilmektedir. Fransisken rahip Pascal’ın 1338’deki seyahatine ilişkin raporda Pascal, gemiyle seyahatini tasvir ederken solunda Yunanistan’a nispetle Sclavonia’nın sağında Türkiye’nin uzandığından bahseder ve ancak Pera’ya ayak bastığında Grekya’ya geldiğine değinir. 1348’de hac ziyaretini gerçekleştiren Sudheimli Ludolph ise Batı Anadolu kıyılarından başladığını ifade ettiği Asya’nın Türkiye olarak anıldığından bahseder.

Batı Anadolu'daki bu Türk beyliklerinin en güçlüsü olarak ortaya çıkan Osmanlıların, Anadolu'daki diğer Türk beyliklerini birer birer kendi bünyesine katmasından sonra 15. yüzyılından itibaren artık Venedikliler, Türkiye tabirini Osmanlı hâkimiyeti altındaki Anadolu için kullanırlar. 1438’de Osmanlılara karşı bir Haçlı Seferi oluşturmak için Roma’daki üst düzey din çevrelerine hitap eden bir mektup kaleme almış olan Katolik rahip Bartholomaeus de Jano, Hıristiyanlığın kutsal Yedi Kilisesi olan Ephesos(Efes), Smyrna(İzmir), Pergamon(Bergama), Sardes(Salihli), Philadelphia(Alaşehir), Laodikeia(Denizli), Thyateira(Akhisar)'ın bulunduğu bölgenin artık Türkiye olarak anıldığından bahsederek sızlanır.

16. yüzyılda Budapeşte'den Bağdat'a, Kahire'den Kırım'a, Tunus'tan Kudüs ve Şam'a, Kafkasya'dan Mekke ve Medine'ye uzanan son derece kozmopolit ve çok uluslu bir yapıya sahip, İrani ve İslami devlet geleneğinin yanı sıra Roma'nın mirasçısı olma iddiasını taşıyan bir İmparatorluk haline gelen Osmanlı İmparatorluğu da Avrupa kaynakları ve haritalarında,  Latince "İmperium Turcicum", İngilizce "Turkish Empire", Almanca "Türkisches Reich", Fransızca "Empire Turc" yada  basitçe "Turkey", "Turkei" ve "La Turquie" olarak ifade edilmiştir. 20. yüzyılın başında I. Dünya Savaşının ardından Osmanlı İmparatorluğunun fiilen çöküşüyle birlikte Anadolu'da başlayan milli mücadele esnasında Ankara'da meclisin açılmasıyla birlikte hükumetinin 20 Ocak 1921'de kabul ettiği Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ile Anadolu'da yeni ortaya çıkmakta olan siyasi oluşum için  "Türkiye Devleti" tabiri kullanılır. İşte Türkiye tabirinin  içinde bulunduğumuz coğrafyayı ifade etmek için kullanılışının yaklaşık 1000 yıllık hikayesi bu şekildedir.

23 Haziran 2018 Cumartesi

Makedonya'nın İsmi Değişiyor Mu ?



Geçtiğimiz hafta, Makedonya'nın 1992'de Yugoslavya'dan bağımsızlığını ilan ettiği ilk günden bu yana Yunanistan ile Makedonya arasında sürekli siyasi tartışma konusu olan devletin resmi adı konusu üzerine nihayet anlaşma sağlandı. Yunanistan sınırındaki Prespa gölü kıyısında düzenlenen imza töreni ile Makedonya ve Yunanistan başbakanları, 27 yıl sonra varılan uzlaşmayı kendi kamuoylarına duyurdu. Buna göre Birleşmiş Milletler’e “Eski Yugoslavya Cumhuriyeti Makedonya” şeklinde kayıtlı olan ülkenin adı, Kuzey Makedonya Cumhuriyeti olarak değişmesi kararlaştırıldı. Yunanistan'ın değişiklikle birlikte Makedonya Cumhuriyeti’nin AB üyelik müzakereleri ve NATO üyeliği için yıllardır sürdürüğü vetolarını kademeli olarak kaldırması beklenemekte. Anlaşma yüzünden başta hem Makedonya başbakanım Zoran Zaev'in hem de Yunanistan başbakanı Aleksis Çipras'ın kendi ülkelerinde yoğun tepkilerle boğuşmak zorunda kaldıkları bu günlerde biz de biraz meselenin tarihi kökenine göz atalım.

Makedonya ismi Antik Yunan krallıklarından biri olan Makedonya Krallığından gelmektedir. M.Ö 382’de II. Philippos’un tahta çıkması ile Makedonya Balkanlar’ın en büyük gücü haline gelerek Yunan şehirlerinin önemli bir kısmını hâkimiyeti altına alır. İsmini II. Philipos‘un kızı ve aynı zamanda Büyük İskender‘in kız kardeşi Thessaloniki‘den almış olan Selânik, Makedonya'nın en önemli şehri ve merkezi olarak bu dönemde doğar. Antik dönemde Makedonların ve Büyük İskender'in (Megas Aleksandros) konuştukları dil Grekçe veya Helenike olarak bilinen Antik Yunan diliydi. Makedonya, M.Ö 146 yılında Roma İmparatorluğu sınırlarına dahil oldu 


                                           

Tarihi Makedonya coğrafyası  Ege Denizine kadar uzanan bir sahayı kapsamaktadır. Bu coğrafya günümüzdeki Yunanistan’ın Orta Makedonya ve Doğu Makedonya idari bölgelerinin bulunduğu alan ve günümüzdeki Makedonya Cumhuriyeti’nin güney kısmında çok küçük bir alanı kapsamaktaydı. 6. yüzyılın sonlarına doğru bu gün Makedonya Cumhuriyeti halkının çoğunluğunu oluşturan Slavlar, bölgede yerleşmeye başlar. 10-14. yüzyıllar arası Bulgar ve Sırp Krallıklarının parçası olan Makedonya'da 14. yüzyılın son çeyreğinde Osmanlı fetihleriyle birlikte İslamlaşma ve Türkleşme başlar. Osmanlılar, Makedonya terimini ne coğrafi ne de siyasi olarak kullanmaz. Bölge, 550 yıllık Osmanlı-Türk hakimiyeti boyunca Rumeli yada Batı Rumeli olarak adlandırılır. 

Makedonya ismi Balkanlar’da Osmanlı hâkimiyetinin sarsıntıya uğramaya başladığı 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren Avrupa’da yeniden hortlar.  Ekim 1912’de Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan ve Karadağ’ın birleşerek Osmanlı İmparatorluğuna savaş açması ile patlak veren Balkan Harbi ile Makedonya’nın güney kısmı Yunanlıların, Kuzeyi ise Sırpların eline geçer. Makedonya'nın kuzey kısmı 1918’de Sırp, Hırvat ve Slovenlerin bir araya gelerek kurduğu Yugoslavya Krallığı içinde kalır.  İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra 1944’te Josip Tito’nun kurduğu Yugoslavya Sosyalist Federe Cumhuriyeti ile federal cumhuriyeti oluşturan ülkelerden birisi olarak Makedonya Halk Cumhuriyeti kurulur. Yugoslavya bünyesindeki Makedonya Halk Cumhuriyeti 1963 tarihinde Makedonya Sosyalist Cumhuriyeti adını alır. Sovyetler Birliği’ndeki çözülmeyle birlikte Yugoslavya’nın da dağılmaya başlaması üzerine 8 Eylül 1991’de yapılan referanduma dayanarak 17 Eylül 1991’de Makedonya Yugoslavya’dan bağımsızlığını ilân eder. Başlangıçta yaşanan sorunlara rağmen Yugoslavya Halk Ordusu (Sırp ordusu [JNA]) Makedonya’dan savaşsız olarak çekilir. 

Makedonya Cumhuriyeti’ni ilk tanıyan ülke Türkiye olur. Diğerleri ise Bulgaristan ve Arnavutluk olurken bağımsızlık yolundaki en büyük engeli Yunanistan’ın politikası oluşturacaktır. Yunanistan, kendi sınırları dâhilinde yer almayan bir Makedonya’yı Tito zamanından kalma bir komünist icadı olarak görür ve Makedonya’nın gerçek mirasçısının Yunanistan olduğunu öne sürer. Yunanistan’ın iddiasına göre, Tito’nun Güney Sırbistan’a bir Yunan ismi olan “Makedonya”yı vermesinin altında Yunan toprakları üzerinde hak iddia etme arzusu yatmaktadır. Bağımsızlık ilanından sonra da , Makedonya’nın bu ismi kullanmakla kendi topraklarında hak iddia ettiğini ileri sürerek, 27 Haziran 1992 tarihinde “Makedonya Cumhuriyeti” ismini değiştirmesini talep eder. Ancak Makedonya yönetimi, bu talebi kabul etmez. Yunanistan, Makedonya adının yanı sıra Büyük İskender zamanından kalma bir sembol olan Vergina güneşinin de Makedonya Cumhuriyeti’nin bayrağında kullanılmasına karşı çıkar. Bunu, kendi geçmişi olarak gördüğü bir tarihin sahiplenilmesi ve egemenliği altında bulunan Ege Makedonyası üzerinde hak iddiası anlamında yorumlar. Yunanistan’ın çabaları sonunda 1992’de Avrupa Birliği Makedonya’yı ancak ismini değiştirdiği takdirde tanıyacağını ilân eder. Yunanistan’ın da onayıyla Eski Yugoslav Cumhuriyeti Makedonya (Former Yugoslav Republic of Macedonia) adıyla Nisan 1993’te Birleşmiş Milletler’e üye olan Makedonya Cumhuriyeti’nin bağımsızlığı Şubat 1994’te Amerika Birleşik Devletleri tarafından da kabul edilir. Fakat aynı ay içinde Yunanistan, Makedonya’ya karşı 1995 Eylülüne kadar devam eden bir ekonomik ambargo başlatır. Selanik limanını, yani ülkenin en önemli ticaret kapısını kapayarak ekonomik ambargo uygular. Bu tarihte yapılan bir anlaşmada Makedonya Cumhuriyeti bayrağını değiştirmeyi ve anayasada bazı değişiklikler yapmayı kabul eder.  Bu anlaşmadan sonra Yunanistan Makedonya Cumhuriyeti’ni resmen tanır. Böylece Makedonya Cumhuriyeti için diğer uluslararası organizasyonlara katılma yolu açılmış olur.  

Sembolik bir isim meselesinden ibaret görünen bu tartışmanın arkasında yatan asıl mesele Makedon ulusunun varlığı ile ilgilidir. Yunanistan yönetimine göre, üç bin yıldan beri Yunanistan’ın bir parçası olan Makedonya’nın, Büyük İskender’e kadar uzanan bir Helen geçmişi bulunuyor. Ve yine Yunanistan yönetimine göre antik çağdaki Makedonlar, Yunanca konuşan ve Yunan kültürüne sahip Kuzey Yunanistan halkı olup günümüzdeki Makedonlar, Yunanca konuşmadıkları gibi Yunan kültürünün de bir parçası değildir. Yunan tezine karşılık Üsküp yönetimine göre ise, 7. ve 8. yüzyıldan itibaren bölgeye yerleşmeye başlamış olan Slav dili konuşan halkın önemli bir kısmı Antik Çağdaki Makedon Krallığı halkına mensup Makedonlardır.



Makedonya'nın, AB’ye aday ülke statüsü aldığı Aralık 2005’den itibaren Yunanistan, özellikle isim meselesini bu ülkenin olası NATO ve AB üyeliklerinde koz olarak kullanarak çözmek için güçlü bir kampanya yürütmeye başlamıştır. Hem AB, hem de NATO üyesi olan Yunanistan ise isim anlaşmazlığı çözülmediği takdirde, Makedonya'nın NATO ve AB üyeliğini engelleyeceği yönünde tehditlerde bulunmakla kalmayıp, Makedonya Cumhuriyeti isminin geçtiği, uluslararası arenadaki tüm siyasi, sportif, kültürel ve ekonomik faaliyetlerde de sıkıntılar çıkarır. 2009 yılında Polonya’daki Avrupa Basketbol Şampiyonası’nda, Yunanistan’ın girişimleriyle, basketbolcuların formalarında Makedonya Cumhuriyeti’nin kısaltması olan MKD harflerinin kullanması engellenir. Tüm bu süreç içerisinde Yunanistan halkı da oldukça katı bir tutum sergiler ve çeşitli protesto gösterilerinde bulunur. 


Üsküp'teki Büyük İskender heykeli

Makedonya Cumhuriyeti’nin 20. yılı anısına 8 Eylül 2011 tarihinde Üsküp Meydanı’na devasa bir İskender heykeli dikilir. İtalya'nın Floransa kentinde dökümü yaptırılan 12. 5 metre yüksekliğinde 5 milyon 300 bin değerindeki İskender heykeli yine Yunanistan'da rahatsızlık yaratır. Heykelin dikilişi, Yunan basınında büyük yer alarak Yunan tarihini çalmak, şovenizmi ve çatışmayı körüklemek olarak değerlendirildir. 


Nihayet 26 sene sonunda kriz, Makedonya'nın 2017 seçimlerinde Başbakan olan Zoran Zaev AB ve NATO üyeliği yolunda isim konusuna çözüm bulunmasını önermesiyle çözüm sürecine girdi. 7 Haziran 2018'de Yunanistan sınırındaki Prespa gölü kıyısında düzenlenen imza töreni ile Makedonya başbakanı Zoran Zaev ve Yunanistan başbakanı Aleksis Çipras, 27 yıl sonra varılan uzlaşmayı kendi halklarına ilan ettiler. Anlaşma gereğince Yunanistan, Makedonya'dan anayasasındaki bazı maddeleri değiştirmesini talep etmekte. Talep edilen değişikliklerden bazıları şöyle: Kuzey Makedonya olarak belirlenen yeni ismin, ülke içinde ve uluslararası ilişkilerde resmi belgelerde kullanılması, "Komşu ülkelerden toprak talebi çağrıştıran" maddelerin çıkarılması, "Makedon azınlığı" gibi ibarelerin çıkarılması, Makedonya vatandaşlarının salt "Makedon" değil, "Kuzey Makedonya vatandaşları" olarak tanımlanmaları, kimliklerinin bu isimle değiştirilmesi, "Makedon" dilinin "Slav dilleri ailesine" ait olduğun, Helence (Yunanca) konuşan Antik Makedonya ile ilgisi olmadığına atıfta bulunulması.

Makedonya başbakanı Zoran Zaev ve Yunanistan başbakanı Aleksis Çipras

Makedonya Cumhurbaşkanı İvanov, ulusa sesleniş konuşmasında "Bu zararlı metni ne desteklerim ne de imzalarım" açıklamasında bulunurken Üsküp sokaklarında da isim değişikliğine karşı protestolar düzenlenmekte. Yunanistan tarafında da anlaşmayı destekleyen Çipras'a tepkiler çığ gibi büyüyor. Atina'da Yunan Parlamentosu önünde "Makedonya Yunanistandır" sloganlarının atıldığı protestolar düzenleniyor. Hükümetin ortağı milliyetçi Bağımsız Helenler Partisi'nin lideri ve Savunma Bakanı Panos Kammenos "İçinde Makedonya adının geçeceği hiçbir isim anlaşmasını kabul etmeyeceğini" açıkladı. İmzalanan anlaşmanın yürürlüğe girmesi için öncelikle Makedonya meclisinin anlaşmayı onaylaması gerekiyor. Ardından da ülkede Eylül ya da Ekim ayında bir referandum düzenlenecek. Eğer referandumdan anlaşmaya destek çıkarsa ülkenin anayasasında değişikliğe gidilecek. 27 yıldır çözüme en yaklaşıldığı bu günler de bile şimdiden mesele daha bir çok soruna gebeymiş gibi gözüküyor...

18 Haziran 2018 Pazartesi

Mısır Arapçası Ayrı Bir Dil Mi ?


Batılıların “Egyptian” dediği "Ammiyye el-Masriyye" olarak bilinen fasih Arapça'dan türemiş pratik konuşma dili artık günümüzde neredeyse ayrı bir dil olarak kabul edilmekte. Wikipedia'da bile “Mısri” adıyla standart fasih Arapça’dan ayrı bir dil seçeneği olarak karşımıza çıkıyor. 94 milyonluk nüfusu ile Mısır günümüzde sadece Arap dünyasının değil Orta Doğu'nun en kalabalık ülkesi konumundayken, politik, kültürel ve ticari açıdan çevre ülkelerin de merkezi konumundadır. Ülke'nin resmi dili olan "Ammiyye el-Masriyye" de tüm Arap dünyasının ortak dili haline gelmiştir. Ancak Mısır Arapçası ile klasik standart Arapça arasında ciddi anlamda farklılıklar söz konusudur.  Bazı dillerde var olan kitabî/fasih dil ile konuşma dili arasındaki fark özellikle Arapçada kendini yoğun bir şekilde gösterir. "Fusha" ve "Ammi" olmak üzere iki ayrı Arapça'dan söz etmek mümkündür. "Fusha", Kur'an'ın diline dayanan fasih, edebî Arapçadır. Kitaplarda, gazetelerde ve TV haberlerinde "Fusha" kullanılır. "Ammi" ise, halk dilidir. Günlük konuşmanın yanı sıra şarkılarda ve filmlerde de “Ammi” kullanılır.  "Fusha" ile "Ammi" arasındaki fark, "Fusha" yazılır ama konuşulmaz.  "Ammi" ise konuşulur ama yazılmaz. Bu fark nedeniyle Arapça konuşulan herhangi bir ülkede belli bir süre yaşamayan bir kişi çok iyi seviyede "Fusha" dediğimiz Kuran dilini bilse bile halkın konuşmasını neredeyse hiç anlayamaz.  “Ammi” de Arapça konuşulan ülkelere göre farklılıklar göstermektedir. Her ülkenin her şehrin hatta her köyün kendine has bir “Ammi”si oluşmuştur. Bu farklılıklar nedeniyle Lübnanlı biri, Suriyeli ile nispeten daha kolay anlaşırken, Cezayirli ya da Faslı birinin Iraklı ile anlaşması zordur. 

Günümüzde Arapça konuşanların rahatça anlayabildikleri tek bir "Ammi" vardır o da Mısır Arapçasıdır. Mısır'ın, 1922’de bağımsız bir ülke olarak yeniden doğmasından sonra sineması, dizileri, müziği, radyosu ve televizyonları ile Arap dünyasına gönderdiği öğretmenleri sayesinde Mısır "Ammi"si Arapça konuşulan ülkelerde ortak dil haline gelmiştir. Mısır “Ammi”sinde Türkçe’den geçmiş çok fazla kelime bulunmaktadır. Bunlar yaklaşık 450 senelik Osmanlı artı Kavalalı devirlerinin bakiyesidir. Telefonla aradığınız kişi ya da yol sorduğunuz birinden "efendim" şeklinde bir karşılık almak mümkündür. "İnci", "Nazlı", "Gülbahar", "Ayten" ve "Şirin" gibi kadın isimlerinin yanı sıra "Yılmaz" ve "Neşet"  gibi erkek isimleri de Mısırlılar arasında hala kullanılıyor. "Arabacı", "postacı", "sofracı", "temelli", "tembel", "çorap", "çanta", "çizme", "kemer", "kundura" ve "nöbetçi" kelimelerini de Mısır'ın hemen tüm şehirlerinde duymak mümkün. Ayrıca "abi", "abla", "nine" ve "teyze" gibi akrabalarla ilgili terimlerin yanı sıra "hanım" sıfatı da en fazla duyulan kelimelerden bazıları. "Hanım" kelimesine bir de çoğul üreten Mısırlılar, "hanımlar" anlamında "havanım" diyor. Üstat, hazret, hocam, babacım, gibi taltif kelimeleri de Mısır “Ammi”sinde Türkçe aracılığıyla yerleşmiş kelimelerdir. Mesleki alanda da "başmühendis" ve "hekimbaşı" gibi içinde "baş" ekinin bulunduğu kelimeler dikkat çekiyor. Yiyeceklerle ilgili ise türlü yerine "türli", pastırma yerine "bastırma" ve poğaça yerine kullanılan "boğaca" kelimeleri dikkat çekiyor. Döner anlamında kullanılan "çevirmek" fiilinden türetilen "Şavirme"yi Mısır'ın her yerinde yemek mümkün. Bunların yanı sıra "boza", "gazoz", "portakal", "patates", "bira", "baklava", "çorba", "şiş", "sucuk", "hoşaf" ve "güllaç" gibi Türkçe yiyecek içecek isimleri kullanılmakta. Mısırlıların "başa" olarak telaffuz ettikleri "paşa" lakabı da ülkede en yaygın şekilde kullanılan Türkçe kelimelerin başında yer alıyor. "Paşa"nın çoğulu olarak ise "paşalar" anlamında "başavat" kelimesi kullanılıyor. "Onbaşı", "yüzbaşı" ve "binbaşı" gibi rütbeler ile "bölük", "piyade" ve "bayrak" gibi askeri terimler de Mısır ordusunda hala kullanılmaya devam ediyor. Mısır'da Hüsnü Mübarek dönemini sona erdiren 25 Ocak Devrimi'nde sıkça dillendirilen ve en fazla öne çıkan iki kelime "Tahrir Meydanı" ve "Baltacılar" Türkçe kökenliydi. Devrimin sembolü "Meydan et-Tahrir"deki "meydan" kelimesi Türkçe. Karşıt gruplara verilen "haydut ve eşkıya" anlamındaki "baltacı" kelimesi de Türkçedir. Bunlar ve bunlara benzer bir çok örnek ile Türkçe bu gün Mısır "Ammi"sinde yaşamaktadır.

15 Haziran 2018 Cuma

Acem ve Tâcîk Tabirleri Üzerine

Arapçada, yabancı ve gayr-i Arap manasına gelen Acem kelimesi Araplarca İslamiyet döneminde ilk fetihler sırasında özellikle İranlılar için kullanılmaya başlansa da 9. yüzyıldan itibaren etnik ve coğrafi olarak Arap olmayan toplum ve coğrafyayı ifade etmek için kullanılmaya başlanır. Osmanlı Türkçesi, ilmi ve coğrafi terimler açısından Arapça'nın etkisi altında kaldığından Arapların millet veya halk olarak Arap ile Arap olmayan, coğrafi olarak da Arap coğrafyası ile dışındaki coğrafya ayrımına, Osmanlılar da coğrafi olarak Acem tabirini vurgulamaya başlamışlardır. Osmanlı devrinde 15. ve 17.  yüzyıllar arasında, Acemistan, Bilâd-ı Acem veya Vilâyet-i Acem tabirleri ile kast edilen coğrafî mekan sadece bugünkü İran'ı değil Horasan'ı ve bütün Türkistan'ı da içine almaktadır. Nitekim 15. asır Osmanlı tarihçilerinden Aşıkpaşazade, Semerkand'da müderrislik ve Uluğ Bey'in hocalığını yapan ve bir ara Semerkand Rasathanesi'ni de yöneten Kadızade-i Rumi için "Vilayet-i Acem'de Kadızade-i Rumi demekle meşhur olur durur" ifadesini kullanmaktadır. 16. asırda  Şeyhülislam Hoca Saadeddin Efendi de, Türkistan'dan Bursa'ya gelip yerleşen Emir Buhârî'nin "Vilâyet-i Acem'den  Buhârâ'da" dünyaya geldiğini ifade etmektedir. 17. asrın ikinci yarısı ile 18. asrın ilk yarısında Bursa'da yetişen şair ve tezkirecilerden İsmail Beliğ (ö. 1729), Güldeste-i  Riyaz-ı İrfan adlı eserinde, Şeyh Ahmed Efendi hakkında da "Diyar-ı Acem'den ve Buhârâ'dan  gelip, Fatih döneminde Bursa'ya yerleştiğini kaydetmektedir. Osmanlı devrinde, Azerbaycan ve Azerbaycan Türkleri için de, Acem denildiği bilinmektedir. Genel olarak "Acem'e gitti" veya "geldi" tarzındaki ifadelerle 18. asrın ilk yarısına kadar Osmanlı kaynaklarında Acem veya Acemistan gibi tabirler ile karşılaşıldığında, o dönem için bu coğrafî tabirin bugünkü İran'dan daha geniş bir manası olduğu anlaşılmaktadır.
Yine İranlı manasında kullanılan Tâcîk kelimesi ise Acem'e göre daha dar manada kullanılmıştır. Pehlevice Taçik, Yeni Farsça Tacîk/Tazî, İranlıların Araplara ve özellikle Bedevi Araplara verdiği bir isimdi. Farsça Taçik/Tazik adı önce “Arap” demek iken 7. yy’dan sonra “Arap dinine mensup kişi, Müslüman” anlamını kazanmıştır. Müslüman olmayan Türkler ve Farslar, Maveraünnehir ve Horasan’da İslamiyeti kabul eden Fars ve Türklere Tâcîk demiştir. Dîvân-ı Lugāti’t-Türk’te ve Kutadgu Bilig’de Tâcîk “İranlı” mânasındadır. Daha sonra Moğol-İlhanlı devrinde de Tâcîk kelimesi İranlı manasında kullanılmıştır. Timur devri tarihlerinde İranlılara karşı kullanılan "Tâcîk-i fitne-engiz" ifadesi ile sıkça karşılaşılır. Safeviler devrinde ise Tâcîk adı genel olarak devletin mülki teşkilatında hizmet gören İranlı unsurlar için kullanılmıştır. Acem kelimesi günümüzde siyasi ve coğrafi manada geçerliliğini kaybederken Tâcîk kelimesi ise sadece Tacikistan, Özbekistan ve Afganistan gibi Orta Asya ülkelerinde Farsça konuşan Sünni halkı tanımlamak için kullanılmaktadır.

Anadolu'da Klasik Türk Edebiyatının Doğuşu

İran saraylarında gelişmiş klasik yüksek kültür mirası, Anadolu'da Konya Selçuklu sarayından sonra  Uc Türkmen beyliklerinde örnek al...