Anektodlar

22 Ocak 2019 Salı

Antik Mısır'ın Büyülü Başkenti Teb

Yukarı Mısır'da, bugün kalıntıları modern Mısır şehri Luksor'un içinde olan ve yerel Mısır dilindeki adı Waset olan Teb (Yunanca ismiyle Thebes) antik çağda Mısır’ın en zengin ve önemli tapınaklarına ev sahipliği yapmıştı. XII. Sülale zamanından itibaren Teb, Yukarı Mısır’ın idari merkezi, XVIII. Sülale zamanında ise başkent olmuştu. Kentin önemli tapınaklarından olan ve doğu yakasına inşa edilmiş olan Luksor ve Karnak tapınakları günümüzde Antik Mısır'a ait, piramitlerden sonra en çok ilgi çeken yerlerin başında gelmekte. 

Luksor Tapınağı girişi

XVIII. Sülale krallarından III. Amenofis (M.Ö. 1390-1353) dönemi büyük imar projeleriyle birlikte anılır. III. Amenofis tarafından yaptırılan Luksor Tapınağı, Teb'in baş tanrısı ve bütün tanrıların tanrısı olan Amon’a adanmıştır ve Mısır mimarisinin en muhteşem eserleri içerisinde kabul edilmektedir. Sütunlu salona bitişik olan III. Amenofis’in avlusunda "Doğum Odası" yer alır ki bu odanın duvarlarında III. Amenofis’in annesi Mutemvia’nın, Tanrı Amon ile birleşmesi ile gerçekleşen sembolik doğum kabartmaları bulunmaktadır. V. Sülaleden itibaren kralların güneş tanrısı Ra’dan geldikleri, onun oğlu oldukları kabul edilmekteydi. XII. Sülale ile birlikte ön plana çıkan Tanrı Amon, Ra ile özdeşleştirilmiş ve Amon-Ra şeklini alarak bundan böyle Amon'un kralların kutsal babası olduğu öne sürülmüştür. XVIII. Sülale döneminde ise kralların Tanrı Amon’un yeryüzündeki “ka”sı (ikinci ben) olduğu, onun izniyle yönetime geldiği, bütün işlerinde firavunları yönlendiren yüce tanrı ve firavunların gerçek babası olduğu kabul edilmiştir. 


Luksor Tapınağında II. Ramses heykeli

Büyük İskender burayı ele geçirdiği zaman III. Amenofis’in avlusundaki odalardan üçüncüsünde bir kayıkhane yaptırmıştır. Dış kısımları II. Ramses tarafından yaptırılan tapınağın girişinde II. Ramses’e ait ikisi oturur durumdaki birkaç heykel girişi süsler. Tapınağının ön dış yüzünde II. Ramses tarafından yaptırılan kapı üzerindeki kabartma ve metinlerde Mısır ile Hititler arasında 1274 yılında gerçekleşen Kadeş Savaşı anlatılır. Kapının arkasında yer alan II. Ramses Avlusu, 74 adet sütun, papirüs biçiminde yapılmış ve kralı tanrılar karşısında gösteren süslemelere sahiptir. Avlunun sonunda Teb'in büyük triadları Amon, Ana Tanrıça Mut ve Ay Tanrısı Hons için yapılmış üç küçük tapınak yer alır. 

Ebu El Haggag Cami

Luksor Tapınağı, Roma İmparatorluk Döneminde askeri garnizona dönüştürülmüştür. Daha sonra Eyyubiler döneminde II. Ramses Avlusu’na bir cami yaptırılmıştır ki günümüzde de hâlâ mevcuttur. 


Orijinal iki sütun, 1832'de görüldüğü gibi

Sütunun diğeri Paris Concorde Meydanı'nda Luksor Dikilitaş olarak bilinir

Kapının önüne yerleştirilmiş iki kırmızı granit sütundan bugün sadece bir tanesi mevcuttur. Diğeri 19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunun Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa tarafından Fransa'ya hediye edilmiştir ve 25 Ekim 1836'da Kral Louis-Phillipe tarafından Concorde Meydanına dikilmiştir.


Koç başlı Sfenk geçidi, Karnak

Eski Mısır’ın “ipet-isut”u yani bütün yerlerin en seçkini olarak tanımlanan Karnak Tapınağı, Orta Krallık döneminde I. Sesostris'ten itibaren Teb kralları etkin olmaya başladıktan itibaren yapımına başlanmış ve daha sonra Ptolemaic Döneme kadar yaklaşık 2000 yıl boyunca yapılmaya devam edilmiş, genişletilmiş ve onarılmıştır. Ancak mevcut binaların çoğu Yeni Krallık (M.Ö 1550-M.Ö 1069) dönemine aittir. Karnak Kompleksi içinde yer alan Amon Tapınağı Mısır’ın hem ideolojik hem de ekonomik olarak en büyük tapınak kompleksiydi.


 Prenses Bent’anta ile birlikte II. Ramses’in anıtsal heykelleri 

Tapınaklara Amon'un koç başlı sfenkslerinin dizildiği geniş yollardan ulaşılıyordu. Koç, Amon'un kutsal hayvanıydı. İkinci kapının önünde Prenses Bent’anta ile birlikte gösterilmiş olarak II. Ramses’in anıtsal heykelleri bulunur.



Amon Tapınağı Hipostil Salonu

Kapının arkasında ise sütunlu salon yer alır. 134 adet papirüs biçimli sütuna sahip bu salonun çatısı günümüze ulaşmamıştır. Dış duvarlarında I. Setos ve II. Ramses’in Filistin ve Suriye’ye yaptıkları seferler anlatılır.


Hatçepsut Obeliski

Amon bölgesi içerisinde yer alan Ay Tanrısı Hons Tapınağı, surun güneybatı ucundadır. Süslemelerinde çeşitli zamanların izlerini takip etmek mümkündür. Hons hakkında en çok bilinen hikâye bilgeliğin tanrısı Thoth’la senet denen eski bir oyun oynarken ışığının bir kısmına bahse girmesidir. Thoth kazanınca, Ay Tanrısı Hons ışığının bir kısmını kaybettiği için Hons bir ay boyunca tüm ihtişamını gösterememiş ve batıp tekrar büyümek için beklemesi gerekmiş. 




Hons Tapınağı 

Opet Tapınağı da Hons Tapınağı’nın yakınına inşa edilmişti. Amon’un en önemli dinsel kutlaması, Teb’deki “Opet Festivali” idi. Halkın Teb'deki tapınak ritüellerine katılabilmesinin tek koşulu, her yıl Nil taşkınlarının vadide yeniden kendini gösterdiği şenlik sırasında kutlanan Opet festivali idi. Karnak'taki Amon heykeli altın ve mücevherlerle süslenerek mabedindeki yerinden alınır ve kutsal bir kayığın üstünde Nil'in kıyısına getirilirdi. Ardından Luksor'daki Amon Tapınağını ziyaret etmesi için neihr yoluyla taşınırdı. Nil'in kıyısı boyunca dizilen izleyiciler dinsel bir şevkle kendilerinden geçmiş bir halde dans eder, şarkı söyler, bayraklarını sallar ve Amon'un heykeli önlerinden geçerken yere kapanırlardı.


Opet Tapınağı Rölyefleri

Güney surları içerisinde, hilal biçimli bir göl, bu göl ile çevrelenmiş Mut Tapınağı ve III. Ramses Tapınağı ve küçük yapılar yer alır. III. Amenofis tarafından yaptırılan Mut Tapınağı’nda yine aynı kral tarafından tapınağa adanmış Tanrıça Sakhmet’in siyah granit heykeli bulunur. III. Ramses’in küçük tapınağı ise avluya güney yönünden bağlanır.


Hatçepsut Tapınağı, Deyr el- Bahri

Teb'in batı yakasında yer alan Deyr el-Bahri, Krallar Vadisi, Ramesseum ve Medinet Habu da ise kraliyet ailesinden olanlar ve zenginler için yapılmış mezarlar yer almaktaydı. Bunlardan en önemlisi  Karnak’ın tam karşısında yer alan ve güneş tanrısı Ra'nın kızı aşk ve müzik tanrıçası Hathor ile ilişkili olan Deyr el-Bahri bölgesidir. Burada XI. Sülaleden I. Mentuhotep ile gömülme tapınağı kısmen kayaya oyulmuş olan Kraliçe Hatçepsut'un gömülme tapınakları yer almaktadır.





Avlular birbirlerinden revaklarla ayrılmışlardır. Bu bölümlerde ünlü kabartmalar yer alır. Bu kabartmalar arasında Hatçepsut’un taç giyme töreni, kutsal doğum sahneleri ve Punt ile yapılan ticaretin tasvir edildiği bölümler en ünlüleridir. Kraliçeler, çoğunlukla, Amon’a, çocuklarına babalık yapmış olduğu için inanıyorlardı. Kraliçe Hatşepsut'un, Deyr el-Bahri’deki mezarlık tapınağının duvarında, annesi Kraliçe Ahmose’nin Amon ile birlikteliğinden olan, ilahi doğumunun hikayesi yer almaktadır. 


Tanrıça Hathor heykeli


Yukarı avlunun önünde Hatçepsut’un heykelleri ile süslenmiş yeraltı dünyasının hakimi Osiris'in sütunlarından oluşan kemer yer alır. Salonun arkasındaki nişler içerisine Kraliçenin heykelleri yerleştirilmiştir ve burada yer alan bir giriş ile asıl tapınak bölümüne geçilir. Ölüler tanrısı çakal başlı Anubis ve Tanrıça Hathor’un simgesel mezarları ise ikinci avludan gidilir şekilde inşa edilmişti.


Medinet Habu

Deyr el Bahri'den sonra Teb'in batı yakasındaki en önemli kraliyet mezarları ve tapınaların bulunduğu yer, Luksor’un karşısına denk gelen Medinet Habudur. Kraliçe Hatçepsut ve III. Tutmosis burada Tanrı Amon için tapınak yaptırmışlardır. Medinet Habu, Amon Tapınağının yanısıra III. Ramses'in gömülme tapınağını içermektedir.



Medinet Habu’da yer alan kabartmalar sanatsal açıdan olduğu kadar tarihi belge olarak da önemlidirler. Burada III. Ramses dönemindeki olaylar anlatılır. Kapının dış tarafında kral, Amon ve Ra’nın önünde esirleri öldürürken gösterilmiştir. İstila edilen ülkelerin isimleri insanların başına bir çember içinde yazılmıştır. Tapınağın dış kuzey duvarında Libyalı, Asyalı ve Deniz Kavimlerine karşı düzenlenen seferler anlatılır. Tapınak iç kımındaki odalarda ise daha çok dini konulara yer verilmiştir.



Krallar Vadisi

XVIII. sülale döneminde Mısır’ın soylu krallarına yakışacak mezarlar yapılmaya başlamıştı. O zamana kadar varolan Memfis çevresindeki piramitlere gömülme alışkanlığı son bulmuş ve ilk olarak I. Tutumosis, Deyr el-Bahri’nin arkasındaki ıssız vadiye kendi mezarını yaptırmıştı. Bu dönemden sonra krallar Teb’in karşısındaki bu vadiye gömülmeye başladılar. XX. Sülalenin sonuna kadar tüm kralların gömüldüğü bu vadiye Krallar Vadisi adı verildi. Kraliçeler, saray mensupları ve soylularda bu vadinin yakınındaki bir diğer vadiye gömülmeye başlandılar. Bu vadi de Kraliçeler Vadisi olarak tanımlandı.Vadi doğu ve batı olmak üzere iki bölümden oluşur. En son 1922'de bulunan Tutankamon’un mezarı ile birlikte 62 adet mezar bulunmuştur. Tarihte çok fazla öneme sahip olmayan M.Ö. 1332’den 1323'e kadar Mısırı yöneten Tutankamon'un diğerleri kadar hatta daha fazlasıyla ün yapmasının sebebi mezarı açıldıktan sonra bununla ilgilenen insanların ardı ardına ölmesi idi. Mezar ilk bulunduğunda kazıyla ilgilenen Lord Carnarvon'ın kazıdan 5 hafta sonra ölmesiyle başlayan olayın gizemi, bütün dünyada büyük etki yaratmıştı. Tutankhamon'un mezarında yazılmış olan bu yazılardan birinde; "Firavunun mezarına her kim dokunursa ölümün kanatları onu saracaktır.” yazdığı tüm gazeteleri süslemekteydi. Tutankamon'un mezarında altın sandukanın önünde bir lamba bulan Arkeolog Howard Carter'ı ise bu lambanın üstünde yazan "Gizli odaya girilmesini önleyeceğim. Benim görevim, ölüyü korumak." yazısı bir hayli tedirgin etmişti.



Tutankamon Mezarı

Tutankamon'un mezarını ziyaret eden arkeolog ve turistlerden bazıları da kısa bir süre sonra hastalanarak hayatlarını kaybetmişti. Bütün bu ölümlerin sebebi olarak, havalanan tozdaki bakteriler olduğu öne sürülmüş ama bu konuda da bir kanıt getirilememiştir. Tutankhamon'un mezarından 30 kareli bir dama tahtası çıkarılmıştır. Dama, Antik Mısır’dan dünyaya yayılmaya başlamıştır. Mısır’da yapılan arkeolojik kazılar esnasında, firavunlara yakın olan itibarlı insanların kabirlerinde dama oyununa ait bir çok resimler bulunmuştur. Dama oyununu Mısır'dan sonra Romalılar oynamaya başlamıştır. Fransa’da Louvre müzesinde firavunlara ait olan iki dama tahtası sergilenmektedir. 


I. Seti'nin mezar odası, Krallar Vadisi

Krallar Vadisindeki mezarların süslemeleri tamamen dini içeriklidir. Çeşitli dinsel yazılar ve bunlara eşlik eden resimler en çarpıcı süsleme grubunu oluşturur. Başlangıçta büyük bir papirüs grubu gibi gösterilen bu süslemeler XVIII. Sülaleden sonra kabartma olarak yapılmaya başlanmıştır. II. Ramses’in Ramesseum olarak bilinen mezar kompleksi de Teb'in batı kıyısında yer alan Krallar Vadisindedir. II. Ramses’in annesi Tuya’ya adanmış bir tapınak yapısı nedeniyle kompleksin dikdörtgen değil paralel kenar olarak konumlandırıldığı görülür. 



Ramssesum

Ramesseum’um kapıları, Karnak, Luksor, Abidos ve Abu Simbel’de olduğu gibi Mısır ve Hititler arasında M.Ö 1274 yılında gerçekleşen Kadeş Savaşı’nı anlatan kabartmalarla bezenmiştir. Sütunlu salonun önüne yapılmış bir platform üzerinde II. Ramses’in iki adet granit heykeli yer almaktaydı. Günümüzde bir heykelin başı Ramesseum’da yer alırken diğerinin üst kısmı British Museum’dadır. 

II. Ramses'in heykeli Ramsessum'dan taşınırken

II. Ramses heykeli, British Museum

1815'te Kahire'deki İngiliz konsolosu Henry Salt tarafından bu iş için görevlendirilen İtalyan kaşif ve maceracı Giovanni Belzoni mühendislik becerilerini kullanarak, II. Ramses'in heykelini yüzlerce işçiyle Nil'in karşı kıyısına halatlarla tahta makaralar üzerine çektirdi ve 15 Aralık 1816'da Kahire'ye getirdi. İskenderiye'den İngiltere'ye doğru yola çıkan heykel 1818'de Deptford'daki Weymouth'a ulaştı. Daha sonra 1821'de British Museum tarafından satın alındı ve “The Younger Memnon” adını aldı.


Antik Mısır'ın gizemli şehri Teb'de başlayan maceramızın bizi zaman zaman Paris zaman zaman da Londra'ya taşıdığı bu yazıyı bitirmek için herhalde İstanbul en uygun yer olacaktır. Bugün Sultanahmet Meydanı'nın güney tarafında, Yılanlı Sütun'un yanında bulunan dikilitaş bir Antik Mısır dikilitaşıdır. Dikilitaş ilk olarak XVIII Sülale krallarından III. Tutmosis (M.Ö 1479–1425) tarafından  yaptırılmış ve Karnak tapınağının yedinci pilonunun güneyine dikilmişti. Roma İmparatoru II. Konstantin M.S 357 yılında dikilitaşı tahtta bulunuşunun 20. yılı onuruna başkenti Konstantinopolis'e getirtmek istedi. Fakat Nil ırmağı üzerinden İskenderiye şehrine getirtilen dikilitaş II. Konstantin'in ani ölümü üzerine orada kaldı. Yaklaşık 30 sene sonra, M.S 390 yılında İmparator I. Theodosius, dikilitaşı gemi ile Konstantinopolis'e getirterek Hipodrom'da şimdiki yerine diktirdi. Böylece İstanbul, Londra ve Paris’ten yaklaşık 1500 yıl önce bir Mısır dikilitaşına  sahip olmuştu. Bu dikilitaşın en önemli özelliği ise dünya üzerinde dikili halde bulunan en büyük Mısır obeliksi olmasıdır.

Kaynakça:

*Eski Mısır'ın Bütün Tanrı Ve Tanrıçaları - Richard H. Wilkinson
*Eski Mısır Tarihi - MÖ 3000'den Kleopatraya Bir Uygarlığın Tarihi - Toby Wilkinson
*30 Saniyede Antik Mısır Antik Mısır'dan Günümüze Ulaşan 50 En Önemli Fikirsel ve Kültürel Katkı
*Mısır Tarihi - Erik Hornung
*Antik Mısır - Sophie Desplanques   
*Mısır ve Mısırlılar - Dougles J. Brewer, Emily Teeter
*Msır'ın Ölüler Kitabı - Peter Le Page Renouf 

29 Aralık 2018 Cumartesi

Tarihin En Görkemli İmparatorluklarından Biri: Asur İmparatorluğundan Geri Kalanlar


Antik Yunanca'da, Σρία (Suria) ve Ασσυρία (Assuria) aynı anlamda birbirlerinin yerine kullanılmaktaydı. Fakat Romalılar, M.Ö. 62 yılında, başkenti Antakya olan Suriye eyaletini oluşturduktan sonra Suriye ve Asur adı farklı coğrafi terimler olarak kullanılmaya başlanmıştı. Roma İmparatorluğu'ndaki "Suriye", periyodik olarak bu günkü Suriye bölgesini (Levant) tanımlamak için kullanılırken, Fırat'ın doğusunda kalan bölge Sasani İmparatorluğu'nun bir parçası idi ve Persler tarafında Asōristōn(Asuristan) olarak adlandırılmaktaydı. Hristiyanlığa geçerek bugün hala sürdürdükleri dine en erken katılan topluluklardan biri olan bölge halkı için bu ayrım mezhepte dahi kendini göstermiş olup Doğu Roma Bizans'ın etkisinde kalan Monofizit yani İsa'nın tek ve ayrılmaz bir tabiatı olduğu görüşünü savunan Yakubiler, Süryani, Sasani-İran etkisi altında olan Diofizit yani İsa'nın birbirinden bağımsız çift tabiatı olduğu görüşünü savunan Nesturiler ise Asuriler olarak adlandırılmıştır. Bu ayrım  Süryanice'de de kendini göstermiş ve göstermeye devam etmektedir. İslamiyet öncesi dönemde Yakındoğunun her tarafından konuşulan ve yazılan Hıristiyan dilinin temellerini şekillendiren Aramice'nin Fırat’ın batısındaki Edessa (Urfa) lehçesi için Süryanice terimi kullanılmıştır. Ancak Doğu Roma Bizans etkisi altındaki Süryanilerin lehçesi Yunanca'nın etkisine maruz kalarak değişmelere uğrarken Sasani İran etkisi altındaki Nesturi lehçesi Süryani dilinin aslını korumuştu. Günümüzde Urmiye, Ma’lula ve Tur Abdin gibi İran ve Irak şehirlerinde yaşamış olan ya da yaşamakta olan Süryanice konuşanlardan bazıları, kendilerini günümüz Suriye’sinde yaşayanlardan ayırmak için, Asuri olarak adlandırılmayı tercih etmektedirler. 19. yüzyıla kadar Asur ülkesi ve halkı hakkında bilinenler bunlardan ibaretti. Ancak 19. yüzyılda Fransız ve İngiliz arkeologların yaptığı çalışmalar neticesinde Asur tarihini, yaklaşık 4 bin seneye kadar geri götürmek mümkün oldu. Antik çağlarda Mezopotamya'da bulunan Asur kentinin halkı dünyanın gördüğü en büyük imparatorluklardan birini kurmuştu. Şehir ve halk adını şehrin tanrısı olan Assur ya da Ashur’dan almaktaydı. M.Ö. 2000 sonrası doğu-batı arası global ticaretten faydalanarak gelişerek ve topraklarını genişleterek MÖ 1.binyılda Yakın Doğu'nun en önemli siyasi gücü haline gelen Asur İmparatorluğu, zirvedeyken Mezopotamya'dan Doğu Akdeniz'e ve Kıbrıs'a Kafkasya'dan Mısır ve Doğu Libya'ya uzanıyordu. Yazıyı, ticari ilişki içinde oldukları Anadolu’ya onlar taşımışlardı. Asur Dönemi her anlamda Mezopotamya kültürünün doruk noktaya ulaştığı dönem olmuş özellikle kent mimarisi, saray mimarisi ve kabartma sanatlarının büyük bir sanatsal beceriyle uygulandığı görülmüştür. M.Ö 7. yüzyılda Asur İmparatorluğunun yıkılışından M.S 19. yüzyılın ortalarına kadar Asur artık yoktu. Ta ki Asur medeniyeti Fransız arkeolog Botta ve İngiliz arkeolog Layard'ın Asur kentlerinin kalıntılarını yeniden keşfedene kadar. 19. yüzyılın ilk yarısında Osmanlı hükumetinden alınan yasal izinler ile başlayan  kazılarda bulunan ve bugün Avrupa ile Amerika Müzelerinin en görkemli koleksiyonları arasında yer alan arkeolojik buluntular, söz konusu müzelere ulaştıkça bu ülkelerde Asur kültürüne olan ilgi iyice artmış ve çalışmaların daha da hızlanmasını sağlamıştır.

Dur-Şarrukin, Lamassu'lu Kapı, Louvre Müzesi

Asur kralı II. Sargon’un büyük başkenti Khorsabad'taki (Dur-Şarrukin) kazılar 1840’lı yıllarda Fransız arkeolog Poul Emil Botta tarafından başlatılır. Bu dönemde sürdürülen kazılarda bulunan birçok eser deniz yoluyla Fransa’ya Louvre Müzesi’ne taşınır ve orada sergilenir. Bunlardan en önemlileri Lamassu olarak adlandırılan insan başlı kanatlı boğa heykelleridir. Botta’nın kazılarını 1850’li yıllarda İngiliz Victor Place devam ettirir. Yaklaşık 4 sezon süren bu kazılarda bulunmuş birçok eserin Dicle Nehri üzerinden nakli esnasında, batan salla birlikte Dicle’nin sularına gömülmesi trajikomiktir. 


Gılgamış heykeli Sargon'un sarayı M.Ö 750, Louvre Müzesi


 Lamassu olarak adlandırılan insan başlı kanatlı boğa heykeli, Louvre Müzesi

Bazı noktalarda özellikle Kuzey Irak'ta Asur’un son başkenti Ninova'da İngiliz ve Fransızlar arasında büyük bir rekabet yaşanıyor aynı zaman zarfında iki ülkeden araştırmacılar kazıları sürdürmeye çalışıyordu. Aslında Ninova’da ilk arkeolojik çalışmalar İngiliz Koleksiyoner C.J.Rich tarafından 1820’li yıllarda başlatılmıştı. Bunu 1840’li yıllarda Poul Emil Botta’nın 1845 yılında ise İngiliz araştırmacı A.Henry Layard'ın başlattığı kazılar izlemişti. A.Henry Layard'ın başlattığı kazılar, İngilizlerin özellikle British Museum’un oldukça zengin bir Asur koleksiyonuna sahip olacağı bir sürecin başlangıcını oluşturmaktadır. 1845 yılında İngiliz araştırmacı A.Henry Layard’in gerekli izinleri alarak başlattığı kazılar sonucunda, II. Asurnasirpal'ın Nimrut'taki sarayı ile Sennaherib'in ve Essarhaddon’un Ninova'daki eşsiz kabartmalarla süslü saraylarını ortaya çıkarılmıştır.  Layard’in Asur başkentleri Nimrut ve Ninova'da çıkardığı eserler, Fransızların yaptığı gibi Dicle yollu ile Basra’ya oradan da gemiler ile İngiltere-Londra’daki British Museum’a taşındı.




Sennaherib sarayının kabartmaları, British Museum

Sennaherib tahta geçtikten sonra başkent olarak seçtiği Ninova’da “eşsiz-saray” olarak nitelendirilen ve yapımı 10 yıl süren sarayının inşasına başlatmıştı. Güneybatı Sarayı olarak da adlandırılan Sennaherib sarayı boyutları açısından değerlendirildiğinde o güne değin yapılan en büyük saraydı. Sannaherib sarayında kendinden önceki örneklerin aksine fantastik yaratıklar veya öğeler ile kral kompozisyonları neredeyse tamamen ortadan kalkmıştı. Bunu yerine daha çok krallın seferlerini, faaliyetlerini konu alan kabartmalar kullanılmıştır.





Ninova Antik Kenti

A.Henry Layard tarafından ortaya çıkarılmış olan Kral III. Şalmanezer'e (MÖ 858-824) ait bir Asur anıtı olan Kara Dikilitaş ise, bugüne değin ortaya çıkarılan Asur dikilitaşları arasında en eksiksizidir. Üstünde, çeşitli askeri sefer ve zaferleri, İsrail kralı Yehu'nun (M.Ö 842-815) haraç ödemesini canlandıran sahneler ve çiviyazılı metinler yer alır. Yaklaşık 2 metre yüksekliğinde ve 50 cm genişliğindeki bu bazalt blok,  bu gün British Museum'da bulunmaktadır.


 
Siyah Dikilitaş ve üzerindeki kabartmalar

A. Henry Layard ile çalışan Süryani asıllı bir Osmanlı vatandaşı olan Hormuzd Rassam, 1851 yılında Ninova'da Asurbanipal'ın sarayı’nı ortaya çıkarmayı başarır. Daha sonra İngiliz vatandaşlığı'na geçmiş olsa da bilinen ilk Orta Doğu'lu arkeolog olan Hormuzd Rassam'ın arkeoloji eğitimi almış olması çalışmaların niteliği açısından önemli olmuştur.







Asur Kralı Asurbanipal’in (MÖ.668 – 631) Ninova’da yaptırdığı sarayda yer alan “Asurbanipal’in aslan avı” betimli bir rölyef günümüzde British Museum’da sergilenenmekte olup Asur sanatının en başarılı örneklerinden biridir. Asurbanipal sarayının duvarlarını kaplamak için kendisini avlanırken ve hatta çıplak elleriyle aslanları boğarken gösteren bir dizi rölyef kabartma sipariş etmişti. Bu rölyefler Asur sanatının en meşhur örnekleri arasında olup bir av sahnesini tüm gerçekliği ve gerginliği ile sergileyen eserde bir aslan avının tüm sahneleri izlenebilmekte.



1872’de British Museum’dan George Smith, devam ettirdiği Ninova kazıları esnasında Ninova Kütüphanesini ortaya çıkardı. Kendine ‘Dünyanın İmparatoru’ diyen Asur kralı Asurbanipal o dönemde gerçekten de dünyadaki en güçlü kişiydi. Doğu Akdeniz’den Batı İran dağlarına kadar olan tüm bölge onun imparatorluğunun kontrolü altındaydı. Asurbanipal hükümranlığı döneminde dünyadaki en büyük ve görkemli kütüphaneyi inşa ettirmişti. Aşurbanipal, bilim, sanat ve din gibi konularda yazılmış tablet ve papirüslerin başkenti Ninova'ya getirtilmesini emretmişti. Aşurbanipal'in yazıcıları, onun emri üzerine tapınak kitaplıklarında buldukları her türden metnin aslını ya da kopyasını topladılar. Fethedilen yerlerden getirilen tabletler de koleksiyona eklendi. Böylelikle dünya tarihinin ilk kütüphanesi Ninova'da kurulmuş oldu. Sümerce, Akadça ve diğer birçok dile ait tabletler. 20 binden fazla tablet içeren antik dünyanın en büyük hazinesi olan Ninova kütüphanesi sarayının yanan duvarları altına gömülmüştü ve 2.000 yıl boyunca saklı kalmıştı. Kütüphanedeki eserler arasında, bugün dünyanın en eski edebi eserlerinden biri olduğu düşünülen Gılgamış Destanı da yer alıyordu. Destanın bir kısmı günümüzde “Tufan Tableti” olarak adlandırdığımız tablet üzerine yazılmıştı, bu tablette Büyük Tufan anlatısı yer alıyor ki bu anlatıdan daha önce yalnızca Kutsal Kitap’ta bahsedildiği biliniyordu. 1872 ‘de George Smith elindeki tabletlerde Tufan Hikayesini okuyunca Kutsal Kitap Tevrat ‘ın “dünyanın ilk ve en eski kitabı” olma ayrıcalığı sona erdi. Dünyada sistematik olarak toplanmış ve listelenmiş ilk kütüphaneyi Asurbanipal kurmuştu. Sahip olduğu her kitabın bir kopyasını istemiş ve emri altındakileri dünyanın tüm bilgilerini toplamak üzere imparatorluğun çeşitli yerlerine göndermişti. Asur kitapları kağıt üzerine değil, çoğunlukla kil tabletlere, semboller oluşturmak için ufak bir kamanın kullanıldığı çivi yazısıyla yazılmıştı. Toplamda yüz binlerce tablet Asurbanipal’in kütüphanesinde toplanmıştı, bunlardan 20.000’i günümüzde British Museum’da bulunmaktadır. Parçaların tüm dünyadan araştırmacılar tarafından incelenmesiyle, Asur kültürü hakkında bildiklerimizin birçoğu bu metinlerden gelmiştir.

Asurbanipal’in kütüphanesinden tabletlerin bazıları, British Museum

20. yüzyılın başlarında iki Dünya Savaşı arasında kalan dönemde Mezopotamya ve Asur coğrafyasında daha sistematik kazılara başlanır. British Museum ve Louvre Müzesi’nin çalışmaları yanında bölgede Amerikalılarında ilk çalışmaları başlar.  II. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulmuş olan Irak Eski Eserler Müdürlüğü’de Ninova ve Nimrut gibi kentlerde kazı ve koruma ile restorasyona yönelik çalışmaları devam ettirilir. 2013 yılında İngiltere'nin Sanat ve Beşeri Bilimler Araştırma Konseyi, Nimrut'tan gelen eserleri dünya koleksiyonuna kaydettirmek istemesinden dolayı "Nimrut Projesi"ni kurmuştur. Bu proje ile beraber ABD'de 36, İngiltere'de 76 müze de olmak üzere Nimrut'taki tarihi eserler koruma altına alınmıştır. Fakat 2015 yılının Ocak ayında IŞİD militanlarının, Asur Başkenti Ninova’nın MÖ. 700 yılına tarihlenen 2000 yıllık Maşki kapısı ve duvarlarının büyük parçalarını bombalı saldırıyla havaya uçurduğu haberi geldi. Yapılan açıklamada terörist grubun, saldırıyı ağır patlayıcılarla gerçekleştirdiği belirtilmişti. 2015 yılının Mart ayında ise Nimrut'un "İslam dışı" kent olduğu öne sürülerek IŞİD tarafından yerle bir edildiği haberi geldi. IŞİD, buldozerler ile şehrin ve eserlerin bütün kalıntılarını yok etmişti. Aynı ay içinde yayınladıkları yağmalamanın video görüntülerini tüm dünyanın tepkisini çekmişti. Günümüzdeki en zengin işlemelere sahip antik kentlerden olan Ninova ve Nimrut antik kentleri artık yerinde bulunmamaktadır.

26 Aralık 2018 Çarşamba

Kuzey Mezopotamya ve Suriye'de Untulmuş Bir Kavim Hurriler ve Mitanni Krallığı


1887 yılında Nil’in doğu yakasında Kahire’den 300 km. güneyde Tell-el-Amarna’da bir fellah karısı, kendisini rahatsız eden yabancılara karşı son savunma çaresi olarak birkaç toprak tabak fırlatır. Amacı onların meraklı bakışlarından kurtulmaktır. Ama sonuç bunun tam tersi olur. Yabancıların kafalarına fırlatılanlar, Mısır’ın şimdiye kadar bulunmuş en büyük ve en önemli kil tablet arşivi olan Amarna mektuplarının parçalarıydı. Bu rastlantı yanında, 1887'den beri arşivin diğer parçalarının tanesi 10 kuruş gibi çok küçük bir para ile antikacılar tarafından satılmaktaydı. 1888 yılında Kahire çarşısında, 200 kadar parçanın satışa sunulduğu biliniyordu. Tabii, bunu duyan, enstitüler ve koleksiyonerler, hemen buraya akın ettiler ve sadece o yılın birinci ayında, ilk parçalar Londra ve Berlin’e ulaşmıştı. Özellikle, Avusturyalı koleksiyoner Theodor Graf’ın elinde, 160 parça toplanmıştı. Zamanla; Berlin Müzesi, bunları satın alıp sergilemeye başladı. Tabletler üzerine çivi yazısı ile yazılmış tabletlerin kısa sürede çözülmesinin nedeni dönemin diplomatik dili olan Akadca olarak yazılmış olmasıydı. Amarna Arşivi’nde bulunan Sami olmayan bir dille yazılmış metinler ilk bulunduğunda ise söz konusu dile Mitannice adı verilmişti. Bunun nedeni mektubu yazmış olan Mitanni Kralının aynı zamanda Akadca mektuplar da yazmış olmasıydı. 


Mitanni Kralı Tuşrutta'nın, Mısır Kralı III. Amenophis'e gönderdiği tablet mektup.

Amarna mektuplarından 13 tanesi Mitanni Kralı Tuşratta tarafından Mısırın XVIII. Sülale Firavunlarından III. Amenophis’e, ve IV. Amenophis’e yollanmıştı yani M.Ö 1375-1350 tarihlerine aitti. Mitanni Kralı Tuşratta’nın Tuduhep adlı kızının Firavun III. Amenophis ile evlendirilmesini Kral Tuşratta’nın IV. Tutmosis’ın halası ile evlenmesi ve Mitanni Kralı  II. Şuttara’nın Ninova tanrıçası Şauşga’nın heykelinin Mısır’a göndermesi gibi konuları içeren mektuplar Mitanni kralları ile Mısır Firavunları arasındaki yazışmalardı. Daha sonra Hitit başkenti Boğazköy’de bulunan metinler olayın boyutunu daha anlaşılır kılmıştır. Söz konusu arşivlerde birçoğu edebi ve dinsel içerikli “Mitannice” adı verilen bu dil ile yazılmış metinler bulunmuştur. Ancak Hititler bu dili Hurrice olarak adlandırmışlardır. Boğazköy ve Ugarit’de bulunmuş olan çift dilli metinler Hurrice’nin çözülmesinde oldukça önemli veriler sağlamıştır. Dil yapısı ne Samice’ye ne de Hint-Avrupa dillerine benzemektedir. Çivi yazısına çevrilmiş olması ve kullanılan genel dil bilgisi kurallarının Akadca’dan alınmış olması dilin anlaşılmasında önemli referans noktaları olmuştur. Bugün gelinen noktada Hurrice’nin Kafkas dil ailesine ait olduğu kabul edilmektedir. Ayrıca bu dilin, M.Ö. 9-6. yüzyıllar arasında Anadolu’nun doğusunda güçlü bir devlet kuran Urartu kavminin diline benzediği, bir başka deyişle Urartularla Hurrilerin akraba oldukları tespit edilmiştir.

Louvre aslanı, Musée du Louvre, Paris

Hurri dilindeki en eski yazılı belge ise Mardin'in güneyinde Yukarı Fırat ile onun bir kolu olan Habur Irmağı arasında bulunan Urkis şehrin'de bir tapınağın kurulması ile ilgilidir ve şimdi Louvre Müzesi'nde saklanmaktadır. Söz konusu yazıt tunçtan bir aslan heykelciğinin koruduğu bir taş levha üzerine arkaik çivi yazısı ile kazılmış olup M.Ö 2300 yıllarına aittir. Gerek Akkad Metinleri gerekse Hitit ve Mısır metinlerindeki bilgiler, bu metinlerde geçen yer adlarının lokalizasyonu üzerine ileri sürülen öneriler tekrar yorumlandığında, Suriye'nin kuzeyi ve Yukarı Mezopotamya merkez olmak üzere, batıda Toroslardan doğuda Zağros dağlarının ötesindeki Urmiye Gölüne kadar uzan alanlarda Hurrice konuşan toplulukların bulunduğu öne sürülür. Bunlar küçük topluluklar, beylik biçiminde örgütlenmiş küçük siyasi birimler olarak değerlendirilir. 

Birçok aşiret/beylik’den oluştuğu anlaşılan Hurriler arasında siyasi olarak güçlenen bir aile veya beyliğin Mitanni adıyla devletleştiği, bir krallığa dönüştüğü öne sürülmektedir. Mitanni krallarının unvanlarından biri olarak kullandıkları “Hurri Ordusunun/savaşçıların Kralı” terimi, Mitanni’nin Hurri’li halkların oluşturduğu bir konfederasyonda başkanlık ettikleri anlaşılmaktadır. Başkenti bu günkü Nusaybin yakınlarına denk gelen ancak yeri tam olarak henüz tespit edilememiş olan Vaşukanni olan Mitanni Krallığı, güçlü olduğu sırada Fırat´ın batısında etkin olmaya başlamış böylece Mısır, Hitit ile birlikte dönemin siyaset sahnesinde üçüncü büyük güç olmuştur. 


İdrimi Heykeli, British Museum

Antakya’nın kuzeydoğusunda, Asi Irmağı'nın kıyısında, Reyhanlı İlçesi’nin 18 km batı-güneydoğusunda konumlanmış antik bir kent olan Alalah'ta 1930'lu yıllarda Leonard Woolley tarafından yapılan kazılarda bulunan Alalah Kralı İdrimi’nin heykeli üzerindeki yazıt dönemin sosyo-ekonomik panoraması hakkında önemli bilgiler içerir. Akkadca olarak yazılmış metin Halep krallığını ele geçirmek için gerçekleştirdiği başarısız bir girişimden sonra İdrimi’nin Halep’den ayrılışı ve Mitanni Kralı Parratarna'nın yardımı ile Alalah’a kral olma sürecini oldukça çarpıcı bir dille ele almaktadır. 

İdrimi’nin bu öyküsü Mitanni’nin siyasi örgütlenmesi hakkında da bilgi vermektedir. Mitanni başkenti olarak kabul edilen Vaşşukkani’den yönetilen devlete bağlı kimi küçük krallıklar ve beylikler bulunmaktaydı. Halep ve merkezi Alalah olan Mukiş ülkeleri bunlar arasında idi.


Alalah Kralı İdrimi ile Kizzuvatna Kralı Pilli arasındaki esir değişimi ile ilgili anlaşma

Mitanni ülkesinin coğrafi sınırları tam olarak belirlemek güçtür. Ama gerek İdrimi heykeli gibi yazılı belgeler gerekse az sayıdaki arkeolojik tanımlanabilir bulgu, bazı bölgelerin Mitanni Krallığı’nın sınırları dâhilinde olabileceğine dair önemli kanıtlar sunar. Çukurova veya Elbistan bölgesine lokalize edilen Kizzuvatna Krallığı ile Antakya'nın güneyinde yer alan Ugarit Kralığı da Mitanni Krallığı’nın kısmı egemenlik alanına dâhil olmuştur. Mitanni Krallığına bağlı yerel krallıklar birçok noktada özgür hareket edebiliyorlardı. Örneğin arkeolojik kazılarda elde edilmiş olan bir tabletten Alalah Kralı İdrimi'nin, Kizzuvatna Kralı Pilli’ya ile bir antlaşma imzalayabilecek bağımsızlığa sahip olduğu anlaşılmaktadır. Genellikle Kizzuvatna’nın 2.binyılın ortalarından itibaren birçok açıdan Hurri etkisine girdiği ve bu çerçevede siyasi anlamda da Mitanni egemenliğinde olduğu anlaşılmaktadır. Hititler’deki Hurri etkisi de Hitit Kralı III. Hattuşili’nin Kizzuvatna’lı olan eşi Puduhepa ya bağlanmaktadır.


Yazılıkaya Açık Hava Tapınağı. Hititlerin baş tanrısı firtına tanrısı Tešup, baş tanrıça güneş tanrıçası Hepat, oğulları Šarruma, kızları Allanzu ve kız torunları. Tešup  dağ tanrıları Namni-Hazzi, Hepat-Šarruma diş aslan, Allanzu-torun  Kartal üzerinde tasvir edilmişlerdir.

Hurriler ile ilişkilendirilen yaklaşık 40 metin Hitit Başkenti Hattuşa’da bulunmuştur. Hititler üzerindeki Hurri etkisi oldukça yoğun gözükmektedir ki İmparatorluk Dönemi bazı Hitit krallarının isimleri bile Hurricedir. Yine dinsel ve kimi kültsel uygulamalarda güçlü bir Hurri etkisi görülmektedir. Örneğin Hititler’in en önemli Açıkhava kült alanı olarak kabul edilen Yazılıkaya Açıkhava Tapınağı’nda betimlenen tanrılar Hurri tanrılarıdır. Fırtına Tanrısı Teşup ve eşi Hepat Yazılıkaya A Odası’nda betimlenmiştir.

Hurri mitolojisi özellikle komşuları Fenikeliler, daha sonra da Hititlerin aracılığıyla Yunan dünyasında büyük ölçüde etkili olmuşlardır. Hitit başkenti Hattuşada, Akad, Hurri ve Hitit dili ile yazılmış tabletlerde ele geçen Gılgamış Destanı ana çizgileriyle eski Babil örneğine uygunsa da yeni bir Hurri yorumudur ve daha bir bütünlük gösterir. Hurrilerin en büyük efsanesi tanrıların kralı olarak adlandırdıkları Kumarbi üzerine yazılmıştır. Bu efsanenin Hurriceden Hititçeye yapılmış çevirileri Hattuşada bulunmuştur. Kumarbi Efsanesi sonradan Fenikeliler ve Hitit merkezleriyle Yunanlılara geçmiş ve Homeros ile Hesiodos'un eserlerine köklü etkilerde bulunmuştur. Hititlerin Hurrilerden aldıkları "Göğün Krallığı" efsanesi çok önemlidir. Burada sonradan Yunanlılara da geçen tanrıların doğuşu Theogoni anlatılmıştır. Anlatıya göre göğün önce üç tanrısı vardı. Alalu, Anu ve Kumarbi. Anu Babillilerin tanrısıdır. Alalu da onun daha önceki ceddidir. Hurri tanrısı Kumarbi, Sümerlerdeki Enlil'in karşılığıdır. Kumarbi kendisinden önceki göğün tanrısı Anu'nun erkeklik uzvunu ağzı ile koparır ve spermini yutmak üzere iken çıkarır çünkü Anu ona şu sözleri söylemiştir; "Erkekliğimi yuttuğuna pek sevinme. O seni üç korkunç tanrıya gebe bırakacaktır. O zaman kafanı kayalara vuracaksın". Efsaneye göre Kumarbi'nin içinden çıkarıp tükürdüğü spermden yer yüzü gebe kalmıştır. Bilindiği gibi Hesiod Theogonisi'nde benzer bir konu işler. Ona göre Uranos, Kronos ve Zeus birbirinin ardı sıra göğün kralı oldular. Hesiod'ta Kronos, babası Uranos'un erkeklik uzvunu karısı Gaia(toprak ana) ile sevişirken bir orakla keser ve denize atar. Uranos'un sepermlerinden Afrodit, kan damarlarından Gigantlar doğar. Hurri kökenli bu Kumrabi efsanesi Yunanlılara M.Ö 8. yüzyılda geçmiştir.

Suriye'nin kuzeyinde Lazkiye'ye yakın antik Ugarit şehrinin sarayında 1950‘lerde yapılan kazılarda toplam 36 adet çivi yazılı tablet bulunmuştur. ‘Hurri Şarkıları’ olarak bilinen ve bütünüyle bir müzik koleksiyonunu oluşturan bu tabletler ilk olarak Emmanuel Laroche tarafından 1955 ve 1968 yıllarında yayınlanır. Bu tabletlerden sadece bir tanesi de neredeyse hiç bozulmadan günümüze kadar gelebilmiştir. Söz konusu tableti özel kılan şey ise, bilinen tarihin en eski müziğini, notasyonlu ve bütün halinde barındırıyor olması. Üzerinde h.6 olarak kataloglanan Hurri İlahisi yazılı bulunan tablette ayrıca Tanrıça Nikkal’e adanan ilahinin sözleri ve bugünkü arp ya da lir olduğu düşünülen 9 telli ‘sammum’ ile nasıl çalınacağına ilişkin talimatlar da yer alıyordu. Diğer tabletlerden bazılarının üzerinde de bahsi geçen sammum isimli müzik aletinin nasıl akort edileceğine dair bilgilere de yer verilmişti.


Bilinen tarihin en eski melodisi olan ve Tanrıça Nikkal’e adanmış Hurri ilahisinin Michael Levy tarafından yeniden canlandırılan bu şarkıda dijital bir enstrüman olan midi klavye kullanıldı.

Archeologia Musicalis dergisinde, 1988’de yayınlanan bir makalede Richard Fink, “7 notalı diyatonik ölçünün tıpkı müzikal harmoni gibi bundan 3400 yıl önce varolduğunu” yazmış ayrıca, bu arkeolojik bulguların antik harmoninin aslında var olmadığını ve ölçünün yalnızca Antik Yunan’la alakalı olduğunu savunan müzikologların birçoğunu yanılttığını belirtmiştir.

M.Ö. 2. bin yılın ortalarında Hurri-Mitanni Devleti, Eski Ön Asya ‘nın en kuvvetli siyasi güçlerinden biri iken, Hitit Kralı Şuppiluliuma ‘nın seferleriyle kudretini kaybederek, Hititlere bağlı ve Asur ‘a karşı tampon bir ülke haline getirilmiştir. M.Ö. 1200 lerde cereyan eden Ege Göçleri neticesinde ise hem Hitit İmparatorluğu, hem de Mitanni Krallığı, tarih sahnesinden çekilmişlerdir. Ancak etkileri Antik Yunan aracılığıyla tüm Yakın Doğu'da uzun süre yaşamıştır.






Anadolu'da Klasik Türk Edebiyatının Doğuşu

İran saraylarında gelişmiş klasik yüksek kültür mirası, Anadolu'da Konya Selçuklu sarayından sonra  Uc Türkmen beyliklerinde örnek al...