Anektodlar

6 Haziran 2019 Perşembe

BÜYÜK İSKENDER'İN ATI BUKEFALOS


Bukefalos, (Βουκέφαλος) Büyük İskender'in sahibi olduğu ve antik çağın en bilinen efsanevi savaş atı olup Makedonya'dan Hindistan'a dek uzanan sefer hareketlerinde Büyük İskender'in yanında olmuştu. Bukefalos, at tüccarı olan Philoneicus tarafından Makedonya Kralı II. Philippos'a sunulmak üzere Teselya şehrinden Makedonya'ya getirildi. Siyah renkte olan bu aygır, bir atın ederinin neredeyse 4 katı olan bir fiyat karşılığında II. Philippos tarafından satın alındı. II. Philippos satın almış olduğu atın hünerlerini görmek için atın dışarı çıkarılmasını emretti. Bunun üzerine ahırdan çıkarılan at sıçrayıp tepiyordu. Komutların neredeyse hiç birine uymayan ve kontrolü neredeyse imkansız olan atı Philippos önce iade etmek istedi. Bunun üzerine atı görüp beğenen oğlu İskender buna karşı çıkarak atı kendisinin ehlileştirebileceğini öne sürdü. Başka bir hikayede ise Delphoi kahinlerinin Philippos'a bu ata binebilen kişinin dünyaya hükmedeceğini anlatmıştır.


İskender'in Bukefalos'u ehlileştirmesi

Hayatının sonuna kadar yanında olacak olan atın yanına yaklaşan İskender atın kendi gölgesinden korktuğunu anlayıp. Atın kafasını gölge yönünden çevirip okşadı böylece at korkularından kurtulup sakinleşti. Bunun ardından ata binmeyi başaran Büyük İskender babasının büyük övgüsünü kazandı.  Bu olay üzerine yine Plutarkhos'un aktardıklarına göre Philippos oğluna "Git kendine başka bir memleket ara oğlum. Burası senin için çok küçük." demiştir. İskender, simsiyah olan atın alnında bulunan beyaz bir izden dolayı ona Bukefalos (Öküzbaş) adını verdi. Bukefalos'a şefkat göstererek bağlılığını kazanan İskender ile Bukefalos arasında güçlü bir bağ kurulmuştu. Bukefalos Büyük İskender'in hayatında çok önemli bir yere sahip olacaktı. Bukefalos'un bir çok mitolojik hikayede Pegasus'tan bile daha önemli olduğu anlatılmıştır. 


Selenik'teki Anıtta İskender ve Atı Bukefalos

Atların doğasına uygun olarak sahibine sadık olup, bilinen dünyanın sonuna kadar giden İskender'in her zaman yanında oldu. Büyük İskender giriştiği büyük muhaberelerin tamamına Bukefalos'un sırtında katıldı. Buekfalos, Hazar Denizi yakınlarındaki Sadrakarta şehrinde çalınınca öfkelenen Büyük İskender atının geri getirilmemesi durumunda şehri yakıp yıkayacağı haberini yolladı. Bunun üzerine hırsızlar atı kendisine iade ettiler. İskender atının gelmesine o kadar sevindi ki hırsızları cezalandırmak şöyle dursun onları ödüllendirdi.


İskender Lahdinde Buekfalos

Pompei İskender Mozaiğinde Bukefalos

Üsküp'teki Devasa İskender Heykeli ve Bukefalos

Büyük İskender ile atının son birlikteliği Hint rajası olan Paros'a karşı Kuzey Hindistan'da yapılan Hydaspes Savaşı idi. Bu muharabe sonrasında ölen Bukefalos'un gömüldüğü yerde Büyük İskender atının anısına  günümüzde Pakistan sınırları içerisinde yer alan Bukefalya şehrini kurmuştur. Muhtemelen tarihte bir at için kurulan ilk ve tek şehirdir. Atının öldüğünde 30 yaşında olduğu söylenir.


Büyük İskender Filminde Bukefalos

Bugün Fransa'da Louvre Müzesinde Büyük İskender ve Bukefalos temalı özel bir resim sergisi bulunmaktadır. Bu ilişki bir çok sanatçıya da eserlerinde ilham kaynağı olmuştur. 2004 yılında çekilen Büyük İskender filminde Bukefalos'u Friesian cinsi bir at canlandırmıştır. 

*Kapak resmi: Edinburgh İskoçya'da yer alan İskender ve Bukefalos heykeli

5 Haziran 2019 Çarşamba

İssos Savaşı ve İskender Mozaiği



Perslerin, Batı Anadolu'daki Yunan kentlerini, Boğazları ve Trakya’yı ele geçirip, Makedonya Krallığı’nı bağımlı bir devlet durumuna getirerek Yunanistan içlerine kadar ilerlemesinin intikamını alarak Pers İmparatorluğunu ortadan kaldırmak ve Asya'nın fatihi olmak amacıyla Persler üzerine sefere çıkan Makedonya Kralı İskender, Batı Anadolu’da Granikos savaşında Perslere karşı galip gelerek kısa sürede tüm Anadolu'ya hakim olmuştu. İskender’in, Perslerin kalbine doğru ilerlemesi üzerine Babil'de İskender'e karşı dev bir ordu toplayan Pers İmparatoru III. Dareios harekete geçmişti. Dareios'un ordusu ağır ağır ilerlemeye başlamıştı. En ön sırada, ritüeller sırasında ilahiler söyleyen Pers adak uzmanı büyücüler yürüyordu. Gümüş sunaklar üzerinde yaktıkları kutsal ateş, Perslerin ölümsüzlükleri ve üstünlüklerini sembolize ediyordu. Başlarına keçeden yapılmış yüksek başlıklar takıyorlardı nefeslerinin yanmakta olan ateşin kutsallığını kirletmemesi için bu başlıkların ağızlarını örten parçalarıyla ağızlarını kapatıyorlardı. Onları kan kırmızı pelerinleriyle soylu delikanlılar izliyordu. Arkasından parıldayan koşu takımlarıyla bezenmiş sekiz atın çektiği, Pers tanrısı Ahura Mazda'nın kutsal savaş arabası ilerliyordu. Hiçbir ölümlü onun arabasına binemediğinden, dizginleri tutan sürücü arabanın peşi sıra yürüyordu. Biraz ardından güneşe adanmış, olağanüstü büyüklükte bir aygır ve bembeyaz giysiler içindeki süvarilerin bindiği on at geliyordu. Daha ilerde, başlarındaki miğferleri, dizlik ve zırhları güneşten parlayan ağır zırhla donanmış süvariler geliyordu. Arkalarından mızraklarının uç kısmında elma şeklinde altından yapılmış denge ağırlıkları bulunduğu için "elma taşıyıcılar" olarak bilinen seçkin Pers birlikleri geliyordu. Elma taşıyıcıları, yine gösterişte onları gölgede bırakmayan 15 bin kişilik kralın akrabaları izliyordu. Sırada, altın gerdanlıklar takmış, altın sırmalar ve değerli taşlarla işlenmiş tunikler giyinmiş yürüyen 10 bin asker vardı. Hiç bir ordu böylesine muhteşem bir güzellikle donatılamazdı. En son herkesten yüksekte kalan, her iki yanı da tanrıların altın ve gümüş kabartmalarıyla süslenmiş savaş arabasının üzerinde Dareios geliyordu. Beline kuşandığı altın kemere, kabzasın kıymetli taşlarla bezeli hançerini kuşanmış, başında ise beyaz altın ve lacivert taşlarla süslenmiş tacı vardı. Bütün ülkelerin ve Ahamenişlerin hükümdarı, Ahura Mazda'nın yardımıyla görkemli bir biçimde muharebe meydanına ilerliyordu. Dareios'u gümüş kaplamalı ve altın uçlu mızraklar taşıyan 10 bin mızrakçı ve soylu akrabalarından 200 süvari, 400 atlı ve 30 bin asker izliyordu. Antik kaynaklarda Pers ordusunun mevcudunun 500.000’i aştığı yazar. Günümüz tarihçilerine göre ise bu rakam 100-150 bin arasındadır. İşte bu büyük ordu 333 yılının Eylül ayında, Kilikya ve Suriye sınırında, Asi Nehri dolaylarındaki Sochoi şehrine ulaştı ve burada kamp kurdu. Bu bölgede, 100 bin kişilik bir orduya bile yetecek kadar su ve özellikle bereketli ekin tarlaları vardı. İskender'in önde gelen generallerinden Parmenion da Makedon ordusunun ağırlığını oluşturan kısmını Kilikya'nın doğusunda konuşlandırmıştı. İki ordu arasında sadece bir dağ sırtı bulunuyordu. Ancak Perslerin süvari üstünlüğünün, Sochoi düzlüğünde büyük avantaj sağlayacak olması ve bu durum Makedon ordusunu çember içine almalarını kolaylaştırıcı bir etmen olması, Makedonlar için riskli bir durum ortaya çıkarmaktaydı. Ancak Parmenion, çözüm bulmakta gecikmedi. Parmenion, birliklerini dağların denize kadar uzandığı İssos liman şehrinin güneyinde dağlık kıyı şeridinde konuşlandırarak daha önce Perslerin süvari üstünlüğünden kaynaklanan tedirginliği gidermiş oldu. Bu sırada Dareios beklenmedik bir yöne doğru harekete geçti. Kulağına gelen haberlerden Makedon ordusunun dağ sırtının arkasına konuşlanmadığı ayrıca İskender'in daha batıda olduğunu öğrenmişti. Bir Babil tableti Dareios'un ilerleyişinin başlangıç tarihine ışık tutar. Gökbilim Güncesi olarak bilinen kaynaktaki 333 yılına ait verilerde 27 Ekim tarihindeki güneş tutulması tahmini için "gerçekleşmedi" denmekteydi. O devirlerde bu durum astronomi hatası değil hayırlı bir alamet addediliyordu. Doğal olarak ta Dareios ta bu alameti harekete geçmesi için bir sakınca olmadığı yönünde yorumlamıştı. Ekim ayının son günlerinde harekete geçen Pers ordusu, Kasım ayının birinci günü kuzeydeki dağlık bölgeye ulaşmıştı. Aynı anda İskender de dağların batısındaki sahil yolundan güneye inerek harekete geçmişti. İskender, Dareios'un Sochoi de değil İssos'ta olduğunu öğrenince çok şaşırdı. İskender, Dareios’un böylesine büyük bir stratejik hata yaparak o muazzam ordusunu Kilikya’nın daracık vadilerine sokacağını aklından bile geçirmemişti. Ağır hareket edebilecek Pers ordusunu bu bölgede yenmeleri çok daha kolay olacaktı. İskender ve Parmenion'un ordusu vakit yitirmeden kıyı şeridini izleyerek kuzeye doğru ilerlediler. İki ordu İskenderun körfezine dökülen Pinaros Çayı’nın (bugün Deliçay) yakınlarında karşılaştı.Ertesi gün 6 yada 7 Kasım'da başlayan çarpışma antik çağın en kanlı muharebelerinden biri olarak tarihe geçti. Dareios’un mevcudu 100.000’i aşan heybetli ordusu İssos düzlüğüne sığacak gibi değildi. Dağlar ve deniz arasında kalan küçük bir alan olmasıyla burası, çok sayıda olan Pers askerinin yayılması için ideal bir yer değildi. Alanın darlığından dolayı Pers ordusunun büyük bölümü yürüyüş kolları halinde cephe gerisinde bırakılmış, gerekmesi durumunda ileri sürülmek üzere hazır bekliyorlardı. Bu muazzam gücün karşısında ise 35.000 piyade ve 6.000 kadar süvariden oluşan ancak Büyük İskender’in stratejik dehası ile devleşecek bir Makedon ordusu bulunuyordu.



Makedon saldırısı, her zaman olduğu gibi yine süvari birliklerinin başında bulunan İskender tarafından başlatıldı. Burada seçkin Pers süvari ve piyadeleri ile kıyasıya bir çarpışma devam ederken, Makedonya cephesi merkezindeki kıtalar Pers baskısı altında kalmışlar Pers ordusundaki paralı askerler bu gedikten sızarak Makedonya ordusu merkezini tehdit ediyorlardı.Makedonya sol kanadındaki durum da bundan iyi değildi. Sağ kanatta İskender’in üstünlüğüne karşı, merkez ve sol kanatta Pers baskısı şiddetlenmiş, meydan savaşı kritik durum almıştı. Bu pek tehlikeli zamanda İskender, Pers sol kanadı üzerindeki baskısını arttırdı. Yarım sola kıvrılarak Pers Kralı Darius’un bulunduğu hattın gerisine doğru saldırdı. Atının üstünde en önde dövüşüyor, Makedonya süvarilerini de coşturuyordu. Bu zor durumda kalan Makedon ordusunu rahatlatmış yeniden toparlanmasını sağlamış ve yeniden ilerlemeye başlamışlardı. Bu esnada İskender bacağından yaralanmıştı ancak Pers paralı askerleri birer birer can veriyordu. Savaşçı kişiliğinde övgüyle söz edilen Pers Oksyatres, Dareios'un kardeşlerinden biriydi. İskender'in atını Dareios'un üzerine sürdüğünü görünce en usta süvarileri ile İskender ve yanındakilerin peşine düştü. Dareios'un savaş arabasının tam önünde çarpışmaya başladı ve bir çok Makedon askerini öldürdü. Ama İskender'in yanındakiler çok daha ustaca dövüşüyorlardı ve çok geçmeden Dareios'un savaş arabasının etrafında ceset yığınları yükselmeye başladı. Bir anlığına iki kral birbirlerinin gözlerinin içine bakakaldı. Savaş, İskender'in komutasındaki süvariler ile direkt büyük kral Dareios'un at arabasına saldırı düzenlemesi ve Dareios'un paniğe kapılarak kaçması ile Makedon zaferiyle sonuçlanmıştı. Sayısal olarak çok fazla olan süvarisini, kolayca manevra yapamayacağı engebeli bir araziye hapsederek, mızrak ve ok atışlarının da etkisini azaltması Dareios’un ölümcül hatası olmuştur. Daha büyük bir hata yapacak ve savaşı kazanan taraf belli değilken savaş alanından kaçacaktı.Toplamda İskender'in ordusu 5 bin ölü vermişti. Bu sayı mevcut birliklerin onda biri kadardı. Zafer ağır kayıplar verilerek elde edilebilmişti. Bir Ahameniş hükümdarı, ilk defa ordularına bizzat kumanda ettiği bir savaşta yenilmişti. Dareios o kadar hızlı kaçmıştı ki annesi, karısı ve çocuklarını geride bırakmıştı. Dareios'un ardında bıraktıkları arasında çok değerli altın kakmalı bir sandık vardı. Bunu İskender'in huzuruna getirdiklerinde İskender arkadaşlarına bu sandığın içine konulmayı hak eden en kıymetli şeyin ne olduğunu sordu. Yaptıkları önerileri dinledikten sonra, bu sandıkta her zaman yastığının altında hançeri ile birlikte sakladığı "İlyada"'yı saklayacağını söyledi. İskender galip geldiği yerde Aleksandretta yani bu günkü İskenderun şehrini kurduktan sonra Fenike kıyılarına doğru ilerleyip Tyros, Gazze ve Kudüs'ü ele geçirdikten sonra Ra'nın oğlu olarak karşılandığı Mısır'a girdi. İşte savaşın sonundaki İskender' ve Dareios'un karşı karşıya gelmesi ve Dareios'un panik içinde kaçmaya başladığı bu sahne Pompei'de bulunan ünlü mozaikte resmedilmiştir. İskender ve Dareios'un mücadelesini konu alan bu sanat eseri M.Ö. 310 dolaylarında Philoxenos isimli Yunan pano ressamının yaptığı, pano resminin, M.Ö.1. yüzyılda roma döneminde yapıldığı sanılan mozaik kopyasıdır. Bu mozaik 24 Ekim 1831 yılında Pompei’de “Casa del Fauno”da (Faun Evi) bulunmuştur. 1843 yılında bulunduğu yerden Napoli’ye taşınarak Museo Archeologico Nazionale’de restore edilmiş ve bir duvara yerleştirilmiştir. Motif, malzeme, ölçü ve renk olarak bire bir benzer kopyası Scuola Bottega del Mosaico di Ravenna tarafından üretilmiş olup, günümüzde Pompei’de sergilenmektedir.


İskender

Dareios

5,82 x 3,13 metre boyutlarındaki mozaik pano tessera adı verilen yaklaşık 1,5 milyon adet küçük renkli kübik taşlar ile opus vermiculatum tekniğinde imal edilmiştir. Sol tarafta meşhur Bukephalos isimli atının üzerinde Büyük İskender, sağ elinde tuttuğu mızrağı önündeki bir Pers askerine saplarken betimlenmiştir. Resim alanının ortasında ise cepheden olacak şekilde bir quadriga (dört atlı araba) üzerinde milli giysileri içerisinde Pers kralı III. Darius yer alır. Tarih bilimi adına büyük şanstır ki bu mozaik İskender'in gerçekçi bir portresini içerir.

3 Haziran 2019 Pazartesi

Yılanlı Sütunun Hikayesi


Antik Yunan zamanlarında, Delfi Kahini olarak bilinen Pythia adında kıtalara ün salmış bir kız yaşarmış. Pythia, dünyanın merkezine açılan bir yarığın üzerine koyduğu üç ayaklının tepesine oturur, defne yaprağı koklar ve transa geçermiş. Transa geçtiği zaman, bilgeliğin tanrısı Apollo onunla iletişim kurar, büyük imparatorlukların sonunu, kıtlıkları, medeniyetleri yok edecek kadar büyük depremleri ona anlatırmış. İmparatorlar, komutanlar ve en güçlü valiler, külçe külçe altınları ve göz kamaştıran hediyeleriyle Delfi Kahinine gider ve devletleriyle ilgili önemli sorular sorarlarmış. Her gelen ziyaretçi, ait olduğu şehir-devletin hazineliklerine hediyelerini bırakırlarmış, öyle ki Apollo Tapınağına giden yol dillere destan bir gösteriş ile göz kamaştırırmış. 

Sütunun bu ilk hali tam olarak bilinmiyorsa da tarihi kayıtlardan hareketle birtakım tasvirleri yapılmıştır


M.Ö 479 yılında gerçekleşen son büyük Yunan-Pers savaşı olan Platea Savaşı öncesi Delfi Kahini’ne giden Pers İmparatoru I. Serhas'a kahin ‘Büyük medeniyet yok olacak’ demiş, Pers imparatoru da Yunan medeniyetinin sonunu getireceğinden emin savaşa girmiş ancak savaşı kaybetmiştir. Bu savaştan sonra Perslerin Yunanistan’ı tamamen ele geçirme hayali sona ermiş kısa bir süre sonra da Pers İmparatorluğu Büyük İskender tarafından fethedilmiştir. Plataea Savaşı'ndan sonra Pers kampından ele geçirilen silahlar eritilerek yapılan ve Sütunun kıvrımlarına da zaferde pay sahibi olan 31 Yunan şehir devletinin adları kazındığı bronz zafer anıtı Yunan halklarının ortak zaferini temsil etmesi için Yunanistan'daki Delphi Tapınağına hediye edilmiştir.
Heredotos'un tasvirine göre tunçtan yapılmış bu anıt, 3 yılanın birbirine dolanarak yukarı yükseldiği ve yılan başlarının üzerindeki büyük bir kazandan ibaretti. Zaman içerisinde anıtın tepesindeki kazan ve değerli altın bölümleri de tahribe uğramıştır. Yılanlı Sütunun Konstantinopolis'e geliş hikayesi de Doğu Roma İmparatorluğu devrine rastlamaktadır. 

İmparator Konstantin başkentini kurarken dünyanın dört bir yanından sanat eserlerini toplatarak yeni şehri süslemişti. Yaklaşık M.S. 330'da sütunun aynı süreçte Mısır'dan getirilen Dikilitaş'la birlikte hipodrom içerisine İmparator Konstantin tarafından yerleştirildiği bilinmektedir.



Minyatürde Fatih Sultan Mehmed, fetihten sonra kargısını yılanlardan birine fırlatıyor.


1584'te yazıldığı tahmin edilen Hümername adlı eserde Fatih Sultan Mehmed'in fetihten sonra kargısıyla yılanlardan birinin çenesini kırdığı belirtiliyor. Aynı eserde, Ayasofya patriğinin padişaha ''sütunun şehri yılanlardan, haşarelerden ve belalardan'' koruduğunu söyledikten sonra, padişahın yılanlı sütunu yıktırmaktan vazgeçtiği anlatılıyor. Fakat bundan başka çeşitli eserlerde Kanuni Sultan Süleyman, Pargalı İbrahim, II. Selim, IV. Murad gibi birçok başka isimden zikredilip yılanın alt çenesinin onlar tarafından kırıldığı belirtilmektedir. Netice itibarıyla nasıl kırıldığı bir muamma konusu olsa da yılanlardan birinin alt çenesinin 16. asırda kırılmış olduğu kesin olarak bilinmektedir.


Çağdaş bir Osmanlı tarihçisi olan Silahdar Mehmed Ağa ise ''21 Ekim 1700 tarihinde, akşam namazı saatlerinde ağaç kırılır gibi bir ses duyulduğunu ve sütundaki üç yılan kafasının da yere düşmüş olarak bulunduğunu'' bildirmekle birlikte, ''bunları bir insanın kırmasının mümkün olamayacağını ve çevrede hiç kimsenin de görülmediğini''naklediyor.

1848'de bulunan ve günümüzde Arkeoloji Müzesinde sergilenen kayıp yılan başlarından birinin üst çenesi.

1800'lerin sonlarına doğru İstanbul'a gelen ve Ayasofya'yı dahi restore eden ünlü mimar Gaspare Fossati bu kayıp yılan başlarından birinin çenesini 1848 yılında Ayasofya çevresindeki çalışmalarda şans eseri keşfetmiştir. Bulunan bu parça günümüzde halen Arkeoloji Müzesinde sergilenmektedir.

Yılanlı Sütunun Günümüzdeki Hali




2 Haziran 2019 Pazar

Halikarnas Mozolesinin Hikayesi





Antik çağda adı Halikarnassos olarak bilinen Bodrum'un M.Ö. 11. Yüzyılda Karyalılar tarafından kurulduğu sanılıyor. M.Ö 546'da Ahameniş Hanedanından Pers Kralı II. Kiros, Lidya Kralı Kroesus'u yenilgiye uğratarak Batı Anadolu'yu ve buradaki Yunan şehir devletlerini ele geçirince, Karya bölgesi Pers egemenliğine girmişti. Persler Anadolu'yu egemenlikleri altına aldıklarında bu geniş coğrafyayı satraplıklara (valiliklere) bölerek yönetmişti. Pers satraplarının tümü kendini "Şehinşah" yani krallar kralı olarak adlandıran Pers hükümdarı tarafından İran'dan gönderilen Pers yüksek memurları idi. Bu kurala uymayan tek satraplık Karya satraplığıdır. Pers İmparatorluğunun Karya satrapları, Karyalı bir hanedana mensuptu. Bu hanedan Hekatomnid Hanedanı olarak adlandırılır. Bu sülalenin en önemli ismi kuşkusuz Mausolos'tur( M.Ö 377 - 354). Halikarnassos'ta Mausolos, anıtmezarının inşası bitmeden ölünce çok sevdiği karısı, Artemisia anıt mezarın inşaatını sürdürür. Ancak Artemisia da mezar tamamlanamadan ölür. İki aşığın birlikte gömüldükleri anıtmezar, devrin en ünlü mimarlarının elbirliğiyle çalıştığı ve sanatçıların heykellerle süslediği göz kamaştırıcı bir esere dönüşür. 

Mausolos'un British Museum'daki heykeli

Bu ünlü yapıt, anıt mezarlar için kullanılan ve litaretüre Mausolos'tan dolayı ‘mozole’ olarak geçen sözcüğü kazandırmıştır. 60x80 metre boyutundaki Mozole dört bölümden oluşuyor. En altta yüksek bir kaide, üzerinde 36 İon sütunlu tapınak, onun üzerinde piramit şekilli çatı ve en tepede dört atın çektiği araba içinde Mausolos ve Artemisia’nın heykelleri yer alıyordu.  Büyük bir depremle yerle bir olan eserin taşları, daha sonra Aziz John Şovalyeleri tarafından Bodrum Kalesi'nin yapımında kullanılmıştı



Halikarnas Mozolesinin Brtitish Museum'da sergilenen parçaları


Artemis Tapınağı ile birlikte Anadolu'nun çıkardığı iki harikadan biri olan Halikarnas Mozolesinin Bodrum Kalesi'nde kullanılan tarihe meydan okuyan önemli parçaları ise 19. yüzyılda Osmanlı padişahı Sultan Abdülmecid zamanında çalındı ve bir savaş gemisiyle İngiltere’ye götürüldü. Mozole, bugün British Museum’da sergileniyor. Mozolenin kaçırılmasına yönelik ilk tepki ise kendisi de sürgün olan Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı’dan gelmişti. Halikarnas Balıkçısı, İngiliz kraliyet ailesine mektup yazarak mozoleyi geri istedi. Yanıt oldukça sinir bozucuydu: “Onu sizin adınıza biz koruyoruz."

Halikarnas Balıkçısının yanıt vermeyen bu çabasından yıllar sonra bir kampanya daha başlatıldı. Av. Remzi Kazmaz, 2013 yılında Antik Halikarnasos Bodrum belgeseli hazırlayarak bu kampanyanın ilk adımlarından birini attı. Belgesel İngiliz BBC ve Alman ZDF televizyonlarında gösterildi. Daha önce "Aşkın Mabedi" isimli bir eseri kaleme alarak Mausoleum'a başka bir açıdan bakan Remzi Kazmaz, bu amaçla Kraliçe Elizabeth'e bir mektup yazdı. Mektubu İngiltere'nin Ankara Büyükelçisine teslim eden Kazmaz, "Bazı eserler, yurtdışına izinsiz, çalınarak gittiği zaman bazı uluslararası sözleşmeler bunları bir kapsama alıyor. Ama Mausoleum ile ilgili yapılan çalışmalarda hep önümüze bir belge çıkıyor. ‘Bunu Osmanlı padişahları bir fermanla verdi’ deniliyor, böyle bir şey yok” dedi. Türk avukatlar mektuba yanıt alamayınca Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) dava açmaya hazırlanırken, İngiltere’den diplomatik müdahale geldi. İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi David Reddaway, dava tarihinden 7 gün önce bir mektup göndererek, Mozole’de bulunan Osmanlı İmparatorluğu’ndan alınan yasal izinler ve ferman ile Bodrum’dan taşındığını bildirdi. Mektupta, Reddaway’ın, Mausoleum heykeli ve parçalarının İngiltere’de olduğuna, heykel ve parçalarının 1846, 1857 ve 1859 yıllarında Sultan Abdülmecid döneminde İngiltere’ye tanınan imtiyazlar ve alanda kazı yapmaya ve çıkarmaya yönelik izinleri düzenleyen fermanlarla Bodrum kalesinden İngiltere Müzesine taşındığını savunduğu bilgisine yer verildi. Kültür Bakanlığı ise konuyla ilgili olarak, önceliklerinin Türkiye’den izinsiz kaçırılan eserler olduğunu bildirdi. Uzmanlara ve tarihçilere göre British Museum'dan Mausoleum parçalarının gelmesini çok mümkün gözükmemekte.

3 Mart 2019 Pazar

Osmanlı İstanbulu'ndan Günümüze Kalan Miras: I. Mahmud Devri



18. yüzyıl Osmanlı padişahlarından Sultan I. Mahmud, tüm saltanatı boyunca yaptırdığı yapılarla İstanbul'un mimarisine damga vuran en özel padişahlardan biri olmuştur. Fakat hem siyasi ve askeri hem de imar çalışmaları açısından Osmanlı tarihinin en başarılı dönemlerinde biri olan Sultan I. Mahmud devrinden ne yazık ki tarih kitaplarında pek söz edilmemiştir. Osmanlı İmparatorluğunun, hem İran'a karşı hem de aynı anda Avusturya ve Rusya'ya karşı kazandığı zaferlerle son büyük askeri başarılarını yaşadığı bir dönemde hüküm süren Sultan I. Mahmud, İstanbul'da yaptırdığı ve bu gün hala ayakta olan bir çok mimari yapı ile şehre damgasını vurmuş bir padişahtır. Onun İstanbul'un su sorununa karşı yaklaşımı, yaptırdığı anıtsal çeşmeler ve su kemerleri bu gün hala ayakta olup ayrı bir inceleme alanı olarak araştırmacıları beklemektedir. 18. yüzyılın başından itibaren Kasımpaşa, Galata, Beyoğlu, Fındıklı, Beşiktaş ve Ortaköy’ün kalabalıklaşması sonucunda Haliç’in kuzeyindeki bölgede su kıtlığı baş göstermişti. Bölgenin suyunu temin etmek amacıyla Sultan I. Mahmud, 1732 yılında bu gün semte adını veren Taksim Maksemini yaptırmıştır. Maksem, suların toplanıp, evlere, hamamlara, çeşmelere taksim edildiği yerdir. Semt de adını suların taksim edilmesini anlatmak için kullanılmış ve gelişmekte olan yörenin adı olarak kalmıştır. Sultan I. Mahmud, Taksim Maksemini annesi Saliha Sultan'ın vakfı olarak yaptırmıştı. 


Taksim Maksemi

Belgrad Ormanı Bentleri ve Bahçeköy’deki derelerden gelen sular, içi sırlı künklerden geçirilerek, bir hayli yol kat edip burada toplanıp dağıtılmıştır. Bahçeköy civarında derlenen ve günlük verimi 800 metreküp olan su, aynı yıl inşa edilen 20 km’lik bir isale hattıyla Taksim’deki 2 bin 700 metreküplük depoya ve oradaki Maksem vasıtasıyla 64 çeşme ve sebille üç şadırvana ulaşıyordu. 


Tophane Çeşmesi

Çeşme yaptırmanın İslamiyet'te "sadaka-yı cariye" yani sürüp duran hayır inancıyla da ilgisi vardır. Bu inancın kaynağı da şu hadistir: "İnsan öldüğünde yaptığı işler biter, gider. Artık bir hayırda bulunamaz. Ancak şu üç kişinin hayır ve hasenatı kesilmez: Daima sürüp duran köprü, çeşme, okul, hastane gibi ammenin daima faydalanacağı hayır yapan; ilmiyle halkı faydalandıran ve kendisine dua eden temiz bir evlat bırakan."  


Azapkapı Saliha Sultan Çeşmesi

Sultan I. Mahmud, annesi Saliha Sultan'la birlikte susuzluk çeken Tophane semtine, Taksim makseminden suyolu döşettiği gibi, Tophane İskelesine de anıtsal bir meydan çeşmesi yaptırttı. Annesi Saliha Sultan'ın, Azapkapı'da yaptırdığı sebil ve çeşmesine, dönemin Veziriazamlarından Hekimoğlu Ali Paşa'nın Kabataş'ta yaptırdığı çeşmeye ve daha 40 çeşmeye su verildi. Bu hizmetlerin açılışı için, Sultan I. Mahmud "alay-ı azim" ile Taksim'e çıkmış, Valide Sultan ve Harem halkı da gümüş işlemeli koçularla Taksim' e gelmiş, Padişah, annesinin arabasını karşıladıktan sonra Saliha Sultan dua ile maksemden çeşmelere su salarak bir ziyafet verilmiştir.


Kabataş Hekimoğlu Ali Paşa Çeşmesi

Taksim Suyu Tesisleri’nden beslenen hayrat çeşmelerinden Sadrazam Hekimoğlu Ali Paşa'nın Kabataş'ta yaptırdığı Çeşmesi, Azapkapı’daki Vâlide Sâliha Sultan Çeşmesi, Tophane Meydanı’ndaki Sultan Mahmud ve Kuledibi’ndeki Bereketzâde çeşmeleri, Osmanlı-Türk sanatının 18. yüzyılda başlayan yeni akımına öncülük yapmış eserlerdendir. 




Topuzlu Bend

1750'ye değin, Galata, Beyoğlu ve Beşiktaş'taki çeşmelerin sayısı 40'tan 100'e çıkınca bu semtin nüfusu da hızla arttı. Çeşmelere verilen suyun yetmemesi üzerine de Sultan Mahmud Büyükdere'de yeni bir bent yaptırttı. Bahçeköy ve Belgrad Ormanı içinde bulunan bent Eski Bağlar deresi üzerinde inşa edilmişti ve brüt su kapasitesi 160.000 m3 idi. Sultan Mahmud bendi olarak bilinen bent halk arasında Topuzlu Bent olarak nam salmıştı.


Ayasofya Kütüphanesi

Saltanatı boyunca kütüphane tesis etmeye son derece önem veren Sultan I. Mahmud'un İstanbul'da tesis ettiği üç kütüphaneden ilki olan, gerek mimarisi gerekse zengin koleksiyonu ve devrine göre geniş personel kadrosuyla dikkati çeken Ayasofya Kütüphanesidir. Aysofya Kütüphanesinin açılışı 21 Nisan 1740 tarihinde Sultan Mahmud’un da hazır bulunduğu bir merasimle yapılmıştır. Ayasofya Kütüphanesi kurulduğu zaman 4000 eserden oluşan değerli bir koleksiyona sahip bulunuyordu. Bu koleksiyonun bir bölümü Hazîne-i Âmire’den gelen, bir diğer önemli bölümü de sadrazam, şeyhülislâm, Harem ağasının ve diğer devlet adamlarının Sultan Mahmud’a hediye ettikleri kitaplardan meydana geliyordu. Bu kütüphanede çalışan personele diğer kütüphane görevlilerine göre oldukça yüksek ücretler tayin edilmişti. Ayasofya Kütüphanesi’nde, daha önce birkaç kütüphanede başlamış bulunan “kütüphanede öğretim” düzenli bir hale getirilmiştir. Bu derslere devam edecek öğrencilere de kütüphane vakfiyesinde belli bir ücret tayin edilmişti. Ayasofya Kütüphanesi’ndeki kitaplar 1968 yılında Süleymaniye Kütüphanesi’ne nakledilmiştir.




Cağaloğlu Hamamı

Sultan Mahmud, vakfettiği Ayasofya Kütüphanesine gelir sağlamak üzere geniş bir alanı kaplayan Cağaloğlu Sarayı arsasına, o zaman "Hamam-ı Cedid" (Yeni Hamam) adı verilen Cağaloğlu Hamamının yapımını 1740 ilkbaharında başlattı. Kalan boş arsalara da vakıf evler yapılarak bir mahalle kuruldu. Hamamın kapısı üstünde yer alan uzun manzum kitâbe binanın Sultan I. Mahmud tarafından yaptırıldığı ve 1741 yılında tamamlandığını bildirir. Yapısında barok üslûbun belirgin oluşu Osmanlı sanatında yabancı sanat akımının başlangıcına işaret eden bir çifte hamam olan Cağaloğlu Hamamı İstanbul’un son büyük çarşı hamamı olarak da şehir tarihinde önemli bir yere sahiptir. Zira Sultan III. Mustafa 1768'de İstanbul’un su ve odun ihtiyacı sebebiyle bundan böyle şehrin içinde, Galata, Üsküdar, Eyüp ve Boğaziçi kıyılarında yeni hamam inşa ettirilmemesini istemiş, yasaklamaya rağmen yapılanların derhal yıktırılmasını ve harap durumda olanların da ihya edilmemesini bir fermanla bildirmiştir. Gerçekten de bundan sonra artık çarşı hamamı inşa edilmemiştir. 

Nuruosmaniye

Sultan Mahmud, şehrin merkezî bir kesiminde ve ticaret bölgesinin hemen içinde Kapalı Çarşı'ya komşu olarak yepyeni bir mimari anlayışın örneği olarak şehre damgasını vuracak olan Nuruosmaniye adı verilecek olan külliyenin inşasını 19 Ocak 1749 tarihinde gerçekleşen temel atma töreni ile başlatmıştır. Yapı, Simeon Kalfa tarafından yeni bir sanat akımına uygun biçimde barok üslubunda inşa edilmiştir. Caminin müştemilâtı ile birlikte düzenlemesi klasik dönem sultan külliyelerinden çok farklı olarak düşünülmüştür. R. Walsh, İstanbul hakkındaki kitabında bu camiyi yaptırmadan önce bânisinin Avrupa’ya bir mimar gönderdiğini, oradaki katedralleri incelettiğini, daha sonra caminin projelendirildiğini bildirir. Nuruosmaniye Külliyesi cami, hünkâr kasrı, medrese, kütüphane, türbe, sebil, çeşme, aşhane-imaret ve dükkânlardan meydana gelmiştir. 



Külliyenin medresesi kare planlı, revaklı avlu etrafında farklı boyutlarda on iki talebe odası ve bir dershaneden oluşmaktaydı. Vakfiyesinde hat öğretimi şartı bulunan Nuruosmaniye Medresesi’nin meşk odasında Hattat Abdullah Zühdü ve Filibeli Ârif efendiler yıllarca hat meşketmişlerdir. Fakirlere ve medrese talebesine sıcak yiyecek dağıtmak amacıyla kurulmuş imaret ise medresenin batısında yapıya bitişik olarak inşa edilmişti. Sultan I. Mahmud'un Nuruosmaniye Kütüphanesi’ne vakfettiği kitaplarla, 19. yüzyıl ortalarına kadar sayı bakımından geçilemeyen 5031 ciltlik bir koleksiyona sahip 18. yüzyılın en zengin kütüphanesi tesis edilmiştir. Nuruosmaniye Kütüphanesi, bugün de aynı amaca uygun olarak hizmet vermektedir. 


Hekimoğlu Ali Paşa Camii

Sultan I. Mahmud devrinde, padişahın yanısıra bazı önemli devlet adamları da şehrin siluetine etki edecek önemli yapılar yaptırmıştır. Bunlardan biri Hekimoğlu Ali Paşa'dır. İran seferlerinde Şark Seraskeri olarak önemli başarılar elden eden ve daha sonra Anadolu Beylerbeyliği, Mısır Beylerbeyliği ve Veziriazamlık makamlarında da bulunan Hekimoğlu Ali Paşa, Kabataş'ta yaptırdığı anıtsal çeşmeninin dışında Davutpaşa'da yaptırttığı cami, kütüphane, mermer işçiliği ile bir sanat harikası olan sebil ve türbeden oluşan ve yapımı 1735 yılında tamamlanan bir külliye yaptırmıştır. 


Hekimoğlu Ali Paşa Külliyesinin Mermer Sebili

Hekimoğlu Ali Paşa’nın külliyesinin giriş kapısının kuzeydeki  müstakil bir yapıya sahip olan kütüphane Sultan I. Mahmud devrinde yapılan kütüphanelerden ilkidir. Hekimoğlu Ali Paşa’nın kütüphanesine kuruluş sırasında kaç kitap vakfettiği vakfiyede belirtilmemiştir. Ancak personel kadrosuna bakılarak kütüphanenin oldukça zengin bir koleksiyona sahip olduğu anlaşılmakta. Şeyh Mehmed Rızâ Efendi de zengin bir koleksiyonu bu kütüphaneye bağışlamış ve kitaplarının bakımı için ek personel tayin etmiştir.

Hekimoğlu Ali Paşa Kütüphanesi

Sultan I. Mahmud devrinin sembol isimlerinden Harem Ağası Beşir Ağa’nın, kurduğu vakıf kütüphanelerinin yanı sıra oldukça zengin bir özel kütüphanesinin de olduğu anlaşılmaktadır. Vefat ettiğinde sadece Karaağaç’taki hazine odalarında, arasında Kâtib Çelebi’nin el yazısıyla Cihannümâ adlı eserinin de bulunduğu 150 kadar değerli kitap çıkmıştır.



Beşir Ağa Kütüphanesi

Beşir Ağa’nın kurduğu kütüphaneler arasında en zengin koleksiyona sahip Cağaloğlunda yaptırdığı cami, kütüphane, sebil, tekke, ve medreseden ibaret olan küçük külliyenin kütüphanesidir. Kütüphane odası caminin bitişiğinde olup kapısı camiye açılmaktadır.

Beşir Ağa Sebili

Uzun süren Osmanlı-İran savaşlarının ardından, 1747 yılında Sultan I. Mahmud tarafından dostluk elçisi olarak İran'a gönderilen Kesriyeli Ahmed Paşa, İran'ın Hemedan şehrindeyken Nadir Şah'ın bir suikast sonucu öldürülmesi üzerine, elçilik görevini yapmaksızın ve hediye olarak götürdüğü "Zümrüdü Hançer"i (Halen Topkapı Sarayı Müzesindedir) vermeden Bağdat'a dönmüştü. Nadir Şah'ın İstanbul'a göndermek üzere yola çıkardığı elçi de yanındaki değerli hediyelerle o sırada Bağdat'taydı. Bu hediyeler arasında yanlış olarak Şah İsmail'in tahtı olarak bilinen ünlü "taht-ı tavus" ile ibrişim tınablı çadır da bulunuyordu. Nadir Şah'a ulaştırılamayan zümrüt hançer ve taht-ı tavus günümüzde Topkapı Sarayında sergilenenmekte olup hazinenin en değerli objeleri arasındadır.


Taht-ı Tavus ve Topkapı Hançeri




23 Şubat 2019 Cumartesi

1703 Edirne Vakası

1683 yılında Viyana Kuşatmasının başarısızlıkla sonuçlanmasından sonra Avusturya, Lehistan, Venedik ve Rusya'nın Osmanlı İmparatorluğuna karşı kurduğu Kutsal İttifak Savaşlarının sürdüğü 15 yıllık süre boyunca Edirne adeta İstanbul'u gölgede bırakarak yeniden başkent olmuştu. Sultan II. Süleyman'ın Edirne'ye yerleşmesinden sonra Sultan II. Ahmed, Sultan II. Mustafa ve Sultan III. Ahmed, Edrine'de tahta çıkmış ve Edirne Eski Camii'de kılıç kuşanmışlardı. Sultan II. Mustafa, 1695 tahta geçtiği zaman Avusturya ve Venedik ile savaş devam etmekteydi. Tahta geçtiğinin üçüncü günü yapacağı işleri anlatan bir hatt-ı hümayun yayınlayan II. Mustafa, "Zevk, sefa ve rahatı kendimize haram eylemişizdir" diyerek Kanuni Sultan Süleyman devrine dönmeyi gaye edindiğini ilan eden ediyordu. Uzun yıllardır alınan mağlubiyetlerin ardından II. Mustafa’nın şahsına büyük ümitler bağlanmıştı. II. Mustafa, tahta geçmesinin beşinci ayında 30 Haziran 1695'te Avusturya'ya karşı sefere çıktı ve Avusturya'ya karşı Lugoş zaferini kazanarak "Gazi" sanını aldı. Sultan II. Mustafa'nın, ertesi sene de 27 Ağustos 1696'da Temeşvar yakınında Ulaş sahrasında Avusturya ordusuna karşı kazandığı bir diğer zafer, Viyana bozgunundan beri yıllardır bir çok cephede mağlup olan Osmanlı ordularının toparlandığına dair umutları arttırmış, Edirne'de ve İstanbul'da büyük şenlikler düzenlenmişti. Ancak Sultan II. Mustafa, ertesi sene çıktığı seferde 1 Eylül 1697'de Prens Eugen komutasındaki Avusturya ordusu karşısında, Zenta'da faciayla neticelenen korkunç bir bozgun yaşadı. Tisa ırmağını geçemeyen otuz bin kadar subay ve asker sağnak altında düşman çemberinde kalarak imha edilmiş veya boğulmuş, Sadrazam Elmas Mehmed Paşa ile Rumeli Beylerbeyi başta olmak üzere eyalet paşaları şehit düşmüştü. Sadrazamın koynundaki sadaret mührü, ordudaki değerli eşya ve savaş ağırlıkları, toplar, 9 bin araba, binlerce deve, at, öküz, 40 bin florilik hazine, padişahın sekiz atla çekilen arabası, mehteranın bütün çalgıları, Avusturyalıların eline geçmişti. İşte bu hezimet 1683 Viyana bozgunundan beri 15 senedir dört cephede Kutsal İttifak'a karşı mücadele eden Osmanlı İmparatorluğunu, 1699 yılında Karlofça'da ciddi toprak kayıplarıyla neticelenen bir barış antlaşmasını imzalamaya mecbur etmişti. Sultan II. Mustafa, Avusturya'nın yanısıra Lehistan ve Venedik'e hatta ertesi sene İstanbul'da yapılan bir antlaşma ile Rusya'ya karşı bile toprak kayıplarını kabul etmenin acı gerçekleriyle yüzleşmek zorunda kalmıştı.
      Sultan II. Mustafa

Sultan II. Mustafa'nın ve ondan önceki bir kaç padişahın pay-i taht İstanbul'u terk etmesi ve Edirne'de oturması uzun zaman devam edince İstanbul yüzüstü kalmış ve sorunları giderek artmıştı. Buna karşılık Edirne kalkınmıştı. İstanbullular yoksullaşırken Edirneliler öylesine zengin ve kibirli olmuşlardı ki, İstanbul'dan küçümseyerek söz etmekteydiler. Sultan II. Mustafa da 8,5 yıl süren saltanatı boyunca ancak iki kez İstanbul'a gelmiş ve toplam sekiz ay kadar kalmıştı. Eski padişahların geleneklerine uymamış, başkente kalıcı bir eser de kazandırmamıştı, bu nedenle İstanbul halkı kendisini tanımıyor ve sempati duymuyordu. Senelerce süren savaşlar boyunca Avrupa'dan mal getirilmesi ve başta savaş araç gereçleri olmak üzere, İstanbul'dan mal çıkartılması yasaklandığından ticaret olanakları kısıtlanmış Anadolu'da ayaklanmalar ve eşkıyalık, İstanbul'da ve taşrada hayat pahalılığı büyük bir sorun halini almıştı. 




Edirne Sarayı 1878'de 93 Harbi olarak bilinen Osmanlı - Rus Savaşı esnasında Edirne Rus işgaline uğrayınca cephanenin Rusların eline geçmemesi için patlatılması üzerine büyük ölçüde harabe haline gelmiştir.

Tüm bunlara ilaveten Sultan II. Mustafa'nın hocası aynı zamanda Şeyhülislam olan Feyzullah Efendi'nin nüfuzunu artırıp tayinlerden azillere kadar müdahale etmesi, içten içe büyük bir tepkinin oluşmasına yol açmıştı. Protokolde Veziriazam'ın önüne geçmiş. Atamaları bizzat kendisi yapmış, Veziriazamlar ondan habersiz iş yapamaz hale gelmişti. Ortanca oğlunu Kazasker, 18 yaşındaki küçük oğlunu ise kadı tayin ettirmiş büyük oğluna ise zengin arpalıklar bağlatmış, mukataa gelirlerini kendisine ve ailesine malikâne olarak tahsis ettirmişti. Ulema silsilesinden Vezir ve Beylerbeyiliğe kadar yüksek hizmetlere adamlarını getirmesi ve terfi bekleyen devlet görevlilerinin, yüksek dereceli kadroların Feyzullah Efendi'nin adamları tarafından tutulması yüzünden bir türlü yükselememeleri, Feyzullah Efendi'ye karşı bir muhalefet grubunun oluşmasına yol açmıştı. O döneme ait bazı kaynaklarda Şeyhülislam Feyzullah Efendi'nin padişaha büyü yaptığı, “sihirbaz” olduğu bile yazılmıştır. Sonuçta tarihe "Edirne Vak'ası" diye geçen korkunç ayaklanma, İstanbul'daki 200 cebecinin ulufelerini alamamalarıyla patlak verir. Cebeciler, Yeniçeriler ve esnaf topluluklarının da katılımıyla 15 Temmuz 1703'te Sultanhamet'te At Meydanı'nda yapılan gösteriden sonra Sadrazamlığa Kavanoz Ahmed Paşa'yı, Şeyhülislamlığa da İmam Mehmed Efendi'yi getiren isyancılar Sultan II. Mustafa'nın artık Edirne'de değil, asıl payitaht olan İstanbul'da oturmasını, Şeyhülislam Feyzullah Efendi ile oğullarının ve yakınlarının da yargılanmak üzere İstanbul'a gönderilmelerini istediler. İsyancıların isteklerini bildirmek üzere Edirne'ye gönderilen heyet Feyzullah Efendi'nin emriyle Havsa civarında tutuklandı. Bunun üzerine mahşeri bir kalabalık Edirne'ye doğru harekete geçti. Bu olaydan sonradan haberi olan Sultan II. Mustafa, isyancıları yumuşatmak amacıyla 27 Temmuz 1703'de Feyzullah Efendi'yi azletti. Fakat asker ve halktan oluşan, Naimâ'nın deyişiyle “sonsuz bir denize” benzeyen yaklaşık 60.000 kişilik bir kuvvetten oluşan ihtilal ordusuyla isyancılar Ağustos ayı başlarında Edirne üzerine harekete geçti. Silivri'ye vardıklarında ayaklanmacıların, Sultan Mustafa'nın tahttan indirilerek kardeşi Şehzade Ahmed'in cülusu için fetva almaları ve İstanbul'dan Edirne'ye gelen ayaklanmacıların Tunca kıyısına inerek sarayı kuşatması üzerine Sultan II. Mustafa 22 Ağustos 1703 günü tahttan çekilerek, yerini 29 yaşındaki kardeşi Şehzade Ahmed' e bıraktı. Edirne'de ele geçirilen Feyzullah Efendi hapsedildi ve devasa servetinin, mallarının ve parasının yerini söylemesi için evlatlarıyla beraber işkencelere tabi tutuldu. Ancak ne kendisi ne de evlatlarına mallarının ve servetinin yerini söyletmeyi başaramadılar. Seyyid olmadığının anlaşılması üzerine başından yeşil sarık alındı, bir hamal beygirine bindirilip Bitpazarı'nı getirilerek orada idam edildi. Birileri cesedinin ayağına ip bağlayıp sürükleyerek Tunca nehrine attı. Kesik başı ise bir sırığın ucunda gezdirildikten sonra Tunca nehrine atıldı. Sevenleri sonradan cesedini nehirden çıkartarak gizlice Sitti Sultan Camii civarına gömdüler. Yaklaşık yarım yüzyıldır padişahlar İstanbul'da yaşamamışlardı. Sultan III. Ahmed tahta geçtikten 15 gün sonra 4 Eylül 1703'te Edirne'de süregelen bu saltanat devrini kapatarak bütün saray halkıyla birlikte İstanbul'a döndü. Devrik padişah II. Mustafa ve şehzadeleri de İstanbul'a getirilerek Topkapı Sarayında kapatıldılar. II. Mustafa'nın kafes yaşamı dört ay sürmüş ya aşırı üzüntüden ya da bilinmeyen bir nedenden dolayı 20 Aralık 1703'te vefat etmiştir.

Anadolu'da Klasik Türk Edebiyatının Doğuşu

İran saraylarında gelişmiş klasik yüksek kültür mirası, Anadolu'da Konya Selçuklu sarayından sonra  Uc Türkmen beyliklerinde örnek al...