Anektodlar

16 Ekim 2019 Çarşamba

ORTA ASYA'NIN KAYIP HALKI SOĞDLAR




Sogdiana


Orta Asya, coğrafi olarak denizlere en uzak olan bölgelerden biridir. Ancak Hazar Denizi, Aral ve Balkaş Gölleri ve Amu Derya, Siri Derya ve Hari Nehirleri gibi zengin su kaynakları ve olağanüstü yer altı zenginlikleriyle birlikte, önemli ticaret yollarının kesiştiği bir coğrafya olması sonucu tarih boyunca çok önemli bir konuma sahip olmuştur. Günümüzde Orta Asya, Sovyetler Birliği'nden ayrılarak bağımsız olan Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan'ın yanı sıra Afganistan, Pakistan'ın kuzeyi, Çin'in batısındaki Uygur Özerk Yönetimi, Moğolistan ve Rusya'nın bir kısmı ile İran'ın kuzey doğusundaki Horasan Eyaletini kapsayan bölgeyi tanımlamak için kullanılan coğrafi bir  terimdir. Ancak Orta Asya, 8. yüzyılın başında Emevîler tarafından fethedilmeden evvel dört ayrı coğrafi bölgeden oluşmaktaydı. Birincisi günümüzde İran'ın kuzey doğusu, Türkmenistan'ın güneyi ve Afganistan'ın kuzeyini kapsayan Horasan idi. İkincisi Türkmenistan'ın kuzeyini ve Özbekistan'ın batısını kapsayan Harezm idi. Üçüncüsü Afganistan'ı kapsayan Baktriya, dördüncüsü ise Semerkand, Buhara, Hocend, Pencikent gibi İpek Yolunun önemli şehirlerinin bulunduğu günümüzde Özbekistan'ın doğusu ve Tacikistan'ı kapsayan Sogdiana idi. Soğdiananın yerli halkı Soğdlar, merkezleri Semerkand olmasına karşın Kırım’dan batı Çin’e, hatta Hindistan’a değin çok geniş bir coğrafyada tarihî İpek Yolu rotasındaki neredeyse bütün önemli ticaret merkezlerinde kolonileri bulunan, savaş yerine ticareti tercih etmiş, bu coğrafyalardaki dinî ve kültürel zenginliklerin taşınmasında, aktarılmasında, dillerin, dinlerin ve kültürlerin harmanlanmasında önemli roller oynamış İranî bir halktı. Bu özellikleri ile aynı kültür dairesi çerçevesi içinde olamalarına rağmen Perslerden farklılık gösteren Soğdlar, Orta Asya'nın Çin ve Hindistan ile etkileşimin başlıca aktörleri olmuş aynı zamanda Zerdüştlük, Budizm, Manihaizm, Nesturi Hristiyanlık vb. dinlerin samimi misyonerleri rolünü üstlenmişlerdi.   

Behistun Yazıtında yer alan Pers İmparatorluğu'nun eyaletleri listesinde Sogdiana'nın adı 18. sırada geçmektedir. 
Zerdüştilerin, Avestanın bozulmadan muhafaza edilebilmiş olan tek nosku olarak kabul ettikleri Vendidad'ta, Sogdiana'nın yüce tanrı Ahura Mazda’nın yarattığı ülkeler arasında Aryanların ana vatanı olarak geçen Airyanem Vaejah’tan sonra gelen en iyi ikinci ülke olarak listelenmiş olması bu bölgenin önemini göstermektedir. Sogdiana, Pers İmparatorluğu'nun ve Ahameniş hanedanının kurucusu Büyük Kiros tarafından fethedilmişti. Bölge daha sonra Makedonya Kralı Büyük İskender tarafından MÖ 328'de fethedilecekti. İskender bölgeyi ele geçirdikten sonra bir Soğd asilzadesi olan Oxyartes'in kızı Roxana ile evlenmişti. Soğd dilinde Roshanak olan adı "küçük yıldız" anlamına gelen Roxana, 323 yılında babasının tahtını miras alan IV. İskender'in de annesi olacaktı. Bir Soğd asili ve savaşçısı olan Spitamenes, İskender'in kuvvetlerine karşı bir ayaklanma gerçekleştirmişti. Ancak bu isyan, İskender ve generalleri ile yerli Baktriya ve Soğdianalı birliklerinin yardımı ile bastırıldı. İskender'in Roxana ile olan evliliğine bağlı olarak İskender, daha fazla isyanı engellemek için yüksek rütbeli subayları dâhil olmak üzere 10.000 askerini de Soğdianalı yerli kadınlarla evlenmeye teşvik etti. Buna I. Selevkos Nicator'la evlenen ve onu Selevkos tahtına götüren bir oğlu ve gelecekteki varisi verecek olan isyancı Spitamenes'in kızı Apama da dahildi. Selevkoslar döneminde Apamea adında bugünkü Türkiye'de Bursa'da, Afyon'da ve Urfa'da olmak üzere üç Helenistik şehir kurulmuştu. Aynı şekilde Irak ve İran'da iki Suriye'de ise bir tane Apamea adında Helenistik dönem şehri bulunmaktaydı. Bunların hepsinin ismi İskender'e isyan eden Spitamenes isimli Soğd asilzadesi ve askerininin kızı olan Selevkos Krallığının kurucusu I. Selevkos Nicator'un eşi Apama'dan gelmektedir. Soğdlar daha sonra MÖ 248 yılında Selevkos İmparatorluğu'ndan ayrılarak I. Diodotus tarafından kurulan bir devlet olan Helenistik Grek-Baktriya Krallığının bir parçasını oluşturdu. İlerleyen dönemlerde bölge İslam fetihlerine kadar geçecek olan süre boyunca Orta Asya'nın göçebe halkları tarafından kurulan Hunlar, Kuşanlar ve Eftalitlerin hakimiyetine girmişti. 

6. yüzyılın ikinci yarısında Türkler, Orta Asya'daki tüm göçebe bozkır kavimlerini birleştirerek büyük bir güç haline gelmişti. Sonradan yapılan tarihi adlandırmasıyla bizim Gök-Türk Devleti olarak bildiğimiz Türk Kağanlığı, Orta Asya'da büyük bir güç haline geldiği dönemde Baktriya ve Sogdiana'da tıpkı Türkler gibi Orta Asya steplerinden gelmiş göçebe bir halk tarafından kurulan ancak kısa sürede coğrafi konumu etkisi ile çok kültürlü bir yapıya ulaşan Eftalitler hüküm sürüyor ve İpek Yolu ticaretini elinde bulunduruyordu. Doğal olarak Eftalitler ve Türkler arasında ticaret yolları üzerinde ve bölgede hakimiyet mücadelesi kaçınılmaz hale gelmişti. Gök Türk Kağanlığının batı kanadı yöneticisi İstemi Yabgu, Eftalitlerin kuzeyinde güçlü bir hakimiyet sağlamış ve Eftalitler üzerinde baskı kurmaya başlamıştı. İsteminin hakimiyetini pekiştirmesi için İpek Yoluna kesin olarak hakim olması lazımdı. Eftalitler, batılarında bulunan ve o dönemde İran’da en parlak dönemini yaşayan Sâsânîler ile düşman olduklarından Gök Türklere karşı müttefik bulmak maksadıyla Çin'e 555 ve 558 yıllarında olmak üzere iki kere elçilik heyeti göndermişti. İstemi Yabgu ise Eftalitlere karşı Sâsânîlerin en ünlü hükümdarı II. Hüsrev namı diğer Nûşirevân-ı Âdil ile ittifak kurdu. Şimdi Sâsânî hükümdarı Nûşirevân için de fırsat doğmuş dedesi Fîrûz'un öcünü alıp ezeli ve azılı düşmanı Eftalitleri yok etme fırsatını yakalamıştı. O sırada İran'dan gelen elçi, Nûşirevân'ın İstemi Yabgu’nun kızı ile evlenmek istediğini söyledi. İstemi Yabgu teklifi kabul ederek kızı Fâkim’i Sâsânî sarayına gelin olarak gönderdiNûşirevân'ın İstemi Yabgu'ya damat olması Fırdevsî'nin Şehnamesinde abartılı bir şekilde destani bir üslupla anlatılmıştır. Bu evlilikten doğan ve ilerde Sâsânî hükümdarı olacak olan IV. Hürmüz, annesi bir Türk prensesi olduğundan kaynaklarda “Türkzâde” lakabıyla anılmaktadır. Ayrıca Türkzâde” lakabıyla anılan IV. Hürmüz'ün oğlu Hüsrev-i Perviz de Fars edebiyatının ünlü eseri "Hüsrev-ü Şirin'in kahramanıdır. İlerde Kağan olacak olan İstemi Yabgu’nun oğlu Tardu Kağan da Sâsânî hükümdarı IV. Hürmüz'ün dayısıdırBöylece Sâsânî hanedanı ile Gök Türk Kağanı arasında akrabalık oluşmuştu. Bu ittifakın ardından 557 yılında Gök Türk orduları kuzey doğudan saldırırken Sâsânî kuvvetleri de batıdan hücuma geçerek Eftalitleri kolayca yıktılar. İstemi Yabgu, Eftalitlerin hükümdarı Vezr'i savaş alanında yenip öldürerek mallarını ele geçirdi. Yıkılan devletin toprakları  Sâsânîler ve Gök Türkler arasında taksim edildi. İstemi Yabgu Semerkant, Buhara, Kaşgar, Hoten ve Fergana sahasını alırken Nûşirevân da Eftalit başkenti Belh’i ve bütün Toharistan’ı, Zabulistan ve Çağaniyanı işgal etmişti. Meşhur İpek Yolu'nun çok önemli bir bölümü ve bu yolda ticaret yapan Soğdlar İstemi Yabgu'nun eline geçmişti. Soğdlar, Türk hakimiyetine geçtikten sonra, yeni efendilerinin itibarlarından yararlanmak niyetiyle İran'da ipek ticareti yapma izni almak için İstemi Yabgu'dan destek olmasını istediler. İstemi Yabgu'nun onayını aldıktan sonra Maniakh adlı bir Soğd'un önderliğindeki heyet 566 yılında Nûşirevân ile görüşmeye gitti. Soğd elçilerin getirdiği ipekliler halkın gözü önünde yakıldı. Heyet öfkeyle geri döndü. İstemi Yabgu olayı hazmedemeyerek yeni bir heyet gönderdi ve ‘‘Bu meselenin uzlaşma yolu ile hallini istiyorum. Biz iki dostuz ben bu işi başka yolla halletmesini de bilirim’’ dedi. Nûşirevân'ın asıl amacı Gök Türklerin eline geçen ticaret yolunun tamamına hakim olmaktı. Bu nedenle Akdeniz ve Bizans limanlarına yapılan ticareti durdurarak Gök Türklere bağlanmış olan tüccar Soğd kavmini ekonomik zorluklara sokacak hem de Gök Türkleri ipek transit vergisinden mahrum bırakacaktı. Neticede Nûşirevân elçileri zehirletti ve İstemi’ye netice alamadık, zira elçilerininiz İran iklimine tahammül edemeyerek öldü diye haber yolladı. Lakin sonra bunun bir cinayet olduğu anlaşıldı. İstemi Yabgu bunun üzerine başka yerlerde teşebbüste bulunmaya karar verdi. Bu sırada Bizans’ın böyle bir münasebete hazır olduğu belli idi. İstemi Yabgu tarihte ilk defa olarak Orta Asya’dan bir elçilik heyetini Konstantinopolis'e yolladı. Türk elçilik heyeti yine Soğdlu Maniakh‘ın başkanlığında olup, 567’de yola çıkmış ve İdil Nehrini geçerek Hazar Denizi üzerinden ve Kafkasyayı kuzeyden güneye aşarak 567 yılının son aylarında Konstantinopolis' varıp hediye olarak da bol miktarda ipek getirmişlerdi. Ezelden beri Sâsânîler ile Bizansın arasının iyi olmadığını Soğdlar biliyordu. Kurulacak Gök Türk - Bizans ittifakı ile Sâsânîler zor durumda kalabilirdi. Gök Türk elçilerinin gelmeleri Konstantinopolis'te derhal bir alaka uyandırmış ve İmparator II.Justinos (565-578) bir an önce müzakerelere girişilmesini emretmişti. Maniakh önderliğindeki Gök Türk elçi heyeti İmparatora çok değerli hediyeler sundular ve İstemi Yabgu'nun gönderdiği mektubu okudular. Maniakh, Türklerin Bizansa sadık kalacakları konusunda yemin ederek ve Bizans'a bir saldırı olursa Türkler onlara yardım edeceğine dair teminat verdi. Türk temsilciler de ellerini göğe kaldırarak bu konuda yemin ettiler.  Maniakh'ın başkanlığındaki Türk elçilik heyeti 569 yılının yaz aylarına kadar Konstantinopolis'te kaldı. Bizans imparatorunun izniyle Gök Türk tüccarları ile birlikte Soğdlu tüccarlar da Konstantinopolis'te ticaret merkezi kurmuşlardı. 



MS 581'de Sogdca olarak Soğd alfabesinde yazılmış olan "Bugut" yazıtı, Gök Türk Kağanlarının tarihi hakkındadır ve Türk adının geçtiği en eski yazılı belgedir.

Müslüman Arapların, Sogdiana coğrafyasını fethetmesi ve hakimiyet kurması kolay olmamış bölgenin fethi 30 sene içerisinde gerçekleşmiş fetihten sonra da isyanlar devam etmiştir. Harezm ve Maveraünehire akınlar Emevîler zamanında başlamıştır. Yâkūt, Hz. Muhammed’in bir hadiste Buhara’nın fethini müjdelediğini söyler. Şehir 674 yılında Muâviye’nin Horasan Valisi Ubeydullah b. Ziyâd tarafından fethedilmiştir. Bu sırada şehrin hükümdarı Bîdûn Hatun idi Taberî bu kadının Türk hakanının karısı olduğunu söyler. Bîdûn Hatun yapılan antlaşmaya göre yıllık 1 milyon dirhem ve 2000 muharip verecekti. Bu antlaşma iki yıl sonra Vali Saîd b. Osman tarafından yenilenmekle beraber İslâm hâkimiyeti devamlı olmadı ve şehir zaman zaman müslümanların kontrolünden çıktı. Yine Emevilerin Horasan valisi Saîd b.Osman676 yılındaSemerkantüzerine bir sefer düzenledi.SemerkantKralı Tarhûn’un müslümanlara vergi ödemeyi ve rehineler vermeyi kabul etmesi karşılığında barış yapıldı. Kuşatma sırasında şehid düşenler arasında Hz. Muhammed’in kuzeni olan, amcası Abbas’ın oğlu Kusem de bulunmakta idi. Nitekim Semerkant’ta Kusem’e ait olduğuna inanılan bir mezar bulunmaktadır. Ölümünden asırlar sonra, İslam bu topraklarda tamamen hakim din konumuna geldiğinde onun mezarı "Şah-ı Zinde" adında muazzam bir türbeler kompleksi haline dönüşecektir. Semerkant kralı Tarhûn’un anlaşmayı bozması üzerine itaatten ayrılan Semerkant680’de Selm b. Ziyâd tarafından ikinci defa fethedildi. Bununla birlikte Emevîler,Semerkantve Soğd hâkimiyetini sağlamakta zorlandılar. Gök Türk hükümdarı Kapgan Kağan gönderdiği ordularlaSemerkantve çevresini 701 yılında tekrar kendine bağladı. 

Sogdiana tam anlamıyla, 706-715 yılları arasında Kuteybe b. Müslim tarafından fethedildi. Böylece en önemlileri Semerkant, Buhara, Pencikent, Varahşa, Kobudan, İştihan, Maymurg, Keş, Beykend olan Soğd şehirlerinin tamamı Arapların yönetimine girdi ve zaman zaman vuku bulan isyanlara rağmen İslâm hâkimiyeti yavaş yavaş buralara yerleşti. Müslüman coğrafyacılar bölgeye iki nehir arasında anlamına gelen(Siri Derya ve Amu Derya arası) "Maveraünnehir" adını verdi. Taberî, Kuteybe b. Müslim’in Semerkant’ı ele geçirdiğinde çok sayıda tapınak yıktırdığını ve bunların Zerdüştî ateş tapınaklarına benzediğini söylemektedir. İslâm ordularının fethinden sonra bölgede iki de Budist manastırının yıkıldığı bilinmektedir. 

Semerkant'ta bulunan 7. yüzyıla ait bir Soğd duvar resmi

740 yılında Gök Türk konfederasyonunu oluşturan boylardan biri olan Uygurların, Gök Türk hanedanını yıkıp Uygur Kağanlığını kurmalarıyla Uygurlar Orta Asya'da büyük bir güç olarak ortaya çıkmıştı. İslâm’ın gelmesinden sonra bölgeden kaçan Soğd kökenli Mani rahiplerinin etkisiyle Uygur Kağanı Bögü 764’te Maniheizm’i kabul etti. Çin’de de yine Soğd etkisiyle Mani dini yayılma imkânı buldu. Uygurlar, İslâmiyet’in bölgeye gelmesinden sonra kaçan Soğdlar’ın alfabelerini ve birçok kelimelerini aldılar; Bu gün hala Anadolu’da da kullanılan “kent” (kend) kelimesi bunlardan biridir. Kaşgarlı Mahmud'un Türk yazısı dediği Uygur Alfabesi, Soğd alfabesinden uyarlanmıştı. 13. yüzyılda Moğollar tarafından da Moğolca için kullanılmaya başlanan bu yazı Müslüman bir hanedan olmasına rağmen 15. yüzyılda Timurlular döneminde dahi Çağatay Türkçesi için kullanılmıştır.  


Gök Türk dönemine ait üzerinde Kağan ve Hatun portresi olan para. Her iki portre arasında ay-yıldız sembolü görülüyor. Arka yüzde Soğdça “Bu sikke Yabgu Çidarnak’ındır” ifadesi yazılıdır. VII. Yüzyılın ilk yarısı, bakır, Taşkent.

Soğdlular ana yurtlarında dönemlerine göre oldukça gelişmiş şehircilik altyapısı ve sulama sistemleri ile desteklenen tarımahayvancıkığa, zanaat ve ticarete dayalı yerleşik bir uygarlığın temsilcisi idi. Şehir devletleri halinde yaşayan ve çok farklı coğrafyalarda kolonileri, diasporaları bulunan Soğdlular, Orta Doğulu Yahudiler gibi, düzenli bir ordu ve uzun süreli siyasal birlik kuramamıştırSoğdlular, Çin kaynağı Yeni Tang Tarihi’ndeki ifadeyle, ‘Nerede kazanç varsa oraya giden’ bir halk olarak nitelendiriliyordu. İpek Yolunun asıl tüccarları Çinliler değil Soğdlar idi. Orta Asya'daki zenginliğin asıl kaynağı uzun mesafeli ticaretti. Haritaya şöyle bir göz atıldığında bölgenin coğrafi konumunun ne denli eşsiz olduğu hemen fark edilir. Avrasya kıtası üzerinde tüm büyük medeniyetlere Orta Asya'dan ulaşmak mümkündü ve bu medeniyetler de birbirlerine ulaşmak için Orta Asya üzerinden geçmek zorunda idi. Bölgenin zorlu coğrafi koşullarında deve, mal ve insan taşımacılığının vazgeçilmez aracı konumundaydı. Orta Asya'da bazı meziyetlerinden ötürü iki hörgüçlü develer tek hörgüçlülere göre daha işe yarar görülüyorlardı. Çünkü soğuğa karşı çok daha dayanıklılardı. Orta Doğunun hecin devesi yerine bu bölgeye has "Baktriya devesi" bölgeler arası taşımacılığın bel kemiği haline gelmişti. Bir Baktriya devesinin 225 kg taşıyabildiği düşünülürse bin deveden oluşan bir kervan 225 ton mal taşıyabiliyordu. Baktriyadaki lacivert taşı o dönemde tüm dünyada iyi tanınıyordu. Hem Firavunalar dönemi Mısır'da hemde Harappa medeniyeti döneminde Hindistan'da çok tutuluyordu. Günümüzde Çin Uygur Özerk Bölgesinde kalan Hoten kentinden çıkarılan yeşim taşı, bu günkü Tacikistan sınırları içinde kalan Bedehşan'dan gelen zümrüt, Semerkant ve Buhara vahasındaki altın gibi kar payı yüksek mallar ile başlayan ticaret karlı olan her mal ve ürünü kapsar hale gelmişti. Önce yüzlerce sonra binlerce Baktriya devesindne oluşan kervanlar Hindistana, Çine, İran'a ve Mısır'a gidiyor, Orta Asya'nın pazarlarından alınmış kıymetli malları satıyor dönüşte de bölgenin pazarlarından satılabilecek ne varsa alıp getiriyorlardı. Bu girift güzergah ağları ve nakliyat yollarına 19. yüzyılda Alman coğrafyacı Baron Ferdinand von Ricthoven tarafından "İpek Yolu" ismi verilmiştir. İpeğin M.Ö 100'den M.S 1500'e kadar Çin'den bu güzergah vasıtasıyla batıya ulaştığını  doğru bir şekilde tespit etmişti. Fakat hatası ipeğin ticaretteki tek yada ana ürün olduğunu zannetmesiydi. Aslında Baktriya'dan Mısır ve Hindistan'a uzanan bir "Lacivert Taşı Yolu", Hoten'den Çin'e giden bir "Yeşim Taşı Yolu" veya Sogdiana'dan Orta Doğu başkentlerine varan bir "Altın Yolu"ndan bahsedilebilirdi. Ayrıca nakliyatın ana koridorlarının Çin'e açıldığı yanılgısına düşmüştü. Halbuki biri Hindistana ulaşıyordu. Dahası ipeğin sadece Çin'den geldiği zannedilmişti. Oysa Orta Asyalı müteşebbislerin başkalarının ipeğini almaktansa kendi topraklarında daha kaliteli ipek üretebileceklerini farketmeleri çok uzun sürmemişti. Horasan'daki Merv kenti ipek üretip batıya ihraç eden ana üreticiydi. Hatta ipek üretimi için "ipek böcekçiliği enstitüsüne" gibi bir kuruma bile sahipti. İşte bu kıtalar arası karmaşık ticaretin Orta Asya'daki efendileri Soğdlardı. Ticarethanelerinin dur durak tanımayan ihtirası onları deniz yollarına da taşımış Karadeniz'den Konstantinopolis'e, Basra'dan Hint Okyanusu boyunca Sri Lanka ve Canton'a uzanan güzergahlar oluşturmuşlardı. Soğdlar dünyayı tanıyordu. İşportacılık sanatından haberdarlardı. Çine'e giden bir satıcı Taoist gibi giyiniyor, simya ritüellerini gerçekleştiriyor ve sonunda bir iksir yapıyordu. Bu iksirden içen herkesin ölümsüz olacağını iddia ediyordu. Daha sonra bu ab-ı hayatı Çin halkının safça olanlarına satıyordu. Asırlar boyunca süren bu ticari teşebbüslerin neticesi olarak Orta Asya'nın tüm kentlerinde zengin ve fall bir tüccar sınıfı ortaya çıkmıştı. Bu adamlar dünyayı hükümdarlardan daha iyi tanıyordu. Sermerkant'ın merkezi olduğu Sogdiana halkı matematiğe çok ilgiliydi çünkü öyle olmak zorundaydı. Çarpma bölme bilmeden bir paketin ağırlığı üzerinden kalan yüzlercesinin ağırlığını nasıl hesaplayabilirdi. Bir ticaret sözleşmesinin nasıl yapılacağı, bir para biriminin diğerine nasıl çevrileceği ve binlerce kilometre öteye paranın nasıl gönderileceğini bilmek zorundalardı. Bu meziyetler Avrupa'da ancak beş yüz sene sonra yaygınlık kazanacaktı. Okuryazarlık ve matematiğe olan ilgi sadece ticaret dünyası ile ilgili değildi. Çin kaynakları İslamiyet öncesi Sogdiana'nın kanunlarının yazılı olduğunu ve mabedlerin birinde saklı tutulduğunu bildirmektedir. Kaybolmuş bir dünya hakkında bu kadar çok ayrıntıya nasıl sahip olabiliyoruz ? Çünkü 1933 senesinde Tacikistan'ın güneyindeki bir dağın zirvesinde dolaşan bir çoban üzeri toz toprakla örtülü bir çömlek kapağı bulmuştu. Bu kapağın altında yaklaşan İslam ordularından kaçan Pencikent hükümdarı Divaştiç'in 1500 sene evvel gömdüğü belgeler bulunmakta idi. Mug Tepesin'deki bu çömleğin içinde parşömen kağıdın üstüne yazılmış bir sürü Soğdca resmi kayıt vardı. Mum ve reçine ile kapatılmış olan bu belgeler 1933'e kadar sağlam kalmıştı. Bu belgelerden İslam öncesi dönem Orta Asya medeniyetinde teknik yeterliliğe ve bilime büyük önem verildiği hemen anlaşılmaktadır. Ticaret, üretim, inşaat ve kent yönetimi konusunda teknik bilgilere sahiptiler. Örneğin sulama sistemleri kanallarının genişliğini ve derinliğini yer altı kanallarının çaplarını, çıkış kapaklarının hacmini hesaplayabildikleri rasyonel araçları vardı. Tarım alanları, ev ihtiyaçları ve hamamlar için her gün yüzlerce ton suya ihtiyaç duyulan bir toplumda bilgi ve teknik uzmanlığa saygı gösterilmesi şaşırtıcı değildi. Soğdlar sadece bu işler için dokuz farklı makina kullanıyorlardı. Bunlardan biri de kendilerinin icat ettikleri yel değirmeni idi. 1920lerde Sovyet mühendis Orta Asya su dolabının çığır yada çark ta denebilir ki zamanında bunlardan binlerce vardı, %30-50 daha az su kullanarak yerçekimi bazlı bir sistem ile aynı seviyede sulama yapabildiğini hesaplamıştı. Mug Tepesinde bulunan belgeler arasında 7. asra ait astronomi hakkındaki belgeler ve Sogdiana'da kullanılan gelişmiş takvim sistemleri İslamiyet önceki asırlarda Orta Asya'daki bilime dair ipuçları vermektedir. Tüm bunlar düşünüldüğünde gelecek asırlarda Orta Asyalıların İslamiyetle tanışmalarından sonra geometrinin bilinen tekniklerini derlemeleri, uygulamalı cebirin ilk sistemi üzerine çalışma yürütmeleri ve trigonometriye alan açmaları Harezmi, Biruni, İbn-i Sina, Fergani, Farabi, Ömer Hayyam, Ali Kuşçu ve Uluğ Bey gibi bilim adamları çıkarması şaşırtıcı gelmeyecektir.  

Orta Asyada konuşulan yerel dillerin yabancı alfabeleri benimseyip ardından dışardan gelen güçlerin dillerine teslim olmayıp kendi dillerini ön plana çıkarmış olmaları, ister İrani olsun ister Türki, Orta Asya medeniyetinin asli özelliklerinden birini ortaya koymaktadır. 1950'lerde Sovyet arkeologlar meseleye neşter vuruncaya kadar dünyanın Soğd, Harezm ve Baktriya dillerinden haberi yoktu. Kilden yapılmış bir kabın ağzındaki şu Soğdca yazılmış mısra Rus dilbilimci Vladimir Lifshits'i şaşkına çevirmiştir;

Farkına varmazsan zararın, servete nasıl ulaşacaksın O vakit doldur içelim

Hristiyan Soğd metni

Mısra 11. asırda yaşamış olan Ömer Hayyam'a aitti. Bu demek oluyor ki İslamiyetin gelişinden 4 asır sonra dahi Soğdca bölgede kullanılmakta idi. İslamiyet öncesi Orta Asya'da kitap adedinin çok olduğunu ve hemen her yere yayıldığını varsaymak için tüm sebepler mevcuttur. Bir asır evvel Aurel Stein, Doğu Türkistan'ın kurak mağralarında bölgenin yerleşik Uygur ve diğer milletlerinden kalma 15 bin cilt kitapla karşılaşmıştı. Kağıt devriminin İslam öncesi dönemde başladığı ve her şeyden önemlisi Orta Asya'da yoğunlaştığı açıktır. İslâm öncesinde olduğu gibi İslâm’dan sonra da Soğd tüccarları İpek yolu üzerinde etkili rol oynadılar. Bunlar hakkında hem İslâm hem Çin kaynaklarında ayrıntılı bilgiler bulunmaktadır. Özellikle Bîrûnî’nin el-Âs̱ârü’l-bâḳıye’de anlattıklarından faydalanılmış ve Doğu Türkistan’da Buda, Mani ve hıristiyan dinlerine ait çok sayıda yazılı metin ortaya çıkmıştır. 

Soğdlar Buda'ya taparken

Ancak İslâmiyet’ten sonra Soğd ülke adının daha dar bir bölgeyi ifade etmeye başladığı görülmektedir. Bölgeyi İslâm dünyasının doğu kesiminin en güzel yeri olarak tanımlayan İstahrî’ye göre Soğd, Buhara’nın doğusundaki Debûsiye’den Semerkant’a kadar uzanan sahaları kapsıyordu; buna bazı kaynaklarda Buhara ve Keş de (Kiş) ilâve edilmiş ve bazan Keş, Soğd’un başşehri olarak gösterilmiştir. Kâşgarlı Mahmud, Soğd adıyla Buhara ile Semerkant arasına işaret etmektedir. Mücmelü’t-tevârîḫ’te bildirildiğine göre, feodal Soğd şehir beylerine “beg tigin” denilmekteydi. Bunun yanında “ihşîd” kelimesi “prens” veya “hükümdar” anlamında kullanılan bir unvandı.

Soğd duvar resmi. Tacikistan, Pencikent

 Maniheist Soğd metni

Arap fetihlerinden sonra Maveraünnehir’in İslamlaşmasıyla, Soğdluların Farslaşma ve Türkleşme süreci başlamıştır.Bu süreç Perslerin ve Soğdluların yeni bir kimlik formatıyla, İslami ‘Fars-Tacik"’ ve "Türk" kimliğiyle yeniden tarih sahnesine çıkmalarıyla sona ermiştir. 11. Yüzyılın sonunda Kaşgarlı Mahmud tarafından yazılan Türk Dili'nin en eski sözlüğü Divan-ı Lügat-it Türk'te Kaşgarlı Mahmud Soğdluları Türkleşmiş bir kavim olarak zikretmektedir.  


Soğdca metin

Soğdca ise İslamiyet’in bölgeye nüfuzunun ardından 11-12. yüzyıllara kadar eser vermeye devam etmiş; ancak bir süre sonra yerini İslami dönemin yeni Farsçasına ve Türkçesine bırakmıştır. 9. Yüzyılda Abbasi hilafetinin merkeziyetçi idaresi gevşeyince kadim İran geleneğini izleyen Samanîler(874-999)  yükseldi. Horasan ve Maveraünnehirde hüküm süren Samanî hanedanı köklerini Behram Çubin’e ve İranlılar’ın efsanevî hükümdarı Keyûmers’e kadar uzanan soy kütükleriile kendisini İslam öncesi İran şahları, Sâsânîlere bağlıyordu. Günümüzde Modern Farsça dediğimiz Arap harfleri ile yazılan İran, Afganistan ve Tacikistan’ın resmi dili olan Yeni Farsça, Samanîler topraklarında Buhara ve Semerkant’ta doğmuştur. İslam sonrası modern Farsça ile yazan ve yeni Fars edebiyatının kurucusu olarak kabul edilen Rûdekî  yeni Farsça ile yazan ilk büyük şairdir ve Sogdiana bölgesinin merkezi olan Semerkantta dünyaya gelmiştir.  

Tarihte İslamiyet sonrası Yeni Farsça ile yazan ilk şair Semerkantlı Rudeki'nin Tacikistan'ın Pencikent şehrindeki türbesi

Tarihi Sogdiana coğrafyasının büyük bir bölümünde günümüzde Farsça konuşan Tacikler yaşamaktadır. Özbekistan sınırları içerisinde kalan Sogidiananın merkezi Semerkant'ta bile halkın %70'i Farsça konuşmaktadır. Bugünkü Taciklerin aynı bölgenin bin yıl öncesi Soğdlularının doğrudan mirasçısı olup olmadığı, Soğdca ile Tacik dili(Farsça) arasındaki dilbilimsel farklılığın yarattığı kuşkulu doğrudan bağlantı cevabı kesin olarak verilemeyen bir soru olarak kalırken Soğdca tipi bir İrani değişkenin, İslami dönemin Farsçasına evrildiği de düşünülebilir. Farsça, Soğdcanın doğrudan devamı olmamasına karşılık bazı araştırmacılar Tacikistan’ın kuzeybatısında konuşulan İrani Yagnobi dilinin Soğdcanın bakiyesi olduğunu ileri sürmektedir ve Yagnobi dilini Neo-Soğdca olarak da adlandırmaktadır.

Tarihi Soğd Müzesi. Tacikistan, Hocend

Günümüzde Tacikistan'da Yaghnob, Qul and Varzob neirlerinin vadisinde yaşayan Yaghnobi halkı, 8. yüzyılda Arapların, Sogdiana'yı fetinden sonra yüksek vadilere yerleşen bir grup Soğda dayanmaktadır. Günümüzde Sünni Müslüman olan Yaghnobiler bünyelerinde Zerdüştlüğe ait İslam öncesi inanışlarda barındırmakta. 




Günümüzde Tacikistan'da yaşayan Yaghnobi çocuklar.

Tacikistan'da 25 bin kişinin ana dili olan Yaghnobi dilini konuşan halk birkaç topluluğa ayrılır. Ana grup Zafarobod bölgesinde yaşarken Yaghnob Vadisi'nde de yerleşim yerleri de bulunmakta. Bazı topluluklar Zumand ve Kůkteppa köylerinde ve Duşanbe'de veya çevresinde yaşarlar. Yaghnobi konuşmacılarının çoğu iki dilli olup Yaghnobi çoğunlukla günlük aile iletişimi için kullanılırken ve Farsça ise Yaghnobi konuşmacıları tarafından ticari ve resmi işlemler için kullanılmakta. Neo-Soğdca konuşan 25 bin kişi kalsa da Soğdlar tarih boyunca gerek Fars ve gerek Türk kültürüne olan katkıları ile bu diller ve kültürlerde yaşamakta olup bölgenin İrani ve Türki diller konuşan halkları arasında Soğd kökenli çok sayıda insanın olduğu tahmin edilmektedir.

13 Ekim 2019 Pazar

HERO İLE LEANDROS


Bir zamanlar Kız Kulesinde bir kız yaşar, ona aşık bir delikanlı da her gece sevgilisi ile buluşmak için Galata'dan kuleye yüzermiş… Bir gece fırtına çıkınca, deniz delikanlıyı alıp götürerek, ölü gövdesini ertesi sabah kulenin dibine atmış. Bu masal Kızkulesi için anlatılır, oysa, Hero ile Leandros'un efsanesi aslında Boğaziçi'nde değil, Çanakkale Boğazında geçer. Antik Çağ'da Anadolu'nun kuzeybatı köşesi Troas olarak bilinmekteydi. Çanakkale Boğazı ise Hellaspontos. Hellaspontos'un en dar olduğu yerde biri Abydos diğeri de Sestos adında iki şehir bulunmaktaydı. Bugünkü Aydos/Nara burnuna lokalize edilen Abydos kenti, Troas'ta bir Miletos kolonisi olarak kurulmuştur. İlyada'da Truvalıların müttefikleri arasında geçeen Sestos ise Abydos'un tam karşısında Hellaspontos'un Trakya kıyısında yer almaktaydı.Bu iki kentin asıl önemi, Antik Çağda bo­ğaz geçişinin Abydos ile birlikte Sestos limanından yapılmasından kaynaklanır. Ni­tekim Pers imparatoru Kserkses MÖ 480’de Abydos’dan Sestos’a doğru ku­rulan tekne köprüsünün üzerinden yürüyerek karşıya geçmişti. Aynı şekilde Bü­yük İskender de MÖ 334’de ordusunu Sestos-Abydos hattını kullanarak kar­şıya geçirmişti.

Abydos ve Sestos'ta geçen mitolojik hikayemize göre Sestos’un surları içinde Aphrodite için yapılmış büyük bir tapınak ve bu tapınakta en az onun kadar güzel ve biri vardı. Rahibe Hero. Hero’yu görenler güzelliğinin büyüsüne kapılır ve onu Aphrodite’in kendisi zannederlerdi. Bu genç rahibe güzel olduğu kadar alçak gönüllüydü de. Bu yüzden Aphrodite bu kızı kıskanmak bir yana onu çok severdi.Her sene ilkbaharın gelişi ile birlikte Sestos’ta şenlikler düzenlenir, çevreden insanlar akın akın buraya gelir, Aphrodite’in mabedini ziyaret ederlerdi. İşte böyle bir bayram günü Leandros adında yakışıklı bir genç Aphrodite’in mabedindeki bir ayine katılmıştı.
Abydos’lu olan Leandros getirdiği hediyeleri sunmak üzere mihraba yaklaştığında; güzel rahibe Hero’yu görünce aklı başından gitmiş ilk bakışta ona aşık olmuştu. Ayin boyunca gözlerini güzel rahibeden ayıramamıştı. Sanki karşısındaki Aphrodite’in ta kendisiydi. Leandros gün batıncaya kadar mabedinin bir köşesinde bekledi. Ziyaretçiler bir bir mabedi terk edince yavaşça tek başına kalan Hero’ya yaklaştı. Rahibe genç delikanlıyı görünce ürkerek geri kaçtı. Ama Leandros onu durdurdu. Ve oracıkta mihrabın önünde Hero’ya duyduğu aşkı dile getirdi.

O günden sonra Leandros Hero’nun tüm itirazlarına rağmen her gün mabede gelip genç rahibeye duyduğu aşkı anlattı. Hero defalarca ona bir rahibe olduğunu ve böyle bir aşka karşılık veremeyeceğini söylediyse de Leandros pes etmedi. Duyduğu sevgi öylesine büyüktü ki, bir gün mutlaka karşılığını alacağına inanıyordu. Tüm çabaları ve ısrarları sonunda arzusuna kavuştu. Hero’da onu seviyordu ancak aralarında büyük bir engel vardı. Hero, deniz sahilinde ıssız bir kalede yaşlı bir kölenin kontrolü altında yaşıyordu, üstelik Leandros’un yaşadığı şehirle aralarında deniz vardı. Ama Leandros aşkı uğruna her şeyi yapmaya hazırdı. Buna, gece karanlığında yüzerek denizi geçmek de dâhildi.
O akşam yaşadığı şehre geri döndüğünde sahile inerek denizi seyretti, gözleri ile karşı kıyıdaki kaleyi arıyordu. Bu sırada rüzgâr şiddetini artırmış, bulutlar ayı ve yıldızları kapatarak ortalığı karanlığa boğmuştu. Issız kalede köle ile birlikte oturan Hero endişe ile dışarıyı izliyordu. Bir ara yaşlı kadına dönüp; “Bu korkunç gecede kim bilir kaç balıkçı yolunu bulup evine dönemeyecek. Bence karanlıkta yolunu kaybeden denizcilere yol göstermek, onları felaketten kurtarmak için kalenin üstüne bir meşale yakarsak Aphrodite’yi de sevindirmiş oluruz” dedi. Bu sözlerle yumuşayan yaşlı kadın, kalkıp bir meşale yaktı ve kalenin tepesine kolayca görülebileceği bir yere koydu.
Esen rüzgâr onu canlandırdı alevi daha da yükseldi ve etrafı aydınlattı. Hero heyecanla dışarıyı seyrederken duyduğu bir sesle kalbi küt küt atmaya başladı. Denize doğru baktığında dalgalarla boğuşan birini gördü bu Leandros’tan başkası olamazdı. Onu yaşlı köle de görmüştü. Aşağı inip delikanlıya kıyıya çıkabilmesi için yardımcı oldu ve onu rahibenin odasına götürdü. Leandros yorgunluktan bitkin ama sevdiğini görmekten mutlu bir halde genç rahibeye sarıldı. Yaşlı köle buna çok şaşırmıştı ancak onlara engel olmadı.
O günden sonra Leandros her gece boğazı yüzerek geçip sevdiğine ulaşıyordu. Günler haftalar aylar geçti, güzel yaz günleri geride kaldı ve kışa yaklaştılar. Deniz eskisi gibi sakin ve sıcak değil, dalgalı ve soğuktu. Hero her gece yüzerek boğazı geçen Leandros için endişelenmeye başlamıştı bu yüzden ona bir süre birbirlerini görmemeleri gerektiğini söyledi. Bahar gelinceye kadar ayrı kalmaları gerekiyordu.

Kışın boğazı yüzerek geçmek çok tehlikeliydi. Leandros her ne kadar istemese de sevdiğinin bu isteğine boyun eğdi. Ve bahara kadar gelmeyeceğine dair ona söz verdi. Ama bu ayrılığa sadece bir kaç gün dayanabildiler. Leandros, Hero’nun yolladığı özlem dolu mektubu okuyunca daha fazla dayanamayarak, düşünmeden kendini azgın dalgaların kucağına attı ve bir an evvel sevdiğine kavuşabilme arzusu ile dalgalarla boğuşmaya başladı. Fırtına arttıkça artıyor, dalgalar daha da aşılmaz bir hal alıyordu. Hero’nun yaktığı meşale şiddetli rüzgârlardan sönerek ortalığı karanlığa gömdü. Heyecan içinde Leandros’un yolunu gözleyen Hero, yaşlı köle uyuduktan sonra gizlice sahile indi. Bu karanlık gecede kayaların üstünde hareketsizce yatan adam Leandros’tan başkası değildi. Ancak Leandros azgın dalgalara yenik düşmüş ve ölmüştü. Sabah karşı dalga ölüsünü attı Sestos kıyılarına. 
Hera sönen meşalesini yine yakmış, bitkin ellerinde tutuyordu. Kıyıya çarpan ölüyü görünce, ona ölümde olsun kavuşmak için kendini denize attı. Kasabalılar bu haberi duyunca yas elbiselerine bürünüp kaleye geldiler ve iki sevgilinin cenaze törenine katıldılar. Onları deniz kıyısında aynı mezara gömdüler ve onların anısına boğazın azgın sularına güzel kokulu çiçekler attılar. Bu hikaye Abydos şehrinin Roma İmparatorluk dönemi sikkeleri üzerinde de betimlenmiştir. Septimus Severus dönemine ait bir Abydos sikkesinde, kule içinde bekleyen Hera ve denizde yüzerek kuleye ulaşmaya çalışan Leandros’un betimlendiği görülmektedir.

21 Eylül 2019 Cumartesi

Onbinlerin Dönüşü


Pers İmparatorluğu’nda yaşanan bir taht kavgası Yunan tarihçiliğinin önemli isimlerinden Ksenophon’un Anabasis adlı eserine konu olduğundan günümüze kadar ulaşabilmiş ve Eskiçağ Tarihi içinde önemli bir yere sahip olmuştur. Atina ve Sparta arasında 27 yıl süren M.Ö 431-404 tarileri arasında gerçekleşen kanlı Peloponnessos Savaşı sonlandığında Pers kralı II. Dareios ölmüş yerine büyük oğlu II. Artakserkses geçmişti. II. Dareios’un karısı kraliçe Parysatis küçük oğlu Kyros’un kral olmasını istiyordu. İki kardeş Artakserkses ve Kyros birbirlerinden hoşlanmıyorlardı. Küçük oğlu Kyros’un ağabeyi tarafından öldürüleceği korkusunu taşıyan anneleri Parysatis, Artakserkses’i Kyros’u Batı Anadolu’ya satrap olarak göndermeye ikna etmişti. Böylece Kyros uzakta fakat güven içinde olacaktı. Kyros’un saray çevresinden uzakta olması Artakserkses’in de işine geliyordu.

Fakat Batı Anadolu’da güç toplayan Kyros, ağabeyi II. Artakserkses’i tahttan indirmeye karar verir. Batı Anadolu'da Sardeis kentinde paralı askerlerden oluşan büyük bir ordu toplamaya başlar. Asker toplamada dostluk kurduğu Yunan subayların da desteğini kazanmıştı. Kyros MÖ 401’de Pers kralı ağabeyini ve kendi ordusunu tedirgin edip kuşkulandırmamak için isyan eden Pisidialı kabileleri egemenlik altına almak için sefere çıktığını duyurdu. Fakat durumun farkına varan Artakserkses’in de yakın arkadaşı olan satrap Tissaphernes hemen Susa’ya giderek kralı uyarır. Kyros Kilikia üzerinden geçerek Babil’in kuzeyinde bulunan Kunaksa’ya ulaşmıştı bile. Burada askerlerine gerçek planını açıklar, asker şaşırsalar da geri dönüş için artık çok geçtir. Kyros’un ordusu ve Artakserkses’in ordusu MÖ 399’da Kunaksa’da karşılaşır. Kyros ağabeyini yaralasa da savaş esnasında öldürüldü. Kyros’un öldüğünü duyan askerler geri çekildiler. Geri çekilen onbin Yunan asker yurtlarına dönmek üzere yolculuklarına başlarlar. Bu geri dönüş yolculuğu Anabasis adlı eserine konu olmuştur. Yurtlarına dönmeye çalışan Yunanların maceraları Anabasis’in ana konusunu oluşturur.

Ksenephon

Dönüş yolculuğunda onbin paralı askerin başındaki komutanlardan biri de Anabasis’in yazarı ünlü tarihçi Ksenophon’dur. Atinalı Gryllos’un oğlu olan Ksenophon’un MÖ 430-425 yılları arasında bir zamanda doğmuş olduğu tahmin edilmektedir. Atinalı aristokrat bir ailenin çocuğu olarak Ksenophon, Sokrates’in yanında iyi bir eğitim görmüştür. Antik kaynaklarda geçen şu anektoddan Sokrates ve Ksenophon arasındaki hoca öğrenci ilişkisi anlaşılabilir: Ksenophon birgün yolda Sokrates’le karşılaşır ve Sokrates ona ihtiyaç malzemelerinin nerede satıldığını sorar, o da tarif eder. Sokrates daha sonra erdemli bir insan olmak için nereye gitmek gerektiğini sorar. Treddüt edince Sokrates, “o halde benimle gel de öğren der” . Ksenophon o günden itibaren Sokrates’in öğrencisi olur. Ksenophon vatanından uzaklarda sürgünde ya da seferde hayatını geçirmiştir. Hem asker hem tarihçi olan Ksenophon birçok konuya ilgi duymuş pek çok eser kaleme almıştır. Ksenofon, uzun yıllar Anadolu'yu işgal eden Pers ordularında bulunmuş çoğunlukla İranlıların askeri eğitim ve öğretim düzenleriyle ilgili görüşlerini yazmıştır. Bunlarla birlikte Pers ordularının tüm sefer kayıtlarını tutmuştur. Tarihi eserlerinin yanı sıra monografi biyografi ve felsefe konularında yazılmış eserleri de mevcuttır. MÖ 411-362 yılları arası Yunan dünyasında yaşanan gelişmeleri anlattığı eseri Hellenika adlı eserinden sonra en ünlü eseri kuşkusuz Anabasis’tir. Anabasis Ksenephon'dan yaklaşık bir asır sonra alan rehberi olarak Büyük İskender tarafından İran seferlerinde en önemli kaynak olarak kullanılmıştır. Anabasis, Ksenophon’un macera dolu hayatından bir kesit sunmaktadır. Anabasis’te anlatıldığına göre, Ksenophon Kyros’un seferine arkadaşı Proksenos’un davetiyle katılmıştır. Ksenophon önce hocası Sokrates’e danışır, Sokrates de tanrılara danışmasını söyler. Bunun üzerine Ksenophon Delphoi Apollon Tapınağı’na gider ve onay alır. Kyros’un ordusuna katılmak için Sardes’e hareket eder ve bir buçuk yıl sürecek olan ilginç macerasına atılır.

Ksenophon askerleri komuta ederken

Eski Yunanca çıkış/yükselme anlamına gelen Anabasis kelimesi batıdan doğuya doğru yükseltinin artması, askerlerin dağlık bölgelerden tırmanarak geçmesi sebebiyle bu esere isim olarak seçilmiş olmalıdır. Yedi bölümden oluşan eserin birinci bölümünde Kyros’un seferi anlatılır. Kunaksa Savaşı’nda Kyros’un ölmesi üzerine Yunanlar yabancı oldukları bir coğrafyada yalnız başlarına kalırlar. Pers satrabı Tissaphernes anlaşma bahanesiyle Yunan komutanları çağırıp öldürtünce, ordu başsız kalır. Fakat kendi içlerinden seçilen komutanlarla kısa sürede toparlanıp dönüş yolculuğuna başlarlar. Yunan askerler Tigris (Dicle) nehrini izleyerek kuzeye doğru ilerleyip Karadeniz kıyısına varırlar. Doğu Anadolu’nun zorlu coğrafyasını katedip denize ulaşan Onbinler, denizi gördüklerinde “thalassa thalassa” (Eski Yunanca “deniz”) diye bağırırlar:
“ ...Beşinci gün bir dağa vardılar; dağın adı Thekhes idi. Öncüler dağa vardığında ve denizi gördüklerinde büyük bir gürültü koptu. Ksenophon ve artçılar bunu duyunca ön taraftan da başka düşmanların saldırdığını düşündüler....Çığlık devamlı çoğalıyor ve yakınlaşıyordu, civardaki askerler de devamlı çığlık atan askerlere doğru koşuyordu. Askerlerin sayısı arttıkça çığlık çok daha güçlü hake geldi; Ksenophon artık çok önemli şeyler oluyor diye düşünmeye başladı ve atına atladığı gibi yanına Lykioslu süvarileri alıp yardıma koştu. Hemen ardından askerlerin “Deniz! Deniz!” diye haykırışlarını ve bu haykırışların ağızdan ağıza yayıldığını duydular. Ardından bütün artçı birlikler koşmaya başladı; hem yük hayvanları koşuyordu hem de atlar... Herkes zirveye vardığı anda, komutanlar ve yüzbaşılar da dahil olmak üzere hepsi gözyaşları içinde birbirlerine sarıldılar....” 

Ksenephon eserini yazarken

Tarihçiler, onbinlerin denizi gördükleri yerin Karadeniz’de Zigana Geçidi civarı olduğunu düşünmektedirler. Ordu buradan Makronların sonra da Kolkhosların memleketine gelir. Daha sonra Trapezos (Trabzon) civarında denize ulaşırlar. Bir kısmı denizden bir kısmı karadan ilerleyerek Kerasos’a (Giresun) geldiler. Burada 10 gün konakladıktan sonra Kotyora’ya (Ordu) geçerler. Burada 45 gün konaklayan ordunun daha sonra Sinope’ye geçtiği anlaşılmaktadır. Sinope’den Herakleia Pontike’ye (Karadeniz Ereğlisi) ulaşan Yunan askerlere Herakleialılar dostça davranıp yiyecek temin ettiler. Fakat gelen hediyeleri az bulan Yunan askerler çok miktarda altın para istediler. Bu davranış karşısında tüm mallarını ve kentlerini korumaya alan Herakleialılar, kent kapılarını kapatarak surlara silahlı adam yerleştirdiler. Bunun üzerine Yunanlar kendi aralarında anlaşmazlığa düşerek üç gruba ayrıldılar. Arkadialılar ve Akhaialılardan oluşan birinci grup Bithynia topraklarını talan etmek için gemilerle ayrıldılaar. İkinci grup kara yoluyla Trakya’ya gitmeye karar verdi. Ksenophon komutasındaki üçüncü grup ise deniz yoluyla Bithynia’ya oradan da Trakya’ya ilerlemeye başladılar. Bu üç grubun Kelpe (Kefken) limanında biraraya gelerek toplantı yaptığı ve tekrar birarada ilerleme kararı aldıkları Anabasis’te yazmaktadır. Bithynialıların ve satrap Pharnabazos’un saldırılarıyla baş edip yola devam eden ordu önce Khyrsopolis’e (Üsküdar), oradan da Byzantion’a (İstanbul) varır. Trakya’da talana başlayan ve Trak Seuthes’in komutasına giren askerlere para ödenmeyince huzursuzluk başlar. O esnada Pergamon’da bulunan Spartalı komutan Thibron’un emrine girmek için Lampsakos üzerinden Troas bölgesine geçerek Pergamon’a ulaşırlar.Onbinler 34.650 stadion yani 7000 km’lik yolu bir sene üç ay’da katetmişlerdir.

Onbinlerin İzlediği Yol 

Anadolu'da Klasik Türk Edebiyatının Doğuşu

İran saraylarında gelişmiş klasik yüksek kültür mirası, Anadolu'da Konya Selçuklu sarayından sonra  Uc Türkmen beyliklerinde örnek al...