Anektodlar

18 Ekim 2018 Perşembe

Tarihi Yaşatan Şehirler 1: Tebriz 2018 İslam Dünyası Turizm Başkenti


Tarih boyunca ipek yolu güzergahının en önemli noktasında bulunmasından dolayı bölgenin en önemli ticaret merkezi olan Tebriz, 2018 yılında İslam Dünyası Turizm Başkenti olarak seçilmesiyle İslam Dünyası ülkelerinden hem de farklı ülkelerden gelecek ziyaretçiler sayesinde bir fırsat yaratarak tarih boyunca sahip olduğu bu özel konumu günümüzde yeniden turizm vasıtasıyla ön plana çıkarma şansını yakalamakta. Günümüzde 3,7 milyonluk nüfusa sahip olan İran’ın Doğu Azerbaycan Eyaletinin yönetim merkezi olan Tebriz, İran’ın nüfusu en kalablık üçüncü, sanayisi en gelişmiş ikinci şehri konumunda. Şehrin içinden geçerek Urmiye gölüne ulaşan Acı Çay ve Kuru Çay nehirlerinin yatağında bulunan Tebriz, tarihi boyunca hem istilalar hem de geçirdiği depremler nedeniyle yıkımlara uğrayıp defalarca yeniden inşa edilmiş. İran tarihinin son 200 yılına İran’da ilk matbaa, ilk belediye teşkilatı, ilk sinema salonu, ilk tiyatro, ilk polis teşkilatı, ilk darphane, ilk devlet kütüphanesi, ilk kadın derneği gibi ilklerle damga vuran Tebriz, ilklerin şehri olma özelliği taşımakta. Tarih boyunca Pers/Fars, Ermeni, Gürcü, Arap, Kürt, Türkmen/Azeri, Moğol, Zerdüşt, Yahudi, Budist, Hıristiyan ve Müslüman gibi çeşitli milletlere ve dinlere mensup kişilerin yaşadığı son derece kozmopolit bir şehir olan Tebriz'de, günümüzde nüfusun %97'sini Azeriler geri kalanını ise Farslar ve Ermeniler oluşturmakta. Bu nedenle 17. yüzyılda şehri ziyaret eden meşhur Osmanlı seyyahı Evliya Çelebi'nin "Acem elinde Azerbaycan tahtı" dediği Tebriz'e Azeriler tarafından  “Azerbaycan’ın Anası” ve Azerilerin deyişiyle "Azerbaycan'ın tarihi payitahtı" denmektedir. 

Atropates'in İskender ile buluşması

M.Ö 331 yılında Perslerin, Büyük İskender tarafından Gaugamela Savaşında yenilgiye uğratılmasından sonra Büyük İskender’in hizmetine giren İranlı satrap Atropates, İskender’in ölümünden sonra, önceleri onun adına yönettiği Küçük Medya (Media Minor) bölgesinde (tam olarak günümüzde İran'ın Doğu ve Batı Azerbaycan eyaletleri ile Kermanşah ve Luristan eyaletlerinin olduğu bölge) müstakil bir krallık kurmuş ve bu devlete “Atropates’in ülkesi” anlamında Yunanca Atropatene adı verilmiştir. Bu komutanın isminin Atropates şeklindeki telaffuzu Yunan kaynaklarındaki telaffuzu idi. Yunanlıların Atropaten şeklinde telaffuz ettikleri kelime Ermenice'de Atrapatakan, Orta Farsça olarak adlandırılan Sâsânî Pehlevîsinde Azurbazagan, Süryânîce’de Azarbaygan şeklinde telaffuz edilmiş son olarak ise Arapça’daki g/c değişikliğiyle Arapça ve Modern Farsça'da Azerbaycan’a dönüşmüştür. Asırlar boyunca Azerbaycan'ın hem kültürel hem de siyasi merkezi olacak olan Tebriz şehri, Tavrez adıyla Ermeni tarihçi Vardan’a göre, M.S 3. yüzyılda son Part hükümdarı V. Artaban’ı ortadan kaldıran Sâsânî İmparatoru I. Erdeşîr’den intikam almak isteyen Ermeni kralı Khosro tarafından kurulmuş ve Sâsânîlere karşı bir üs haline getirilmiştir. 298 yılında Sâsânîler ile Roma İmparatorluğu arasında gerçekleşen bir savaştan sonra ile yapılan bir anlaşma sonucunda Sâsânîlerin Ermenistan Krallığı üzerindeki hakimiyetini kaybettiği dönemde Ermenistan Kralı Tridates başkentini Tebriz'e taşımıştır. Tebriz şehri, kesin olarak Sâsânîlerin eline geçinceye kadar, Ermeniler ile Sâsânîler arasında birkaç defa el değiştirmiştir.
Sâsânîler döneminde şehirdeki halkın büyük kısmının İran’ın milli inancı olan Zerdüştlüğe bağlı olması ve bu inancın, şehrin demografik, mimari, ticari ve kültürel yapısına hâkim olması sebebiyle bu şehir tipik bir Erken Ortaçağ İran şehri görünümüne bürünmüştür.  642 yılında Hz. Ömer döneminde fethedilerek bir İslam şehri haline gelen Tebriz, 791 yılında Abbasi Halifesi Hârûn Reşîd'in ateşli hastalığa yakalanan zevcesi Zübeyde'nin Tebriz'deki kaplıcalara girdikten sonra iyileşmesiyle Zübeyde tarafından imar edilip etrafı surla çevrilince önemi arttı. Arap coğrafyacıları bu dönemde Tebriz’den surları ve camileri bulunan, ticareti gelişmiş güzel bir şehir diye bahseder. 1055 yılında Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey tarafından ele geçirilen şehirde belli aralıklarla yaklaşık bin yıl sürecek Türk hakimiyeti başlar ve bu günkü modern Azeri halkının oluşumu bu süreç esnasında gerçekleşir. 11. yüzyılın sonunda Selçukluların çöküşüyle birlikte bağımsız olan Selçuklu Atabegliklerinden İldenizlilerin başkenti olan Tebriz altın çağını 13. yüzyıl ile 16. yüzyıl arası İlhanlı, Celayirli, Karakoyunlu, Akkoyunlu ve Safevilerin başkenti olduğu dönemde yaşadı. 16. yüzyıl ile 18. yüzyıl arasında Osmanlı-Safevi savaşları sırasında bir kaç kez Osmanlılar ve Safeviler arasında el değiştiren Tebriz, geçirdiği depremler nedeniyle defalarca harap olup yeni baştan inşa edilmiştir. 1779 depremi sonrası çok sayıda insanın ölümü ve kentin birçok yerinde yer alan mimari yapıların hasar görmesiyle hayalet şehre dönen Tebriz, Kaçar hanedanı zamanında adeta yeniden inşa edilmiştir ve günümüzdeki tarihi yapıların çoğu bu döneme dayanmaktadır. 

Tebriz Çarşısı
600 yıllık tarihi ile her dönemde seyyahları kendine hayran bırakan dillere destan Tebriz kapalı çarşısı dünyanın en eski ve en büyük kapalı çarşısı unvanı ile 2010 yılında UNESCO Kültür Mirasları listesinde girmiş şehrin sembolü olan yapılardan biridir. Tarihinin en önemli günlerini Tebriz'in 16. yüzyılda Safevilerin başkenti olduğu dönemde geçiren çarşı 1779 depreminde yerle bir olmuş ve Kaçar hanedanı zamanında geçirdiği büyük onarımdan sonra bu günkü şeklini almış. Dünyaca ünlü halılarıyla meşhur Tebriz'in halıcılarının da yer aldığı çarşının bünyesinde, tüccarlar için yapılmış bir çok çok han ve hamam bulunmaktadır.




Yapı, Amir Çarşısı (altın ve mücevher kısmı), Muzafferiye (halı çarşısı), ayakkabı çarşısı ve çeşitli alt çarşılardan oluşan büyük bir ticaret merkezidir. Günümüzde Tebriz'de çok sayıda modern mağaza ve alışveriş merkezi kurulmuş olmasına rağmen, Tebriz çarşısı hala sadece Tebriz'in değil bütün İran Azerbaycanı'nın ticari merkezi olmayı sürdürmektedir. Çarşı aynı zamanda Aşure Günü süresinde on gün boyunca dini törenler düzenlenmesi ile Şiî mezhebinden olan Müslümanlar için ayrı bir önem taşır. 

Mescid-i Kebud

1465 yılında Karakoyunlu hükümdarı Cihan Şah'ın Hatunu Can Begüm tarafından, Cihan Şah'a nispetle Muzafferiye adıyla yaptırılan ve süslemelerinde kullanılan muhteşem mavi çinilerden dolayı Tebriz halkı tarafından Mescid-i Kebûd (Gök Mescid) batılılar tarafından ise Blue Mosque olarak adlandırılan bu eser sanat tarihçileri tarafından İran’ın günümüzde sanat değeri en yüksek eserlerinden biri olarak sayılmakta. Yapıya, sahip olduğu ender 15. yüzyıl çinileri nedeniyle ‘İslam’ın Turkuazı’ da denmektedir.    




Mahzeninde Cihan Şah ve ailesinin mezarlarının bulunduğu yapı 1779 yılında meydana gelen depremden sonra harap olarak kullanılamayacak hale gelmiş. 1922 yılından itibaren başlayan ve günümüze kadar hala devam eden geniş kapsamlı restorasyonlar ile tekrar şehre kazandırılan yapı ziyaret ve ibadete açık durumdadır.      
               
Kaçar Müzesi, Emir Nezam Evi

Tebriz, Kaçar hanedanı zamanında Tebriz Valiliği yapan Abbas Mirzadan itibaren Kaçar hanedanının veliahtlarının şehri olmuştur. Bu nedenle şehirde bu dönemden kalan çok fazla yapı vardır. Tebriz tarihinde ayrı bir yer tutan Kaçar hanedanı döneminden kalma giysilerin ve eşyaların sergilendiği Kaçar Müzesi veya Emir Nezām Evi tarihi bir binadır. 2006 yılından bu yana Kaçar hanedanına adanmış bir müzeye ev sahipliği yapan bu anıt Kaçar hanedanından Prens Abbas Mirza (1789-1833) döneminde inşa edilmiştir. 1892 yılında Amir-e Nezam unvanıyla Azerbaycan valisi olan Hasan Ali Han tarafından yenilenmiş ve ikametgahı olarak kullanılmıştır. Daha sonraki dönemlerde ev, Azerbaycan'ın vali yardımcılarının resmi ikametgahı olarak istihdam edildi. 1993-2006 arasında kapsamlı bir yenileme sürecine tabi tutulduktan sonra Ulusal Miras statüsü verilmiştir.


Müze binasının mimarisi ve süslemeleri de başlı başına bir ziyaret nedeni. Burada Osmanlı minyatür sanatının en önemli isimlerinden Matrakçı Nasuh’un yaptığı Tebriz minyatürünün replikası da bulunmaktadır.

Behnam Evi

Günümüzde Tebriz Sanat Üniversitesi’ne ev sahipliği yapan tarihi Behnam Evi, Tebriz’e Kaçar Hanedanlığı zamanından miras kalan eşsiz bir yapılardan biri olarak ziyaret edilebilmektedir. 18. yüzyılın sonunda Kaçar Hanedanlığının erken dönemlerinde bir mesken evi olarak inşa edilmiş ve Nasereddin Şah (1848–1896) döneminde büyük ölçüde yenilenerek süs resimleri ile süslenmiş olan bu yapı, kış binası olarak anılan bir ana binadan ve yaz binası olarak adlandırılan daha küçük bir yapıdan oluşmaktadır. 


İran'daki birçok geleneksel ev gibi, bu evin bir iç ve bir dış avlusu vardır. 2009 yılında yapılan bir yenileme projesi kapsamında, bu evde uzmanlar tarafından restore edilen, şimdiye kadar bilinmeyen minyatür freskler keşfedilmiştir. 

Azerbaycan Basın Müzesi, Hariri Evi

Azerbaycan Basın Müzesi olarak kullanılan tarihi Hariri Evi de Kaçar hanedanı zamanında Tebriz’de inşa edilmiş yapılardan biridir. Eski mimarinin eseri olan Hariri Evi’nin  iki avlusu var. Tarihi ev duvarları üzerinde mitolojik varlığı tasvir eden çizimler ve tavanı üzerindeki eşsiz minyatürler ile dikkat çekiyor.





Kadim mitolojiden esinlenen güzel ve özgün tablolar ve Yusuf ile Züleyha gibi diğer tarihi öykülerden esinlenerek yapılmış bu duvar resimlerinin tasarımların çeşitliliğinin, planların ve renklerin kullanımı Kaçar dönemi minyatür sanatının en parlak örneklerini sunmakta ve Hariri evini sadece Tebriz değil tüm ülkede bulunan tarihi evler arasında en özel olanlardan biri olarak ön plana çıkarmakta.


Nikdel Evi

Nikdel Evi de Kaçar hanedanı zamanında Tebrizli ailelerinden biri tarafından inşa edilmiş olup dekorasyonunda ayna çerçeveli güzel bir çatı ve ayna sıva kalıpları bulunmaktadır. Bu ev İran'da dekorasyonlarında aynaların kullanıldığı birkaç evden biri konumundadır. 


Nematzade Evi

Tebriz'deki tarihi evlerden bir diğeri olan Nematzade evi, şehirdeki en güzel ve ünlü evlerden biridir. Kaçar hanedanı dönemine ait olan bina özel mülkiyete ait iken son yıllarda turizm kuruluşları tarafından satın alınıp imar edilerek Tebriz'de geleneksel bir otel haline getirilmiştir.

Nobar Hamamı

Kaçar dönemi yapılarından biri olan tarihi Nobar hamamı, Tebriz'in eski kapılarından biri olan Nobar Kapısı'nın yakınında inşa edilmiş ve 1994 yılına kadar hamam olarak kullanılmıştır. Bu tarihte Doğu Azerbaycan'ın Kültür Mirası Teşkilatı tarafından restore edilerek İran'ın Ulusal Mirasının bir parçası olarak tescil edilmiş. Altı yıl süren restorasyondan sonra içinde kebaplar, diğer yerel yiyecekler ve tatlıların servis edildiği bir restorana dönüştürülmüştür.


Meşrutiyet Evi

Tebriz 1906 Meşrutiyet Devriminde oynadığı rolden dolayı da İran tarihinde önemli bir yere sahiptir. Meşrutiyet Devrimi sıralarında devrimle alakalı liderlerin, aktivistlerin ve sempatizanların toplanma yeri olarak kullanılan günümüzde Meşrutiyet Evi adıyla müze olarak kullanılan bina, Kaçar hanedanı zamanında 1868'de Tebriz çarşısında bir tüccar olan Hacı Mehdi Koozekonani tarafından yaptırılmış. Hacı Mehdi Koozekonani Meşrutiyet devrimine önemli bir mâli destekçi olarak katılmış ve binayı Settar Han, Bağır Han, Sigat-ül İslam Tebrizî ve Hacı Mirza Ağa Farisî gibi devrim liderleriyle buluşma yeri olarak ve devrim propagandası yapan gizli gazete basımı için kullanmışdı.



Müze kapsamında İran Meşrutiyet Devrimi ile ilgili tarihi belgeler, dokümanlar ve objelerin yanı sıra Meşrutiyet Devrimi'nin lider kadrosu ve kahramanlarının heykel ve büstleri de yer almaktadır. Bunlar arasında Tebriz halkını Muhammed Ali Şah'a karşı harekete geçirerek Meşrutiyet Devrimi'nde kilit bir rol oynadığından Serdar-e Melli (Ulusal Kumandan) unvanıyla anılan Tebrizli Settar Han Tebriz halkı için önemli bir simgedir. Bina, 1945 yılında II. Dünya Savaşından sonra Azerilerin kültürel ve siyasî baskıdan kurtulma çabasıyla Pehlevî hanedanına muhalefet amacıyla kurduğu Azerbaycan Demokrat Partisi'nin toplanma yeri olarak kullanılmasıyla da yine tarihte önemli bir yer haline geldi. Yapı 1975'te İran'ın kültürel mirası olarak kayda geçmiştir.


Arg-e Tebriz

Bugün şehrin içerisinde bir parkın zemininden 26 m yükselen muhteşem Tebriz Argı (Tebriz Kalesi) 14. yüzyıldan kalmadır. 1906 Meşrutiyet devrimi sonrası şahı destekleyen Ruslar, Şubat 1909’da Tebriz’i işgal ederek Tebriz'in anayasal devrimcilerini ve onların yakınları ile birlikte birçok sivili dahil toplam 1200 kişiyi idam etmişlerdi. 1917'ye kadar şehirde kalan Ruslar bu esnada Tebriz Arg’ının bir kısmını bombalayarak tahrip etmiştir.


Tebriz Belediye Binası ve Saat Kulesi

Şehrin sembolü olan ve en önemli binalarından Tebriz Belediye binası ve Sa'at Kulesi 1925 yılında Alman mühendislerinin gözetimi altında ve bir Alman üslubuna dayanarak inşa edilmiştir. II. Dünya Savaşı'ndan sonra Azerbaycan Demokrat Partisi tarafından bir Hükümet Ofisi olarak kullanılmış. Ancak İran birlikleri 1947'de Tebriz'in kontrolünü yeniden kazandıktan sonra bina, Tebriz belediye merkez ofisleri olarak kullanılmaya başlanmıştır.


Şairler Anıtı

Sadece İran için değil Türkiye için de çok önemli isimler arasında olan mutasavvıf ve fikir adamı Mevlâna Celaleddin Rumî'nin olgunlaşması ve fikir dün yasının şekillenmesindeki en büyük rolü olan Şems-i Tebrizî'nin memleketi olmasından dolayı Tebriz'in kültür ve edebiyat tarihinde de ayrı bir yeri vardır. Yetiştirdiği şairlerle ünlü olan Tebriz, dünya üzerinde şairlere adandığı bilinen tek anıt ve mezarlığa sahip. Maqbaratol Shoara adındaki anıt 1970'lerin ortasında Doğu Azerbaycan Eyaleti Sanat ve Kültür Sekreteri iken Tahmaseb Dolatshahi tarafından inşa edilmiş. Buraya gömülmüş ilk şair, Gerşâspnâme adlı kahramanlık destanını kaleme alan Esedî-i Tûsî (999-1072) olup, Farsça şiirin en büyük isimlerinden biri olan Azerbaycanlı şair Hakanî (1122-1190) ve 1988 yılında hayatını kaybeden modern İran edebiyatının yanı sıra Azeri edebiyatı ve Tebriz'in övünç kaynağı Şehriyâr'ın mezarları dahil olmak üzere 500 şairin mezarları da bulunmaktadır.



Anıt, İranlı şairlerin fotoğrafları veya resimleri ile kısa özgeçmişleri ve şiirlerinden örnekleri de barındırmaktadır. 1953 yılında yazdığı "Heydar Baba'ya Selam" adlı şiiri adeta Tebriz'in milli marşı olan Şehriyâr'ın da mezarının bulunduğu anıtın içerisinde Şehriyâr'ın kendi sesinden yazdığı şiirler anıtı gelen ziyaretçileri karşılamakta.


Şehriyâr Evi

Hakanî Parkı

Şairlerine sadece şairler anıtı ile değil onların adını taşıyan parklar ve onların anısına düzenlenen evlerle de gösteren Tebriz'de Hakanî Parkı ve Şehriyâr Evi bunlar arasında.


Tarbiyat Caddesi

Günümüzde Tebriz'in şehir merkezinde yer alan en önemli ve işlek caddesi olan Tarbiyat Caddesi, Reza Şah Pehlevî zamanında inşa edilmiştir. Tebriz'in modernleşme projesinin başlatılmasından sorumlu olan, 1936-1940 yılları arasında Tebriz belediye başkanlığı yapmış aynı zamanda Tebriz'de İran'ın ilk devlet kütüphanesini kuran Muhammed Ali Tarbiat'ın anısına caddeye onun adı verilmiştir. 





Sadece yayalara açık bir yürüme yolu olan Tarbiyat Caddesi, sabah akşam kalabalık bir yerdir. Köşesinde bucağında her yerde dükkan olan caddede bir islam şehri olmasına rağmen Tebriz'in genelinde olduğu gibi heykellerin fazlalığı ile dikkat çekmektedir.


El Gölü Parkı

1979'da gerçekleşen İslam Devrimi sonrasında ismi El-Gölü olarak değiştirilmiş ve resmi belgelere bu şekilde geçmiş olsa da günümüzde hala eski ismi olan Şahgoli ismi kullanılan park Kaçar hanedanlığı devrinde bir yazlık saray olarak kullanılmıştır. İçinde 12 metre derinliğinde bir su havuzu ve bir saray bulunuyor. Park Pehlevi hanedanı devrinde yeniden düzenlenmiştir.

Kandovan

İran'ın peri bacaları olarak bilinen Tebriz'in güneyindeki Kendovan köyü, bölgede bulunan Sehend yanardağının ve bölgedeki başka yanardağların faaliyetleri sonucu oluşmuştur. Yanardağların aktif olması sonucunda magmalar dışarıya püskürtülmesi ve lav akıntıların sonucunda bu maddeler birikmiş ve günümüzdeki kayaları oluşturmuştur. Kendovan adı bu köydeki kaya evlerin bal peteğine benzemesinden dolayı kullanılmıştır. Bu bölgeyle ilgili tarihi eserlerde Hilever köyünün adı geçmektedir. Tarihi eserlere göre Hilever köyü, Kendovan köyünün Doğusunda iki kilometrelik bir mesafededir. Tarihçilere göre Hilever halkı 13. yüzyılda Moğol saldırısından korunmak için Kendovan köyünün tam karşısında bulunan ovaya taşınan ilk insanlar olmuşlar ve böylece yavaş yavaş şimdiki Kendovan köyüne taşınarak kaya evlerinde yaşamlarını sürdürmüşler. Ama kimi arkeologlar da bu köyün geçmişini daha da eskilere ve İslam'dan önceki devirlerle ilişkilendiriyorlar.  


Turizme açık olan bu kaya evlerde 120 aile yaşamaktadır ve tarım, hayvancılık ve el sanatı ürünleri üretmekle yaşamını sürdürmektedir. Bu kaya evlerinde de oturma odası, depo alanları, kiler, mutfak ve gardırop görevi yapan odacıklar ve ayrıca elektrik ve su tesisatı da mevcuttur. 



Bu kaya evlerinin duvarlarının ortalama kalınlığı iki metredir ve bu yüzden de doğal olarak evin içerisi kışın sıcak ve yazın serindir. Burada ilgi çekici nokta ise bu kayaların 40 metre civarında olmasıdır. Evlerin çoğu da iki kat veya dört kattan oluşmaktadır.


Babek Kalesi

9. yüzyılda Abbasi hilafetine karşı gerçekleşen ayaklanmaların en önemlisi olan Hürremiyye hareketi ve bu hareketin en önemli lideri Azerbaycanlı Babek, Tebriz yakınlarındaki Keleyber kasabasında yer alan Bezz kalesini karargahı yaparak 816-838 yılları arasında 22 yıl boyunca Halife'nin altı ünlü komutanını mağlup etmeyi başarmış ve Hürremilik hareketini devrin en korkulu isyanına çevirmiş.  


Tebriz çevresinde çobanlık yaparak yetişmiş olan Babek'in iki amacı vardı: Toprağı sahibinden alıp onun üzerinde çalışanlarla paylaşarak feodalizmi ortadan kaldırmak. Kadınları kölelikten azad ederek onları eşit hukuk seviyesine getirmek. Neticede Babek, Ermeni bir keşişin tuzağına düşerek esir edilir ve 4 Ocak 838 tarihinde Samarra şehrine getirilerek, Halife Mu’tasım'ın gözleri önünde kol ve bacakları kesilmek suretiyle işkence ile idam edilir. Asırlar sonra günümüz Azeri halkı Babek'in direnişini kendi uluslaşmasının temeli yaparak Azerbaycan'ın milli kahramanı konumuna getirmişler. Günümüzde Tebriz'in kuzey doğusunda yer alan Keleyber yakınlarındaki Bezz Kalesine, Babek'in doğum günü olan Temmuz ayının ilk haftasının sonu gününde yüz binlerce insan akın etmektedir.    

St.Stephanos Ermeni Manastırı

Tebriz'in kuzey batısındaki Culfa'da yer alan St.Stephanos Ermeni Manastırı, İran'ın Doğu Azerbaycan ve Batı Azerbaycan eyaletlerinde yer alan ve 2008 yılında UNESCO'nun Dünya Mirası Listesi kapsamında kültürel miras olarak ilan edilmiş 129 hektarlık bir alandaki üç Ermeni kilisesinden biridir. St.Stephanos Ermeni Manastırı ilk olarak 7. yüzyılda inşa edilse de depremler sonucu harap olmuş ve bu günkü hali ile Safeviler döneminde yeniden inşa edilmiş ve Kaçar hanedanı döneminde restorasyonlar geçirmiştir. Kendisi Şamanist eşi ise Nesturi Hıristiyan olan Moğol hükümdarı Hülagû Han'ın Tebriz'i 13. yüzyılda ele geçirip İran'da kurulan Moğol İlhanlı Devletinin başkenti yapmasıyla bundan Hristiyanlar yarar sağlamış ve Ermeni Kilisesi de İlhanlılar ile barış antlaşması imzalamıştı. Bu dönemde Tebriz başta olmak üzere Azerbaycan şehirlerine Ermeni tacirler ve sanatçıların yerleştirilmesiyle artan Ermeni nüfusu, Safeviler zamanında Ermenilerin zengin Avrupa şehirleri ile kurmuş oldukları ticari ilişkilerden yararlanmak isteyen Şah Abbas tarafından 1605-1606 yılları arasında başkent Isfahan'a yerleştirilmiştir. Kaçar hanedanının iktidara gelmesinden sonra, Ermeniler ayrıcalıklı yurttaş statüsüne hak kazanmış bu dönemden itibaren tüm İran vatandaşları ile aynı haklara sahip olan Ermeniler günümüzde de İslam Cumhuriyetinde İran Meclisinde kendi haklarını korumak üzere iki milletvekilleri bulunmaktadır.

2015'te turizm bakanlarının oy birliğiyle Tebriz, İran adına bir daha tekrar gerçekleşmesi ancak yarım asır sürecek bir etkinliğe ev sahipliği yapması için 2018 İslam Dünyası Turizm Başkenti olarak seçildi. 2019 İslam Dünyası Kültür Başkenti olarak belirlenen Bakü'ye bu misyonu devredene kadar 1 sene boyunca bu etkinliğe ev sahipliği yaparak dünyanın dört bir yanından misafirlerini ağırlayacak olan Tebriz, tarihi ve kültürel geçmişi ile İslam Dünyasının Kültür ve Turizm Başkenti olma kapasitesine fazlasıyla sahip...

Tebriz Tarihi Kronolojisi

M.Ö 718 - Tauris ve Tarui adı ile Asur Kralı II. Sargon’a ait  tabletlerde ilk kez adı geçti.

M.S 297 - Ermeni Kralı III. Tridates tarafından başkent yapıldı.

309-379 - Sâsânî Şahı II. Şâpûr'un Ermeni Krallığına karşı giriştiği savaşta ordugâhı oldu.

642 -  Hz. Ömer döneminde Mugire b. Şu‘be tarafından İslâm topraklarına katıldı

791 - Hârûnürreşîd devrinde imar edilip etrafı surla çevrilince önemi arttı.

984-1054 - Abbâsîler’in zayıflamasıyla bağımsız hale gelen Revvâdîlerin başkenti oldu.

1054 - Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey tarafından ele geçirildi.

1062 - Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey ile Abbâsî halifesinin kızının düğünü Tebriz'de gerçekleşti.

1197 - Selçukluların zayıflamasıyla bağımsız hale gelen Selçukluların Azerbaycan Atabegi İldenizlilerin başkenti oldu.

1186 - Şems-i Tebrîzî dünyaya geldi.

1225 - Moğolların önünden kaçarak böleye gelen Celâleddin Harezmşah'ın yönetim merkezi oldu.

1231 - Moğol işgaline uğrayan Tebriz, Argun Han tarafından bölgede askerî faaliyetleri için merkez yapıldı.

1256- Hülâgû Han'ın gelişiyle Hülâgû Han tahtı diye nitelendirilmeye başlayarak, İran'da kurulan Moğol-İlhanlı yönetiminin idarî-siyasî merkez oldu. 

1297 - İslamiyeti İlhanlıların resmi dini yapan Gazan Han han tarafından yaptırılan ve 17. yüzyıla kadar ayakta kalan medrese, rasathane, darüşşifa, kütüphane ve Gazan Han'ın türbesinden oluşan Şamıgazan'ın inşasıyla şehrin en parlak günleri başladı.

1357 - Altın Ordu Hanı Cani Beg tarafından ele geçirildi.

1358 - Celâyirliler tarafından ele geçirildi ve başkent oldu.

1385 - Altın Ordu Hanı Toktamış tarafından ele geçirildi ve yağmalandı

1386 - Timur tarafından ele geçirildi 

1408 - Karakoyunlu Kara Yusuf tarafınden ele geçirildi ve Karakoyunluların başkenti oldu.

1465 - Mescid-i Kebud'un inşasına başlandı

1469 - Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan tarafından ele geçirildi ve Akkoyunluların başkenti oldu.

1501 - Safevi hükümdarı Şah İsmail tarafından ele geçirildi ve Safevilerin başkenti oldu.

1514 - Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim tarafından ele geçirildi. Şehirde 1 hafta kalan Yavuz Sultan Selim ve Osmanlı ordusu geri döndükten 1 ay sonra Şah İsmail tarafından geri alındı.

1534 - Osmanlı padişahı Kanuni Sultan Süleyman devrinde gerçekleşen Irakeyn Seferi esnasında Veziriazam Pargalı İbrahim Paşa tarafından ele geçirildi. Ordu şehirden ayrıldıktan sonra Safeviler tarafından geri alındı.

1548 - Osmanlı padişahı Kanuni Sultan Süleyman tarafından ele geçirildi. Şehirde çok kısa bir süre kalan Kanuni Sultan Süleyman geri döndükten sonra Safeviler tarafından geri alındı.

1585 - Osmanlı padişahı III. Murad döneminde Özdemiroğlu Osman Paşa tarafından ele geçirildi ve Osmanlı eyaleti haline geldi. 

1603 - Safevi hükümdarı Şah Abbas tarafından geri alındı ve 20 yıldır Osmanlı şehri olan Tebriz'deki mevcut Osmanlı eserleri hiçbir iz kalmayacak şekilde Şah Abbas tarafından yıktırıldı.

1618 - Osmanlı padişahı II. Osman döneminde Halil Paşa tarafından ele geçirildi ve tahrip edildi. Ancak Serav Anlaşması ile Safevilere bırakıldı.

1635 - Osmanlı padişahı IV. Murad tarafından ele geçirildi ve tahrip edilip yakıldı yıkıldı. 

1639 - Kasr-ı Şirin Anlaşması ile Safevilere bırakıldı.

1725 - Osmanlı padişahı III. Ahmed döneminde Köprülüzade Abdullah paşa tarafından ele geçirildi. 

1730 - Nâdir Şah Afşar tarafından geri alındı.

1731 - Osmanlı padişahı I. Mahmud döneminde Hekimoğlu Ali Paşa tarafından ele geçirildi. 

1736 - İstanbul Anlaşması ile İran'a bırakıldı.

1747 - Dünbülîler şehri ele geçirip Tebriz-Hoy Hanlığı’nı kurdular.

1790 - Ağa Muhammed tarafından Kaçar hâkimiyetine alındı.

1827 -  Rus işgaline uğradı.

1828 - Türkmençay Antlaşması’yla İran'a geri verildi.

1906 - Tebrizli aydınların baskısıyla Muzafferüddin Şah meşrutiyet ilân etti. 

1909 - Şahı destekleyen Ruslar, Tebriz’i işgal ederek birçok kişiyi idam ettiler.

1918 - Ruslar, Şubat 1918’de buradan ayrıldılar. Bu sırada İngilizler Tebriz’i almak isteyince Osmanlı Kafkas Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir 2 Eylül’de şehre geldi ve 5 Eylül’de İngilizler’i püskürterek şehre hakim oldu Ekim 1918’de az bir kuvvet bırakıp çekildi. 

1921- 26 Şubat'ta yapılan İran-Rus antlaşmasıyla İran’a bırakıldı.

1941 - 6 Ağustos 1941’de Sovyetler Birliği’nin işgaline uğradı.

1945 - Tebrizli aydınlar, Sovyet ve İran baskılarına karşı özerklik isteyen Fırka-i Demokrât-ı Âzerbaycân’ı kurdular. Partinin gayretleriyle 12 Aralık 1945’te Azerbaycan Millî Meclisi açıldı ve Seyyid Câfer Pîşeverî başkanlığında Azerbaycan Millî Hükümeti kuruldu.

1946 - 14 Haziran 1946’da İran hükümetiyle Âzerîler’in haklarını garanti altına alan bir antlaşma yapıldıysa da İran hükümet kuvvetleri Aralık 1946’da Tebriz’e girerek Azerbaycan Özerk Cumhuriyeti’ni ortadan kaldırdı.

7 Ekim 2018 Pazar

Ay Adları Nereden Geliyor ?


Günümüzde miladi takvim için kullanılan İngilizce ve diğer Avrupa dillerindeki ay isimleri Latince'den gelmektedir. Ayların oluşumu Antik Roma dönemine dayanır. Roma takvimi ilk düzenlendiğinde on aya sahipti. Bu takvim Roma’nın efsanevi kralı Romulus’a atfedilmiştir. Geleneğe göre Romulus takviminde ilk ay Romulus’un babası olduğu söylenen Roma savaş tanrısı Martius’dan esinlenilerek Martius adını almıştır. Yılın ikinci ayı aşk ve güzellik tanrıçası Aphrodit'in ayı olarak kabul edildiğinden Aprilis adı verilmiştir. Yılın üçüncü ayı ise bu ayda Roma mitolojisinde bahar-bereket tanrıçası Maius için şenlikler düzenlenip Maius'nin bayramı kutlandığından Maius olarak adlandırılır. Yılın dördüncü ayının adı da yine bir tanrıça olan Juno'dan gelmiştir. İlk dört ayın adı Roma tanrılardan ya da kültürünün değerlerinden türetilmişken beşinci aydan itibaren gelen aylar çok daha basit bir şekilde Latince beş ile on arasındaki sayılar olan quntilis, sixtilis, septem, ôctō, novem ve decem'den gelmektedir. Romulus tarafından, M.Ö yedinci ya da sekizinci asırlarda tasarlandığı rivayet edilen bu takvimde yıl, Martius ayında başlamaktaydı. Altısı 30 günlük ve dördü 31 günlük on aydan oluşan ve onuncu ay anlamındaki december ile sona eren yıl, 304 gün sürmekteydi. 

Romulus’un halefi ve Roma’nın ikinci kralı Numa M.Ö. 700 yıllarında 10 aylık takvimi 12 aya çıkardı. Eklenen iki ay kış mevsimine rastlıyordu. Bu iki aydan birincisine barışın ve çiftçiliğin tanrısı Janus’un adına izafeten Januarius adını verdi, diğerine o tarihlerde Etrüsk Tanrısı Februu adına yapılan geleneksel Februa (arınma) ayinine izafeten Februarius dedi. Böylelikle farklı gün adetleri taşıyan 12 aylık ve 354 ya da 355 günlük bir yıla ulaşılmıştı.

Julius Sezar

M.Ö. birinci asırda Roma takvimi, ayın hareketlerinden ve mevsimlik değişimlerden çok uzak bir resim çizer hâle dönüşmüştü. M.Ö. 48 yılında Mısır'ı fetheden kumandan Julius Ceasar(Jül Sezar), burada İskenderiye'li ünlü astrolog Sosigenes ile tanıştı ve ondan, mevcut takvimin düzeltilmesi çalışmalarına başlaması emrini verdi. M.Ö. 46 yılında Julius Ceasar, Roma'nın tek hâkimi seçilince Sosigenes'in hazırladığı takvim düzenini yürürlüğe koydu. 1582 yılında Gregoryen takvime geçilene dek batı dünyası tarafından kullanılan bu takvim düzenine verilen isim, "jülien takvim"dir. Bu takvime göre 1 yıl 365 gün sürecek. Her yıldan 6 saat artacak ve 4 yılda bir artan bu saatler takvime 1 gün olarak eklenecek, böylece o yıl 365+1=366 gün olacak 366 gün ise 12 aya bölünecekti. Fakat 366 tam olarak 12'ye bölünemediğinden 6 ay 30 gün, 6 ay da 31 gün olacaktı. Julius Ceasar'ın emriyle 365 gün çeken yıllarda en son aydan düşülmesi sağlanmıştır. O zamanlar yılın son ayı Februarius, yılbaşı ise Martius'tu. Böylece Şubat ayı dört yılda bir 30 gün diğer yıllarda 29 gün olmuştur.

Ceasar, Romulus Takvimi’ndeki ay adlarını, biri hariç değiştirmedi. Sadece Romulus Takvimi’ndeki beşinci ay olan, kendi takviminde ise yedinci ay olan doğduğu Quintilis ayına kendi ismini vermesiyle bu ayın ismi Julius (July) olmuştur. Julius Ceasar'ın ölümünden sonra tahta geçen Oktavius'a senato tarafından Augustus unvanı verilmişti. O da büyük amcası Julius Ceasar gibi gibi kendi adına bir aya sahip olmak istedi ve MÖ 25-26 yılında, Julius Ceasar'ın sevgilisi Mısır Kraliçesi Kleopatra’nın öldüğü ay olan, Sixtilis’in ayının adı değiştirip Augustus adını verdi. Fakat ismi Julius Ceasar'dan gelen Julius ayı 31 gün çekerken, Augustus'un ayı 30 gün çekiyordu. Bunun üzerine Augustus da yılın son ayından bir gün alın benim ayıma ekleyin diye emir verdi ve böylece Februarius'tan 1 gün daha alınır. O günden sonra Februarius ayı dört yılda bir 29 gün, diğer yıllarda 28 gün, Julius Ceasar'ın ayı Julius ve Augustus'un ayı Agustus da peş peşe 31 gün çeker olmuştur.

Her 4 yılda bir uygulanan artık yıl içerikli ve 365 çekirdek günlü sene ile Jülien takviminde bir Jülien takvim senesi, güneş yılından 0.0078 gün (ya da 11.23 dakika) uzun olmaktaydı. Fark 131 senede bir güne ulaşıyordu. 325 yılında düzenlenen İznik Konsilinde tespit edilmiş paskalya tarihi, 1582 yılına kadar geçen 1257 yılda, 9.8 günlük bir fark arz etmeye başlamıştı. Hristiyan dinsel pratikleri çerçevesinde çok önem verilen Paskalya tarihi ile ilk bahar gündönümü arasındaki ilinti kaybolmaya başlamıştı. Konuya eğilen Katolik Kilisesi ve Papa III. Paul, konunun irdelenerek bir karara bağlanması için 1563 yılında trent konsil'ini topladı ve ciddî çalışmalara girişildi. Cizvit Papazı Christopher Clavius'a (1537 – 1612) ait öneri kabul edildi ve 24 şubat 1582 tarihinde yayınlanana bir "papalık kararnamesi" ile takvim reformunun ya da Gregoryen takvimin esaslarını bildirdi. Uygulama sonucu, 4 ekim 1582 perşembe gecesi yatanlar, ertesi sabah 15 ekim 1582 cuma tarihinde uyandılar. Böylelikle gregoryen takvim düzeni yürürlüğe konmuş oldu. Bu yeni takvim düzeninde ay adları dahil olmak üzere hemen her şey, Jülien takvim ile aynı esasları taşımaktadır. Tek değişiklik, 11.23 dakikalık farka ait uzun vadedeki sonuçların, bir kez daha yaşanmaması için alınan tedbirdir.

Christopher Clavius 

Batı dünyasında Gregoryen takvime geçiş süreci özellikle Ortodoks ve Protestan ülkeler açısından sancılı ve çok uzun bir süre almıştır.
Katolik ülkeler, İtalya, İspanya, Portekiz ve Polonya yeni takvim düzenini hemen kabul ettiler. Kısa bir zaman sonra Fransa ve Lüksemburg, iki sene içinde de, Belçika, İsviçre, Hollanda ve Almanya'nın katolik bölümleri, bunlara katıldı. 1699 ilâ 1701 yılları arasında Hollanda, Danimarka, İsviçre ve Almanya'nın tamamı, yeni takvim düzenini kabul etti. İngiltere ve kolonilerinde Gregoryen takvim, 2 eylül 1752 çarşamba gecesinin ardından, 14 eylül 1752 perşembe gününe geçmek suretiyle uygulamaya kondu.  

Fransız İhtilal Takvimi

1789 Fransız İhtilâli’nden sonra eski devre ait her şey silinmek istendiğinden takvim de değiştirilmişti. 1793’te kabul edilen ve bu yılı I. yıl sayan Fransız ihtilâl takvimi, 22 Eylül’den başlayan 12 aya tabiattan isimler verilmiştir. Ancak on sene geçmeden eskiye dönülmüştür. Japonya 1873'de, Mısır ise 1875'de Gregoryan takvim düzenini kabul ettiler. Rusya ve Bulgaristan'ın ise Gregoryan Takvimi’ne geçmesi, Birinci Dünya Savaşı’na takvim farklığı yüzünden savaşa rakiplerinden 13 gün sonra girmeleriyle oldu. Yunanistan ancak 1923’te Gregoryan Takvimi’ne geçti. Sovyetler Birliğinin tamamında Gregoryen’a geçiş ancak 1930’da tamamlandı. Türkiyen'in Gregoryan miladi takvime geçişi ise 26 Aralık 1925 günlü Takvim, Saat ve Ölçülerde Değişiklik Yapan Kanun’la mümkün oldu. 

15 Eylül 2018 Cumartesi

Binbir Gece Masalları


Dünya edebiyatının en ünlü masal külliyatlarından biri olan Binbir Gece Masalları, 8. yüzyılda sözlü gelenekte ortaya çıkmış olan masalların derlenmesiyle oluşmaya başlamıştır. Buna rağmen masalların esas kaynağı Farsça bir kitaptan gelmektedir. Hikâyelerin çekirdeğini eski bir İran kitabı olan Hezâr Efsâne (Bin Efsane) adlı eser oluşturmaktadır. Masalların nasıl derlendiği ilk kez kim tarafından yazıya geçirildiği kesin olmamakla birlikte 9. yüzyıl da hikâyeleri derleyen ve Arapça'ya çevirenin, masalcı Ebu Abdullah Muhammed el-Gahşigar olduğu görüşü ileri sürülmektedir. Arapça adı “Elf leyle ve leyle” olan bu masal külliyatı, bir çerçeve hikâye içerisinde yer alan pek çok hikâyeden meydana gelmiştir. Çerçeve hikâye kısaca şöyledir: Semerkant Hükümdarı Şahzaman bir gün kardeşi Sâsânî Hükümdarı Şehriyâr’ı görmeye giderken unuttuğu bir şeyi almak üzere geri döndüğünde sarayda karısının ihanetine şahit olur ve onu derhal öldürür. Şehriyâr’ın yanındaki misafirliği sırasında kardeşinin ava gittiği bir gün yengesinin onu daha çirkin bir şekilde aldattığına şahit olur. İki kardeş deniz kenarında gezinirken omuzunda sandıkla bir ifritin denizden çıkması üzerine korkularından bir ağaca tırmanırlar. Ağacın altına gelen ifrit sandıktan bir kadın çıkardıktan sonra uyumaya başlar. İfritin karısı olan bu kadın iki kardeşi görür ve ifriti uyandırmak tehdidinde bulunarak onlarla cinsel ilişki kurarak ifrite ihanet eder. Bunun üzerine iki kardeş bütün kadınların sadakatsizliklerine kanaat getirir. Bu sebeple Sâsânî Hükümdarı Şehriyâr sarayına döner dönmez karısını öldürtür. O günden sonra da her gün bir genç kızla evlenir ve ertesi günü boynunu vurdurur. Padişaha kız bulmakla görevli olup güç durumda kalan vezirin de iki kızı vardır. Büyük kızı Şehrazâd kendini feda etmek pahasına da olsa kadınları bu belâdan kurtaracak bir plan hazırlayarak babasını güçlükle ikna edip padişahla evlenmeyi kabul eder. Gerdeğe girmeden önce de kız kardeşi Dünyâzâd ile görüşme izni alır. Dünyâzâd, önceden kararlaştırıldığı üzere Şehrazâd’dan bir masal anlatmasını ister. Şehrazâd gündüz kız kardeşi Dünyâzâd’tan hikâyeler dinleyecek kendisi de geceleri hükümdar Şehriyar'a anlatacaktır. Şehrazâd ölümünü geciktirmek için her gece hükümdara bir masal anlatamaya başlar. Şehrazâd sabaha kadar devam eden masalı en heyecanlı yerinde keser. Padişah da masalın sonunu öğrenmek için idamı sonraya bırakır. Şehrazâd padişahı böylece 1001 gece oyalar. Masalların sonu geldiğinde, Şehrazâd 'ın Hükümdar Şehriyar'dan üç erkek çocuğu dünyaya gelmiş ve evlilik üzerinden uzun bir süre geçmiştir. Şehriyar bin bir gecedir beraber olduklarını ve onu aldatmasının mümkün olmadığını tüm kadınların sadakatsiz olmadığını da ispat etmiş olmaktadır. Böylece Kralın kadınlara olan öfkesi ve kötü düşünceleri dinmiş, Şehrezâd 'ın sadakatine inanmıştır. Şehrazâd 'ın Şehriyara anlattığı bu öyküler Bin bir Gece Masallarını oluşturan hikayelerdir. Hemen hemen tüm dünya dillerine çevrilen masalar arasında "Ali Baba ve Kırk Haramiler" ve "Alaaddin'in Sihirli Lambası" da yer almaktadır.

Son şeklini Mısır’da Memlükler devrinde aldığı kabul edilen hikâyelerin birçok değişik yazmaları vardır. Bunlar, 1814’ten günümüze kadar Hindistan, Mısır, Avrupa ve Beyrut’ta defalarca basılmış ve çeşitli dillere tercüme edilmiştir. Bu neşirlerin içinde eksiksiz olanı, 1835 yılında Kavalalı Mehmed Ali Paşa devrinde Mısır'da iki cilt halinde Bulak matbaasında basılandır. Bu baskı daha sonra defalarca tekrar edilmiştir. Binbir gece masalları Avrupa’da ilk defa 18. yüzyılın başlarında Antoine Galland tarafından, kendisine Suriye’den gönderilen bir yazmadan Fransızca’ya çevrilmiştir. Türkçe’ye tercümesi ise ilk olarak Sultan Abdülmecid(1839-1861)  devrinde Ahmed Nazif Efendi tarafından yapılmıştır. Masalların müstehcen tarafları atılarak Terceme-i Elf Leyle ve Leyle adıyla dört ve altı cilt halinde tarihsiz olarak iki defa basılmıştır.

*Kapak resmi Şehrazâd, Şehriyâr’a masal anlatırken. Modern dönemde Dicle Nehri kıyısında Bağdat’ta yapılmış Bin bir Gece Masallarını konu alan bir heykel.

5 Ağustos 2018 Pazar

Bir Ceneviz Kolonisi: Galata - Osmanlı Fethine Kadar


447 yıllarında yazılmış "Notitia urbus Constantinopolitanae" adlı eserde Konstantinapolis'in, aynı Roma gibi, on dört bölgeye ayrıldığı belirtilir. Bu bölgelerin on üçü Theodosios surları yani bu günkü tarihi yarımadanın içindedir, sadece bir tanesi "Sykai", Roma'da Tiber'in karşı kıyısında yer alan ve bugün Trastevere denilen bölge gibi Haliç'in karşı kıyısındadır. Galata yöresine erken Bizans döneminde “Sykai” yani “İncirlik” ismi verilmiştir. Esas şehirde: Haliç ile ayrılmış bölge, eski Yunan diliyle “karşıdaki incirlik” anlamına gelen “Peran en Sykasi” olarak isimlendiriliyordu. Sykai ismi 9. yüzyıla kadar kullanılmış, bu tarihten sonra yerini sadece, “karşı” mânasına gelen "Pera" ismine bırakmıştır. Bu kelime, yabancı tüccarların yaşadığı bölgeye yerli Bizans halkının yabancılığını da ifade etmekteydi. İlk günlerinden bu yana Pera'nın Haliç'in karşı kıyısındaki Konstantinopolis'ten farklı bir karakteri ve kimliği olmuştur. Tarih boyunca Peralıları, Konstantinopolis halkı "frangofouromeni" yani "Batılı giysiler giyenler" diyerek, Osmanlılarsa kâfir diyerek hakir görmüştür. Yüzyıllar boyunca ayrı bir şehir olarak yönetilen, sonrasında da Osmanlı yasasına tabi olmadan Avrupalıların ve yabancı büyükelçiliklerin koruması altındaki yerel Hıristiyanların yerleştiği, her büyükelçiliğin kendi mahkemesi, posta servisi ve hatta cezaevi bulunan bu bölgede yaşayanlar, buranın Avrupa şehirlerine benzemesinde büyük rol oynamışlardır. 


Koyu Kırmızı Yerler Ceneviz Kolonileri

Galata isminin, kentin çevresinde ahırlar bulunmasından dolayı “süt” anlamına gelen Yunanca "galaktus" veya İtalyanca “merdivenli yol” demek olan "calata"dan geldiği ileri sürülmekle beraber kelimenin menşei tam olarak bilinmemektedir. Konstantinopolis, 1204 yılında Haçlılar tarafından ele geçirilip yağmalandıktan sonra 1261 yılında VIII. Mikhail Palaiologos tarafından Latinlerden geri alınırken Cenevizler önemli askeri destek vermişlerdir. Bunun üzerine Bizans İmparatoru VIII. Mikhail Palaiologos, 1261 baharında Nimfayon Anlaşması ile Cenevizler ile ittifak kurarak Galata'yı Cenevizlilere verir. 

Ceneviz adı, 11. yüzyılın başından 1815'e kadar İtalya Yarımadası'nın kuzey batısında, bugünkü Cenova civarında hüküm sürmüş bir İtalyan şehir devleti olan Cenova Cumhuriyetine Osmanlıların verdiği isimdir. Denizcilik yoluyla gelişen Cenovalılar, doğuda birçok imtiyazlar elde etmişler, deniz kuvvetlerinin güçlü olması sebebiyle pek çok önemli kilit limanların sahibi olmuş veya bu tür yerleri özel statülerle kontrol etmişlerdi. Nimfayon Anlaşması ile Bizans İmparatoru ile ittifak kuran Cenevizliler, Haliç kıyısındaki Galata'ya yerleşmekle yetinmeyip Karadeniz ve Ege'de, İmparatorluğun tüm limanlarının kendilerine açılması gibi bir çok imtiyaz da elde etmişlerdi. 12. yüzyılın sonunda Kudüs'ün tekrar Müslümanların eline geçmesi Avrupa için Doğu Akdeniz ticaret yolunun güvenirliğini kaybetmesine neden olmuştu. Ancak 13. yüzyılda Moğolların gelişinden sonra kuzey Karadeniz'de alternatif bir ticaret yolunun oluşur. Cenevizlilerin kuzey Karadeniz kolonileri sayesinde Çin, Hindistan ve İran ticaretini kontrol altında tutan Moğollar ile Avrupa arasında aracı olmaları ve Hint baharatı, at, kürk ve köle ticaretinden büyük servetler kazanmalarını sağlamıştır. Ceneviz Galata'sı zamanla Levant'taki başlıca limanlardan biri haline gelerek Konstantinopolis'in üç katı ticaret hacmine ulaşır. Kırım ve Karadeniz'deki Ceneviz kolonilerinden ve Tuna üzerinden Balkanlardan getirilen buğday, balmumu, donyağı, ipek, tuz ve şap gibi mallar Galata üzerinden Avrupa'ya taşınmaktaydı. İmparator ile Cenevizliler arasında 1304 Mart’ında imzalanan bir anlaşmaya göre Cenevizliler tespit edilen bölgenin içinde hamam, kilise, et ve buğday pazarları yapabilecekler fakat etrafını asla surla çeviremeyeceklerdi. 

Ceneviz Sarayının Kalıntıları

Cenevizliler Galata'yı, her yıl Cenova senatosu tarafından atanan "podesta" adı verilen bir vali aracılığıyla yarı bağımsız bir koloni olarak yönettiler. Podesta ve konsülü, Podestat denen binada toplanırlardı.  Galata'da, “Piazza” denilen ana meydanın yanında "Palazzo del comune" olarak adlandırılan ve Podesta'nın makamı olan bir saray yapılmıştı. “Ceneviz Sarayı” olarak bilinen bu yapının, fetihten sonra varlığını sürdüren Galata-Ceneviz cemaatinin idare merkezi olarak kullanıldığı düşünülmektedir. 1314 yılında tarihlenen Ceneviz Sarayı aslında Cenova'ya bağlı Galata'daki Ceneviz idarecisinin sarayı olarak inşa edilmiştir. Podestat’ın süslü ön cephesi 1908'de iş hanı yaptırılmak üzere yıkılmış ve bu gün Avusturya Lisesi’nin ön kapısının bitişiğinde yer alan binanın geriye kalan arka kısmı bir Lokanta olarak hizmet vermektedir. 


Cristoforo Buondelmonti'e ait 1422 tarihli bilinen en eski İstanbul ve Galata haritası

Cenevizliler olası tecavüzlere karşı Galata'nın etrafını bir sur duvarı ile çevirmek için İmparator'dan gerekli izini alamasalar da 14. yüzyılda bölgeyi surlarla çevirmeye başladılar ve 15. yüzyılın ortalarına kadar alanı ve surları genişletmeye devam ettiler. Bizanslı tarihçi Nikephoros’a göre; önce koloninin etrafına bir hendek kazıp Bizans’ı bir oldubittiye getirmişlerdir. Buna ses çıkarılmayınca bu kez de bölge sınırları üzerinde muntazam aralıklarla yüksek, taştan yapılmış evler inşa etmişler daha sonra ise bu evleri burç olarak kullanıp aralarındaki boşlukları duvar ile doldurarak bir sur meydana getirmişlerdir. Bu sırada oldukça zayıf durumdaki Bizans buna bir tepki gösterememiş ve Galata surları da bu şekilde inşa edilmiştir. 



1304'te surlarla çevrilmiş ilk alan, şimdi Haliç'te iki köprünün arasında kalan uzun ve dar dikdörtgen bölgeydi. Sonrasında Cenevizliler kendilerini daha iyi savunabilmek için Haliç'in üst tarafındaki tepelere yaptıkları duvarlarla buna bir üçgen eklediler; en üst noktasına da yapımı 1348'de tamamlanan, "İsa'nın Kulesi" olarak bilinen ve zamanla Galata Kulesi diye anılan yapıyı diktiler. 


19. Yüzyıl sonlarında çekilmiş Galata Surlarının kalıntılarının görülebildiği bir fotoğraf



Daha sonra 1387 ve 1397'de kulenin kuzeybatısındaki alanı surlarla çevirdiler ve son olarak 1446'da tepenin Boğaz'a doğru inen doğu eğimini de kapattılar. Böylece son savunma sistemi, dış surunun kenarında derin bir hendek bulunan, duvarlarla çevrelenmiş beş alandan oluşuyordu. Bu günkü Azapkapı civarından yukarı çıkan ve Galata Kulesi en tepe noktasında yer alan surlar, Tophane düzlüğüne bağlanacak şekilde yamaçtan inmekteydi. Cenova idaresinde her onarım ve değişiklik surlara mermer kitabelerle işlenir. Yine Podesta’nın arması ve ana kent Cenova arması çeşitli Cenova soylularının armaları surlarda bulunmaktaydı. Bu armaların bazıları İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde bulunuyor. Galata’nın surları ile beraber inşa edilen koruyucu hendeklerden ise günümüze sadece Galata Kulesi yanındaki “Büyük Hendekˮ sokak ismi ve “Lüleli Hendek” sokak ismi kalmıştır. Fakat Galata Kulesi’nin yanındaki hendek, 1860’lı yılların bir fotoğrafında hâlâ görülmektedir. Fatih Sultan Mehmed fetihten sonra Galata kara surlarını yer yer yıktırmıştır. Galata Surları’nda Fatih Sultan Mehmed’ten sonra bilinen en köklü yıkım ise Şehremaneti (Altıncı Daire-i Belediye) tarafından 1864’ten sonra gerçekleştirilmiştir. 


Galata Surlarının Azapkapı, Haliç tarafındaki kalıntıları


Bugünkü Galata Kulesi’nin esasını teşkil eden burç, karadan gelecek bir tehlikeye karşı Galata surlarının kuzey tarafını koruyor, Haliç’ten ve Boğaz kıyısından yukarı uzanan sur duvarlarının birleştiği yerde bulunuyordu. Surların başkulesini teşkil eden bu burcu Bizanslılar Megalos Pyrgos (Büyük Burç), Cenevizliler ise Christea Turris (İsa Kulesi) olarak adlandırmışlardı. Cenevizliler, 14. yüzyılın ikinci yarısı ile 15. yüzyılın ilk yarısı içinde kule çevresindeki tahkimatı devamlı geliştirdiler, 1443’de kuleyi de yükselttiler. Öteden beri Doğu Akdeniz, Adalar ve Karadeniz ticaretindeki rakiplerine karşı Türkler’le dost geçinme siyasetini takip eden Cenevizliler, Galata tahkimatında yapacakları “yüksek bir kule” için Sultan II. Murad’dan malzeme ve borç para istemişlerdi; bu yardıma karşılık yapacakları veya yükseltecekleri kulenin uygun bir yerine Murad Bey’in adını veren bir kitâbe koymayı da teklif etmişlerdi. 




İtalya’daki merkez bu girişimi öğrendiğinde Galata idaresine çok sert bir mektup yazarak tahkimatı kuvvetlendirmeye yetecek zenginlikte olduğunu bildirmişti. Kule 1445-1446 yıllarında Baldassare Maruffo tarafından yükseltilmiş olmalıdır. Nitekim Mumhâne veya Kireç Kapısı’nda eskiden bulunan bir mermer levhada podesta Maruffo’ya buradaki surları genişlettiği ve İsa Kulesi’ne kadar bir misli daha yükselttiği için şükran ifadeleri yer alıyordu. 

Galata Pera Podestası, Cenovalı Grimaldi’nin yaptırdığı kulenin tamamlanması anısına 1443'te hazırlanmış levha , İstanbul Arkeoloji Müzesşnde sergilenmektedir.

Ceneviz çekirdek bölgesi, bugünkü Azapkapı ile Karaköy arasındaki bölüm, en canlı ticaret bölgesi idi. Ceneviz Eski ve Yeni Lonca`sı, önemli Latin kiliseleri San Michele, San Francesko, Santa Anna, Santa Maria, San Domenico, San Zani bu bölgedeydi. Yahudiler ilk kalenin doğusunda bugünkü Karaköy ve Yüksekkaldırım boyunca; Rumlar Galata Kulesi ile ilk Ceneviz Kalesi arasında ve Haliç`in Karaköy - Tophane arasındaki kıyısında, Ermeniler de onların arkasında yamaçta yer alıyorlardı.

Bu günkü Kart Çınar Sokak'ta içinde Latin Katolik Sankt Gerog Kilisesi'ni barındıran Avusturya Lisesi yer alır. 1303 tarihli bir Ceneviz belgesi bu kiliseden söz eder. Muhtemelen daha önce Rum Ortodoks kilisesiyken 1261'de Latin Katoliklere geçmişti. Asırlar boyunca geçirdiği yangınlarla defalarca harap olan kilise 1731 yangınının hemen ardından Fransa Kralı XIV. Louis'den gelen bağış ile yeniden inşa edilmiştir. Günümüzdeki yapı o tarihten kalmadır. Kilisenin içinde Apollo'ya adandığı düşünülen çok eski bir ayazma vardır. Erken Bizans döneminde ayazma Azize İrene'ye adanmıştı. Rivayetlere göre, Azize İrine burada yaşayan genç bir kızdı. Bu ayazmada Apollo'ya tapmayı reddettiği için kafası kesilmişti. Ayazma'da yer alan modern bir tabloda Azize İrine ayazmanın yanında, kesilen kafası yerde durur şekilde resmedilmiştir. Bu günkü Avusturya Hastanesi ise Sankt Gerog kilisesinin kadınlar manastırıydı. 

Bu günkü Galata Kulesi Sokak'ta günümüze kadar gelmeyi başarmış Latin kiliselerinden birinin girişi yer alır. Burası Latin Katolik San Pietro ve Paolo Kilisesidir. Kilise beyaz urbaları üzerine siyah cübbe giydikleri için kara keşiş de denen Dominiken keşişlerce kurulmuş. Aziz Dominik tarafından kurulan ve Papa III. Honorius tarafından 22 Aralık 1216'da onaylanmış bir Katolik tarikatı olan Dominikenler entelektüel geleneği ile ünlüdür, pek çok din alimi ve filozof bu tarikattan yetişmiştir Dominikenler Galata'ya ilk olarak Latin İstilasından sonra Konstantinopolis'in Latinler tarafından idare edildiği 1204-1261 tarihleri arasında gelmiş Galata'ya yerleşerek tepenin aşağısında San Pietro ve San Domenico kiliselerini kurmuşlardır. 




St. Domenico Kilisesi (Arap Camii)

Cenevizliler döneminde bir Katolik kilisesi olarak inşa edilen  St. Domenico Kilisesi, fetih öncesinden kalan tek gotik kilise olarak Galata'nın kentsel dokusunda hala fark yaratan bir yapıdır. Konstantinopolis'teki 1204-1261 arası Latin hâkimiyeti yıllarında  Galata'da Katolikler tarafından San Paolo adında bir kilise yapılmış, fakat 14. yüzyıl başlarında bu yapı Dominiken tarikatı mensuplarının eline geçince aynı yerde büyük bir manastır ile San Paolo ve San Domenico adına yeni bir kilise inşa edilmiştir. 14. ve 15. yüzyılın ilk yarısında pek çok İtalyan buraya gömülmüştür. Fetihten sonra Fâtih Sultan Mehmed tarafından 1455’te camiye çevrilmiştir. Fâtih vakfiyelerinde Galata Camii olarak geçen yapı 1492'de Endülüs'ün düşmesinden sonra İspanya'dan göçen Müslüman Arapların bu cami çevresine yerleştirilmelerinden sonra burası Arap Camii adını almıştır. 


Arap Camii İçindeki Ceneviz Döneminden Kalan Freskler


Bu yapının içindeki sıvalar 1999 depreminde dökülünce, altından İsa Peygamber, Meryem Ana, havariler ve azizlerle ilgili duvar resimleri ortaya çıkmıştır. Ancak yüzyıllar boyu gizli kalan dünya kültür ve sanat tarihi açısından yön değiştirici bu duvar resimlerinin toplanan kurul tarafından camide ibadete devam edildiği gerekçesiyle kapatılmasını uygun görülmüştür.

Galata’da Arap Camii döşemesi altında bulunan Ceneviz mezar taşları

San Domenico'nun camiye çevrilmesinden sonra Dominikenler tepenin yukarısına, San Pietro'ya adayarak yeni bir kilise kurdular. Yüzyıllar içerisinde geçirdiği yangınlar nedeniyle bir kaç kez yenilenen kilise son halini 1841'de İtalyan mimar Gaspare Fosatti'nin Kilisenin iç cephesi dış cephesine nazaran çok daha renkli ve süslemelidir. Kubbe üzerindeki altın yıldızlarla çevrili gök yüzü görüntüsü çarpıcıdır. 


Sen Piyer Kilisesi





Saint Benoit Latin Katolik Kilisesi; İstanbul Boğazı’nın Rumeli yakasında Karaköy Kemeraltı caddesine cepheli 14.yüzyılda Cenevizliler tarafından inşa edilmiştir. Yapı 1450 tarihlerinde Benedict tarikatı tarafından Saint Benoit kilise ve manastırı olarak değiştirmiştir. Osmanlı idaresi döneminde Kanuni Sultan Süleyman tarafından önce camiye çevrilmek istenmiş daha sonrada Fransız Kralına bağışlanmıştır. Bu bölgede o tarihlerde Rumların bulunmasından dolayı kilise çok faal günler geçirmemiştir. 1609 yılında kilise Cizvit papazlarına verilmiştir.1780 tarihlerinde ise tarikat ortadan kaldırılınca, bu sefer kilise Fransız Lazaristes papazlarına verilmiştir. Kilise günümüzde Saint Benoit Lisesi kompleksinde yer almaktadır. Kilise üç defa yangın geçirmiş olup en son 1996 yılında yanmıştır. Kilisenin çan kulesi çok önemlidir.

Ceneviz’le dostluk siyaseti, Bizans’a karşı olan tasavvurları sebebiyle Osmanlılara her şeyden önce Çanakkale Boğazı’ndan Gelibolu’ya geçmek için gemi kiralama imkânı veriyordu. Nitekim 1363’ten başlayarak Konstantinopolis'in fethine kadar gerek Galatalı gerekse Foçalı Cenevizliler yüksek miktarda altın karşılığında Anadolu’dan Rumeli’ye asker ve halk geçirmişlerdir.
Cenevizliler, Osmanlılar ile barış halinde olmalarıyla birlikte 1453 yılındaki kuşatma esnasında şehrin savunmasına doğrudan doğruya katılarak ve Bizans'a silâh, mühimmat, erzak yardımında bulunurlar. Cenevizli komutan Giustiniani, İmparator XI. Konstantin'in çağrısı ile Cenova'dan yanında 700 kişilik özel ordusuyla şehrin savunmasına katılmak için gelir. Konstantinopolis düştüğünde Galata’da panik çıkar ve herkes kaçmaya başlar. Kaçanların çoğu zengin Cenevizli ve Rumlar`dı. Yahudiler arasında kaçan yoktu. Konstantinopolis bir saldırı ile fethedimişti fakat Galata bir ahidname ile teslim oldu. Galata'nın Osmanlılar`a savaşsız olarak tesliminde, Ceneviz idaresine karşı olan Yahudi, Ermeni ve Rumlar'ın rolü olduğu düşünülmektedir. 1 Haziran 1453`te Yunanca olarak Zağanos Paşa tarafından kaleme alınan bu ahidnameyle Galata halkına "aman", yani İslam dinine göre sultanın yeminiyle can ve mal güvenliği verilir. Ahidnameye göre Galata halkı dinî inanç ve âyinlerini eskiden olduğu gibi devam ettirecekler; aileleri, mal ve mülkleri konusunda hiç bir endişe duymayacaklar; özgür ve güvenli bir şekilde seyahat edecekler, yıldan yıla vergi ödeyecekler, kiliselerinde âyinleri geçekleştirebilecekler ancak çan çalamayacaklar, yeni kilise yapamayacaklar, kiliseleri camiye çevrilmeyecek; gümrük vergileri ödendiği müddetçe ticaret yapmalarına kimse engel olmayacak, hiç kimse Müslüman olmaya zorlanmayacak, kendi seçtikleri kişiler tarafından işlerini yürütebileceklerdi. Sultan Mehmed, teslimden sonra hemen bir subaşı ve kadı atayarak Galata'yı doğrudan doğruya Osmanlı idaresi altına alır ve Cenevizliler’e eski özerk statülerini vermez. Başlarındaki podestaya da sadece “kethüdâ” unvanını kullanmasına müsaade eder. 

Sultan, Avrupa ile ticaretin merkezi olan Galata`nın eskisi gibi işlek bir liman olarak kalmasına önem veriyordu. Bu amaçla kaçanlara, üç ay içinde geri dönerlerse evlerinin ve mallarının teslim olunacağını ilan eder. 1455 sayımı geri dönenler olduğunu gösteriyor. Sultan, Galata kara surlarının güvenlik nedeniyle yer yer yıkılmasını emretse de kent Ceneviz dönemindeki asıl topografyasını korur. 1455 yılında, St. Domenico'nun çan kulesi minareye, kilise de camiye dönüştürülür. 

1455 yılında Galata ahalisi vergi tespiti için sayılır ve hâne sayıları kaydedilir. Buna göre, tespit edilen on üç mahallede daha çok Cenevizliler vardı. 1455 sayımına göre İtalyanlar emlâkin  % 60’ına, Rumlar % 35’ine sahiptiler. Emlâk sahibi olarak kayıtlı iki nefer Ermeni vardı, Yahudi ev sahibi ise hiç yoktu. 1460’lardan itibaren Floransalılar da buraya yerleşip giderek nüfuz kazanmaya başlarlar. 1475'te Kırım'daki Ceneviz şehri Kefe'nin fethedilmesinden sonra buraya getirilen Cenevizliler de Galata’nın başlıca Latin ve yabancı unsurunu oluşturdular. 

Osmanlı idaresinde 1453 - 1490 arasına rastlayan Galata - Ceneviz noter kayıtları, serbest yaşam ve ticaret bakımından eskiye göre önemli bir değişiklik olmadığını ortaya koymaktadır. Bu dönemde Galata’da Cenevizli, Venedikli zengin tüccarlar cizyeden muaf olarak yaşıyor, ticaret yapıyor, yıllık belli bir vergi veriyordu. 1478 sayımına göre Galata’da 535 hâne Müslüman, 592 hâne Rum, 332 hâne Latin, altmış iki hâne Ermeni vardı.  




Sultan II. Bayezid, saltanatının  ilk yıllarında o zaman ağaçlar ve koruluklarla kaplı olan Galata’da avlanmak için gezinirken ağaçlar ve gül fidanları arasında bir kulübe görür; içeri girdiğinde Gülbaba adlı bir velî ile karşılaşır. Sohbetinden çok memnun kaldığı bu velînin bir isteği olup olmadığını sorunca ihtiyar, “Padişahım! Şu tepeciğe bir mektep kur da orada okuyup yazanları hizmet-i hümâyununda istihdam et” der. Bunun üzerine Gülbaba’nın gösterdiği arsanın etrafı duvarla çevrilerek bir cami ile ikişer yüz talebenin öğrenimine elverişli üç koğuş, her koğuşa birer hamam, mutfak, zâbitan dairesi ve diğer ihtiyaç birimlerini kapsayan Galata Sarayı'nı inşa ettirir. 



Osmanlılar devrinde Galata han, bedesten gibi yeni alt yapı eserleriyle hem mimari hem de nüfus bakımından değişim geçirir ve giderek eski surlar dışına doğru taşmaya başlar. Galata çevresinde Tophane, Cihangir, Fındıklı, Ayas Paşa, Kasım Paşa ve Piyale Paşa gibi yeni semtler doğar. Osmanlı devrinin başında bugünkü Tünel-Galatasaray Lisesi arası Galata’nın kuzey sınırını, bugünkü Kasımpaşa batı sınırını, Tophane ise doğu sınırını meydana getirmekteydi



Osmanlı İmparatorluğu döneminde şehre gelen mallar,  inşa edilen ve kapan adı verilen hanlarda toplanıyordu. İstanbul'da çok sayıda kapan bulunmasına rağmen en büyükleri Unkapanı, Yağkapanı ve Balkapanı olarak biliniyordu. Bu gün bulundukları semtlere de isimlerini veren bu kapanlardan Yağkapanı Galata'da idi. Unkapanı bugün hala bulunduğu semte ismini verirken, Galata bölgesinde bulunan Yağkapanı Han'dan ise günümüze herhangi bir kalıntı ulaşmadı. Han özelliğini devam ettiren ve işlevini sürdüren tek kapan olan Balkapanı'nı ise bugün Tahtakale'de görebilmek hala mümkün. Galata'daki Yağkapanı'nda da, diğer kapanlarda olduğu gibi İstanbul'a dışarıdan gelen bal, yağ, don yağı, pamuk, keten, zeytinyağı, kahve, şeker, sabun, peynir gibi ürünler depolanıp satılmakytaydı.




Galata 15. yüzyıl sonu ile 16. yüzyılda Yahudi ve Karay nüfusla tanıştı. Bilindiği üzere Aragon Kralı II. Fernando ve ve karısı Kastilya Kraliçesi İsabel, 1492'de Granada’yı alarak İspanya’yı bir Katolik devletine dönüştürme projesinin önündeki son engeli ortadan kaldırırlar. Sonrasında ülkede yaşayan Yahudi ve Müslümanları birkaç ay içinde İspanya topraklarını terk etmek ya da Hıristiyanlığa geçmek seçeneklerimden birine zorlarlar. Bunun neticesinde İspanya’da yaşayan çok sayıda Yahudi İngiltere, Hollanda, İtalya gibi ülkelere gitmiş; önemli bir bölümü de II. Bayezid zamanında Osmanlı topraklarına gelip yerleşmişti. İspanya’dan gerçekleşen göçle Galata'daki Yahudi nüfus artmaya başladı. Seferad, İbranicede İspanya anlamına geldiğinden İspanya'dan göçen Yahudilere Seferad konuştukları bir çeşit Kastilya İspanyolcası olan dile de Ladino denmiştir. Rus baskısı nedeniyle Litvanya ve Polonya ve Kırım'dan gelen kökü Hazarlara dayanan bir Yahudi grup olan Karayların yaşadıkları yerlerden biri de Galata idi. Galatada yoğun olarak yerleştikleri semt  Karay Köy adıyla anılmaya başlamış ve zamanla bu günkü Karaköy'e dönüşmüştür. Galatalı Karaylar genelde kendi aralarında Bizans-Rumcası, Latince, Kırım Karaycası ve İbranicenin karışımı Karaitika adını verdikleri Judeo-Yevanit denen bir dilde konuşurlardı.

Osmanlı devrinin başında bugünkü Tünel-Galatasaray Lisesi arası Galata’nın kuzey sınırını, bugünkü Kasımpaşa batı sınırını, Tophane ise doğu sınırını meydana getirmekteydi. 


Osmanlılar devrinde Galata han, bedesten gibi yeni alt yapı eserleriyle hem mimari hem de nüfus bakımından değişim geçirir ve giderek eski surlar dışına doğru taşmaya başlamıştır. 

Bağlanmaz firdevse gönlünü Galata’yı gören 
Servi anmaz anda ol serv-i dilara gören 

Bir firengî şîveli İsayî gördüm anda kim 
Lebleri dirilmiş der idi İsa’yı gören

Akl-ü fehmin dîn ü îmânın nice zabteyleyesin 
Kâfir olur hey müselmânlar o tersâyı gören

Kevseri anmaz o içtiği  mey-i nâbı  içen 
Mescide varmaz o vardığı kilisâyı gören 

Bir firengi dilber olduğunu bilürdi Avni ya 
Bel-ü boynunda o zünnâr-ü çelipâyı gören




29 Temmuz 2018 Pazar

Bir 18. Yüzyıl Entellektüeli: Dimitri Kantemir


Tarihçi, coğrafyacı, haritacı, müzisyen, mimar ve filozof kişiliği ile Rönesans entellektüellerini hatırlatan Dimitri Kantemir, 26 Ekim 1673 tarihinde bu gün Romanya sınırları içerisinde kalan Vaslui ilinin Silişteni kasabasında dünyaya gelir. Babası, Boğdan Voyvodası Konstantin Kantemirdir. Vaftiz adı "Kantemir" olup Boğdan Voyvodası olduktan sonra Konstantin Kantemir ismini alan babasına Kantemir adının Tatarlar tarafından verildiği rivayet edilir. 

Küçük oğlu Dimitri’yi çok iyi yetiştiren Konstantin, onun Latince ve Yunanca öğrenmesini sağlar, ayrıca edebiyat ve felsefe dersleri aldırır. O dönemde, bu günkü Romanya'nın kuzey doğusu ve bu günkü Moldova'nın tamamı ile bu günkü Ukrayna'nın çok küçük bir kısmını kapsayan Moldova Prensliği yada Osmanlı literatüründeki adı ile Boğdan Voyvodalığı Osmanlı İmparatorluğuna tâbi bir prenslikti. Eflak ve Boğdan’a voyvoda seçilenler oğullarından birini İstanbul’a rehine olarak gönderirlerdi. Dimitri, 1688 yılında İstanbul’a gider ve 1691’e kadar orada kalır. İki yıl sonra babasının ölümü üzerine Boğdan'da boyarlar tarafından voyvoda seçilir ancak onun bu ilk voyvodalığı sadece üç hafta sürer. Çünkü Eflak Voyvodası kendi damadını Boğdan’ın başına getirtmiştir. Bu durum karşısında Dimitri tekrar İstanbul’a gider ve 1710 yılına kadar burada yaşar. Bu süre içerisinde İstanbul'da tahsilini sürdüren Dimitri Kantemir, hem Rum Ortodoks Patrikhânesi’ne hem de Enderun’a devam eder. Türkçe’den başka Arapça, Farsça, Fransızca ve İtalyanca öğrenir. Babası Konstantin çok iyi flüt çaldığından, küçük yaştan itibaren müziğe ilgisi vardı. Bu ilgi İstanbul’da da devam etti. Kemanî Edirneli Ahmet Çelebi’den mûsikiye dair bilgiler alır, Tamburî Angeliki’den ise tambur öğrenir, ayrıca ney üflemeye, besteler yapmaya başlar. Dimitri, Avrupa müziğinden ziyade Türk mûsikisini seviyordu. Zamanla ağa ve paşaların kabul günlerinde konuklarını eğlendirmek için toplantılara çağırdığı İstanbul'da en beğenilen tamburîlerinden biri haline gelir. Tambura yaptığı bir takım ilavelerle bu enstrümanın bu gün bilinen haline kavuşmasını sağlar. Artık şarkıları Boğaziçi kıyılarında söyleniyor ve şöhreti her tarafta duyulmaya başlıyordu. İstanbul’da  ziyafetler sohbetler düzenlediği Fener’de Fethiye Camii civarında bulunan sarayı’na, 1693’ten itibaren Ortaköy’deki yalısına ve nihayet 1700 yılından sonra kendisinin yaptırdığı Eminönü'ndeki Sancaktar Yokuşu Sarayı’na devlet ricalinden birçok dostu gelmeye başlar. 


Mûsiki ona zamanla veziriazam konağının ve padişahın sarayının kapılarını açar. Sultan III. Ahmed adına Nevâ makamında bir semai besteler. Sultan III. Ahmed, Dimitri Kantemir'in bu bestesini dinledikten sonra onu hediyelere boğar. Dimitri Kantemir, her ikisi de büyük birer müzisyen olan Hazine-i Hümayun Kethüdası İsmail Efendi ve Hazinedar Latif Çelebi'nin istekleri üzerine kendisini Türk Mûsiki tarihinin en önemli isimlerinden biri haline getiren "Kantemiroğulu Edvarı" olarak bilinen "Kitâbü İlmi’l-mûsikî alâ vechi’l-hurûfât" adlı eseri kaleme alır. Bu eser Klasik Türk Mûsikisi tarihinin en önemli metinlerinden biridir. Kantemir Edvarı'nın önemi, seslerin uyuşum olanaklarını arttıran harf temeline dayalı Dimitri Kantemir'in kendi buluşu olan yeni bir nota dizgesinden gelmektedir. Bu teori, harflerle sayıları bir araya getirdiği için bizzat Kantemiroğlu tarafından “ebcedî” olarak adlandırılmıştır. Bu sistem ile Dimitri Kantemir, bir çok Acem ve Türk şarkısını notaya geçirerek günümüze dek gelmesini sağlamıştır. Eser, ebced notasına göre yazılmış alfabetik sıraya göre 309 peşrev, 39 saz semaisi, 1 beste ve 2 aksak semai olmak üzere 341 eseri içeren 17. ve 18. yüzyılın doğu musikisinin toplandığı en önemli derlemedir. Kantemir Edvarı'nın bizzat Dimitri Kantemir elinden çıktığı anlaşılan bilinen tek nüshası, İstanbul Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’nde kayıtlıdır. 

Dimitri Kantemiroğlu İstanbul'da yaşadığı süre boyunca sadece Türk mûsikisi değil, tarih, siyaset, felsefe ve din konularında da birçok kitap yazar. Rumence yazdığı "Divanul sau Gâlceava Înţeleptului cu lumea sau Giudeţul sufletului cu trupul" (1698) (Vücutla Ruh Arasındaki Anlaşmazlık Konusunda Ulaşılan Hükümün Divanı) felsefi bir kitaptır. "Istoria ieroglifică" ise (1705) Rumence yazılmış ilk roman olarak bilinir. 

Dimitri Kantemir'in, 1710’da Kırım Hanı Devlet Giray’ın telkiniyle Sultan III. Ahmed tarafından ikinci kez Boğdan voyvodalığına getirilmesi, onun Osmanlı yönetimi ile olan ilişkilerini ve İstanbul'daki yaşantısını geri dönüşü olmayacak şekilde sarsar. Çar I. Petro, Osmanlı İmparatorluğu ile girişeceği savaşın arefesinde Boğdan'ın desteğini sağlamak için Dimitri Kantemir'i gizli bir ittifak anlaşması için ikna eder. Kantemir, Boğdan'ın bağımsızlığı karşılığında Osmanlı İmparatorluğuna karşı Rusya'nın yanında girişeceği savaş başarısızlıkla sonuçlanırsa, Çar Petro'dan alacağı tazminat üzerinde de gizli bir anlaşma yapar. Çara hizmet uğruna Kantemir'in İstanbul’da feda ettiği köşk ve mâlikânelere bedel olarak kendisine Moskova’da bunların karşılığı verilecektir. Çok geçmeden Rus orduları Boğdan sınırı olan Dinyester nehrini geçerek Boğdan topraklarına girerler. Dimitri Kantemir, Çar Petro'ya erzakla birlikte 10.000 kişilik ordu yardımında bulunur. Ancak Osmanlı ordusunun 1711 Temmuzunda Rusları, günümüzde Romanya sınırları içerisinde kalan Stanileşti'de Prut nehri kıyısında sıkıştırıp ağır şartlar içeren bir barışa mecbur bırakması Dimitri Kantemir ve Boğdan için felaket olur. Savaş esnasında pek çok Boğdanlı öldürülür ve Boğdan, Kırım kuvvetleri tarafından yağmalanır. Kantemir'in isyanınından sonra sonra artık yerel voyvodalara güvenmeyen Osmanlı hükümeti, yüzyılı aşkın süre boyunca (1711-1821) Eflak ve Boğdan voyvodalarını doğrudan İstanbul’dan Fenerli Rumlar’dan tayin etmiştir.

Kırımlı Molla Hacı Abdulgaffar’ın yazdığı 1743 tarihli bir vakayinamede anlattığına göre Dimitri Kantemir Prut yenilgisi sonrasında Boğdan'a ve İstanbul'a dönme şansını sonuza dek kaybederek 4 bin kişilik maiyetiyle Rusya’ya sığınırken kendisine ait olan segâh bir besteyi çaldırmakta ve ağlamaktaymış. Çar I. Petro, daha önce vardıkları anlaşma gereği Dimitri Kantemir’e önce Harkov ülkesini verdi. Fakat bu topraklar Kırım’a çok yakın olduğundan daha sonra onu Moskova’ya getirtti. Kendisine bu civarda 15.000 nüfuslu bir köy bağışlayarak yılda 6000 ruble  maaş bağladı, ayrıca Moskova’da iki konak hediye etti. Rusya'da yaşadığı dönemde Rusça öğrenen Dimitri Kantemir, Çar Petro’nun hizmetinde uğraşılarını sürdürmeye devam eder. Bu dönemde Rusya’da yapılan bazı kiliselerin planlarını kendisi çizer. 1714 yılında Latince olarak Boğdan'ı coğrafi, etnik ve ekonomik açıdan tanıtan ve Moldova'nın tarihteki ilk haritasını da kapsayan  "Descriptio Moldaviae" (Moldova'nın Tasviri) kitabını yazar. Kantemirin bilimsel faaliyetleri, sürgünde bulunduğu Rusya’da Batının da dikkatini çekmiş, Doğu Bilimleri araştırmalarına duyduğu ilgi ve kaleme aldığı eserler Avrupa’da tanınmasını sağlayarak 11 Haziran 1714 tarihinde  Berlin  Kraliyet  Akademisinin  (Prusya  Akademisi)  üyesi olarak seçilir. Dimitri Kantemir’e, 18. yüzyıl Avrupa’sında en büyük ünü sağlayan eseri kuşkusuz "Historia incrementorum atque decrementorum Aulae Othomanicae" adlı Latince olarak kaleme aldığı Osmanlı tarihidir. Kantemir’in, İstanbul'da yazmaya başladığı ve Rusya’daki çiftliğinde 1716’nın sonbaharında bitirdiği bu yapıtı, modern tarih anlayışıyla yazılmış ilk Osmanlı tarihidir.  Dimitri Kantemir'in bu eseri, Hammer’in(1828) Osmanlı Tarihi’ne kadar Osmanlı İmparatorluğu hakkında Avrupa’da en çok okunan kitap olmuştur. 

Eşi Kasandra’nın ölümünün ardından altı yıl sonra 1719’da ikinci evliliğini yapan Dimitri Kantemir, Çar Petro'nun İran'a yönelik Kafkas Seferine hazırlandığı sırada 1722 yılında Petro'nun isteği üzerine Müslüman halklarla ilgili bilgi verdiği Rusça olarak "Kniga sistima ili sostoyaniye muhammedanskiya religü" adlı eseri kaleme alır. Çar Petro, Rusya’nın askerî ve siyasal nüfuzunun güneye ve doğuya, İslam halklarının yaşadığı coğrafyalara  doğru  yayılmanın  azami  kazanç  ve  asgari  kayıpla gerçekleşebilmesi  için  başta  Türkler  ve  İslam  olmak  üzere,  sistematik  bilgi  toplamak  ve değerlendirmek  maksadıyla,  Doğu  halklarına  yönelik  incelemeler  de  yapacak  bilimsel  bir kurumun ihdas  edilmesini planlamıştır. St  Petersburg  Bilimler Akademisinin  kuruluşu, I. Petro'nun bu öngörüsünün ürünüdür. Dimitri Kantemir, 1722 yılında Çar Petro’nun Doğu işlerinde başuzmanı, propagandacısı ve istihbarat uzmanı olarak Kafkasya seferine katılır. Dağıstan’ın Derbend şehrine gider ve Eylül 1722’de Astrahan’a uğrar. Bu  seferde Dimitri Kantemir’in görevi, yerel halka yönelik olarak Türk ve Fars dilli bildirilerin hazırlanmasını sağlamaktır. Bu amaçla, Türkçe olarak ilk Rus yayını yapılmıştır. Böylelikle Dimitri Kantemir, Rusya’da Türkiye’den iki yıl önce ilk Türkçe baskıyı  gerçekleştiren kişi olur. Çar Petro’nun  1722  yılında dağıtılan bu bildirisi, Kuzey Hazar  bölgesinde, Kafkasya’da ve İran’daki  Türk  dilli Tatarlara, Nogaylara, Azerbaycanlı Türklere, Balkarlara, Dağıstanlılara ve İrani dilli diğer halklara yönelikti. Kapağı, başlık sayfası, başlığı ve herhangi bir girişi bulunmayan broşür niteliğindeki bildiride, Çar  I.  Petro’nun  düzenlediği seferin  gerekçelerinden söz ediliyor, yerel halklara korkmamaları, düşmana yardım etmemeleri gerektiği, Petro’nun İran Şahı’nın dostu olduğu, Rus ordusunun bölgeyi hırsızlardan,  gangsterlerden  kurtarmayı amaçladığı ifade ediliyordu. Önce Rusça olarak hazırlanan metin, ardından Dimitri Kantemir tarafından Tatarcaya, Türkçeye ve Farsçaya tercüme edilmiş, Astrahan kentinde 13-15 Temmuz 1722 tarihlerinde 1000 adet basılmıştı. Bildirinin Tatarca sürümü, aynı zamanda Tatarcanın ilk matbu metnidir. Bu metnin de St.  Petersburg’da bir nüshası muhafaza edilmektedir. Ancak sefer esnasında Astrahan'da rahatsızlanan Dimitri Kantemir Moskova’ya döndüğünde 21 Ağustos 1723’te burada öldü. Ölümünden 1 yıl sonra 8 Şubat 1724'te açılan St Petersburg Bilimler Akademisinin açılışını göremedi. 

İstanbul, Fener'de Dimitri Kantemir Sarayı

Hayli maceralı bir hayat yaşayan ve ömrü siyasî çalkantılar içerisinde geçen Dimitri Kantemir, devlet adamlığından ziyade daha çok bir ilim ve kültür adamı olarak tanınmıştır. Çocukları 18. yüzyılda Rusya siyasetinde üst düzey rol oynamış, kızı Maria Kantemir ise Çar Petro ile yaşadığı aşk ile gündeme gelmiştir. Rusya'da gömülen Kantemir'in naaşı ancak 200 yıl sonra 1935 yılında günümüzde Romanya sınırları içinde kalan Yaş kentinde tekrar toprağa verildi. Türkiye'de 22 peşrev, 11 saz semaisi, 2 aksak semai ve bir de beste olmak üzere toplam 36 eseri günümüze aktarılmış ve konserlerde de icra edilmekte olan Dimitri Kantemir, Klasik Türk Mûsikisinin en önemli isimlerinden biri olarak anılırken, Osmanlı’ya başkaldırarak bağımsızlık sürecini başlattığı için günümüzde Romanya ve Moldova’nın en önemli milli kahramanı konumundadır. Ayrıca kültüre, tarihe, klasik müziğe yaptığı katkılarından ve buluşlarından dolayı UNESCO tarafından, yeryüzünün önemli kültür ve bilim adamlarından biri olarak ilan edilmiştir. Türkiye’deki çağdaş müzikoloji çalışmalarında, onun önemine ilk kez dikkati çeken kişi Rauf Yekta bey olmuştur. 1912’de Şehbal dergisinde yayınladığı iki yazıda, biyografisini sunduktan sonra Hüseyin Sadettin Arel aynı dergide hem bu Kantemir Edvarı olarak bilinen eserini yayınlamış, hem de eser üstüne açıklamalarda bulunmuştur. Dimitri Kantemir’in İstanbul Fener'deki evi ise “Fener Balat Semtlerinin Rehabilitasyonu Projesi” kapsamında Haziran 2007’de restore edilerek müze haline getirildi.

26 Temmuz 2018 Perşembe

Kadıköy'ün Koruyucu Azizesi


Kadıköy çarşısının bulunduğu meydanda küçük bir Rum Ortodoks Kilisesi göze çarpar. Bu günün Kadıköy'ü antik çağın körler ülkesi, Khalkedonlu Azize Euphemia’ya ithaf edilmiş bir kilise. Khalkedonlu zengin bir ailenin kızı olan Azize Euphemia, Hristiyanlığın henüz Roma İmparatorluğunun resmi dini olmadığı ve Hristiyanların büyük bir takipte bulundukları devrede Hristiyanlar için çok önemli bir figür olarak tarih sahnesine çıkar. Euphemia’yı azize mertebesine yükselten hadise Hristiyan olmasından dolayı gördüğü korkunç işkencelerdir.  303 yılında, pagan Romalılar tarafından Tanrı Ares adına düzenlenen bir festivale katılmayı reddetmesi üzerine hapse atılır, kırbaçlanır, çarka bağlanır, ateşe atılıp çıkartılır, ağır taşların altında bırakılır, vahşi hayvanların kafesine atılır, şişlenir, ateşli ızgaralarda yürütülür ve nihayet öldürülür. İmparator I. Konstantin döneminde Hristiyanlık resmen tanınınca, mezarının üzerine bir kilise yaptırılır. Bazilika tipindeki bu kilisenin, kaynaklara göre kıyıdan 370 m. kadar içeride bir tepede yer aldığı ve günümüzdeki Haydarpaşa veya Yeldeğirmeni civarında bir yerde olduğu bilinmekle beraber herhangi bir kalıntı bulunmadığından kesin yerini tespit etmek mümkün değildir. Azize Euphemia’nın resmi imparatorluk kültü haline gelmesi ve ününün dört bir yana yayılması ise; 451 yılında Khalkedon’daki bu kilisede toplanan Konsil sayesinde olur. Khalkedon Konsili’nin burada toplanması için İmparatoriçe Pulcheria (399-453) ve eşi İmparator Marcianus büyük çaba göstermiş, Konsil kararı da onların istekleri doğrultusunda çıkmıştır.  Bu kilisede, 451 yılının 8 ekiminde başlayarak 1 kasıma kadar devam eden konsilde Hristiyanlıkla ilgili önemli kararlar alınmış bu kararlar doğrultusunda Hristiyan Ortodoks dünyasında büyük bir bölünme yaşanmıştı. İsa’nın hem tanrı hem insan tabiatlı olduğuna inanan diofizitler, İsa’nın tek bir tabiatı olduğuna inanan monofizitler. Doğu Hristiyanlığı’nın Batı’dan kopmasına, Antakya Süryani Ortodoks Kilisesi’nin parçalanmasına, Doğu’da başta Ermeni Apostolik Kilisesi ve İskenderiye Kıpti Kilisesi gibi yeni kiliselerin oluşmasına zemin hazırlayan kararları Azize Euphemia'nın belirlediğine inanılır. Piskoposların uzlaşamayınca, iki karar metnini azizenin tabutuna koyduklarına, açtıklarında monofizit karar metninin Euphemia’nın ayaklarının altında, duofizit metnin ise azizenin elinde olduğuna inanılır.  Euphemia, burada Ortodoks aleminin koruyucusu ilan edilir ve ölüm tarihi olan 16 Eylül yortu günü olarak kabul edilir. İmparatoriçe Pulcheria da bu Konsil’in ardından gücünün doruğuna ulaşmış, Büyük Konstantin’in annesi Helena ile eşdeğer görülerek yeni Azize Helena olarak ilan edilmiştir. İmparator Marcianus da Khalkedon’u metropolitlik düzeyine yükseltmiştir. Euphemia'nın yerel bir azize olmasın da, bu konsilin payı büyüktür. Bu olaydan sonra Euphemia kültü başkent Konstantinopolis'in en önemli ve yaygın kültlerinden birisi haline gelir. Tarihçi Evagrios imparatorların, patriklerin ve bütün sınıf ve rütbelerdeki insanların sık sık Khalkedon'u ziyaret ettiklerini, azizenin kutsanmasından ve yarattığı mucizelerden yararlanmak istediklerini anlatmaktadır.

Azize Euphemia'nın Fener Rum Patrikhanesindeki Rölikleri

615-626 yılları arasında, Sâsânî-Pers akınları Khalkedon’a kadar ulaşınca Azize Euphemia Kilisesi tehdit altında kalır. Rölikleri güvenceye almak isteyen İmparator Herakleios, bunları şimdiki Sultanahmet’te bulunan Hagia Euphemia Kilisesi’ne taşıtır. Bu kilise; eski Antiokhos Sarayı’nın kabul salonunun kiliseye dönüştürülmesiyle daha önceden inşa edilmiştir. Bugün ise, kalıntıları eski adliye binasının bahçesinde kısmen görülmektedir. Khalkedon’u işgal eden Sâsânîler, Azize Euphemia Kilisesi’ni tahrip ederler. Khalkedon’daki duvar resimleri ile süslü bazilikadan hiçbir arkeolojik kalıntı günümüze ulaşamamıştır. Azize Euphemia'nın İkona karşıtı dönemde ise 765-766 yıllarında  rölikleri saldırıya uğrar tabutu ve rölikleri denize atılır. İkona-karşıtı dönem sonrasında röliklerin Limni Adası’nda bulunduğu haberi gelince İmparatoriçe Irene, 798 yılında bunları törenlerle geri getirtir. 1204-1261 yılları arasında Konstantinopolis’teki Latin işgali sırasında kiliseye tekrar zarar verilir ve işgal sonrası bir restorasyon daha görür. 16. Yüzyıl’da İbrahim Paşa Sarayı yapılırken kilise yanar. Azize’nin elde kalan rölikleri o dönemde Patriklik Kilisesi olarak kullanılan Pammakaristos’a taşınır. Oradan da şimdiki Patrikhane’ye nakledilir. 

Kadıköy Çarşıdaki Azize Euphemia Kilisesi

Günümüzde Kadıköy’de Çarşı içindeki Azize Euphemia Kilisesinin tarihi kilise ile bir ilgisi yoktur.  1694 yılında o zamanki Kadıköy Metropoliti Gabriyel tarafından Azize Euphemia adına yaptırılır. 1830 da yine o günün metropoliti II. Zaharias, Rusya’dan temin ettiği mali yardımla bu kiliseyi büyülterek adeta yeni bir kilise inşa ettirir. Günümüze kadar gelen yapı bu binadır ve Kadıköy tarihinin en önemli figürlerinden biri olan Azize Euphima'nın adını Kadıköy'ün göbeğinde yaşatmaktadır.

1 Temmuz 2018 Pazar

Türkiye Adının Tarihi



Bu gün Türkiye Cumhuriyetinin yer aldığı coğrafya için Türkiye tabirinin kullanılması ve bu tabirin Avrupa dillerinde yerini alması, Hristiyan dünyanın 11. ve 12. yüzyıllarda Haçlı Seferleri sırasında karşılarında kendilerine direnen güç olarak Türk beyleri ve onların etrafında teşkilatlanmış siyasi oluşumları bulmasıyla başlayan bir süreçtir. Türkiye, Anadolu’yu ifade eden bir ülke adı olarak Avrupa kaynaklarında ilk kez,  II. Haçlı seferi kaynaklarından Fransız yazar Odo de Deuil’in 1150’li yıllarda kaleme aldığı kayıtlarında kullanılmıştır. 1190 yılındaki III. Haçlı Seferinin anlatıldığı kayıtlarda da Selçukluların hakimiyeti altındaki Anadolu coğrafyası "Turchia" olarak adlandırılmıştır. Guilaume de Tyr Anadolu'dan geçip Kudüs'e ulaşmak isterken 1190 yılında Tarsus Çayında boğulan Alman Kralı Friedrich Barbarossa öncülüğündeki III. Haçlı Seferini anlatırken Selçukluların egemenliği altındaki ülkeyi İtalyanca "Turchia" diye adlandırmıştır.  Almanca'da Türkiye adının kullanıldığı ilk metin ise bir şiirdir. Bavyeralı şair aynı zamanda şövalye  Tannhauser, II. Friedrich'in 1228 yılındaki Haçlı Seferine katılmış, bu coğrafyayı "Turkie" olarak adlandırmıştır. Papa tarafından Moğollara elçi olarak gönderilen Rahip Ascelin’e refakat ederek Baycu Noyan’ı ziyaret eden Dominiken keşiş Simon de St. Quentin'in 1245-1248 yıllarındaki anılarını içeren seyahatnamede "Türkiye Krallığı" olarak bahsettiği Anadolu Selçuklu Sultanlığının doğu sınırlarını, Silvan’a kadar uzatılıyor ve Sivas, Erzurum ile Malatya gibi kentleri de "Türkiye Krallığı" içinde zikrediliyordu. Papa IX. Gregorius tarafından Moğol hükümdarı Kubilay Han'a gönderilecek mektubu ulaştırılmak için görevlendirilen Marco Polo ise bu uzun yolculuğu anlattığı ünlü seyahatnamesinde 1279  yılında Konstantinopolis ve Anadolu'dan geçerken Anadolu'dan "Turkomannia" olarak bahseder.

13. yüzyılın sonundan itibaren Batı Anadolu'nun, Selçuklulara bağlı uç beyleri tarafından fethedilmesinden ve Moğol-İlhanlı idaresinin 1308'de Selçuklu hakimiyetine son vermesinden sonra Türkiye adının, Batı Anadolu'daki bağımsız devletçikler olarak teşkilatlanan Türk beyliklerinin bulunduğu saha için kullanılmaya başlandığı görülür. Gerçekten de 14. yüzyılın başından itibaren Batı Anadolu ve Ege sahillerinin neredeyse tamamının Türkiye olarak anıldığı İtalyan ticaret belgelerinden tespit edilebilmektedir. Fransisken rahip Pascal’ın 1338’deki seyahatine ilişkin raporda Pascal, gemiyle seyahatini tasvir ederken solunda Yunanistan’a nispetle Sclavonia’nın sağında Türkiye’nin uzandığından bahseder ve ancak Pera’ya ayak bastığında Grekya’ya geldiğine değinir. 1348’de hac ziyaretini gerçekleştiren Sudheimli Ludolph ise Batı Anadolu kıyılarından başladığını ifade ettiği Asya’nın Türkiye olarak anıldığından bahseder.

Batı Anadolu'daki bu Türk beyliklerinin en güçlüsü olarak ortaya çıkan Osmanlıların, Anadolu'daki diğer Türk beyliklerini birer birer kendi bünyesine katmasından sonra 15. yüzyılından itibaren artık Venedikliler, Türkiye tabirini Osmanlı hâkimiyeti altındaki Anadolu için kullanırlar. 1438’de Osmanlılara karşı bir Haçlı Seferi oluşturmak için Roma’daki üst düzey din çevrelerine hitap eden bir mektup kaleme almış olan Katolik rahip Bartholomaeus de Jano, Hıristiyanlığın kutsal Yedi Kilisesi olan Ephesos(Efes), Smyrna(İzmir), Pergamon(Bergama), Sardes(Salihli), Philadelphia(Alaşehir), Laodikeia(Denizli), Thyateira(Akhisar)'ın bulunduğu bölgenin artık Türkiye olarak anıldığından bahsederek sızlanır.

16. yüzyılda Budapeşte'den Bağdat'a, Kahire'den Kırım'a, Tunus'tan Kudüs ve Şam'a, Kafkasya'dan Mekke ve Medine'ye uzanan son derece kozmopolit ve çok uluslu bir yapıya sahip, İrani ve İslami devlet geleneğinin yanı sıra Roma'nın mirasçısı olma iddiasını taşıyan bir İmparatorluk haline gelen Osmanlı İmparatorluğu da Avrupa kaynakları ve haritalarında,  Latince "İmperium Turcicum", İngilizce "Turkish Empire", Almanca "Türkisches Reich", Fransızca "Empire Turc" yada  basitçe "Turkey", "Turkei" ve "La Turquie" olarak ifade edilmiştir. 20. yüzyılın başında I. Dünya Savaşının ardından Osmanlı İmparatorluğunun fiilen çöküşüyle birlikte Anadolu'da başlayan milli mücadele esnasında Ankara'da meclisin açılmasıyla birlikte hükumetinin 20 Ocak 1921'de kabul ettiği Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ile Anadolu'da yeni ortaya çıkmakta olan siyasi oluşum için  "Türkiye Devleti" tabiri kullanılır. İşte Türkiye tabirinin  içinde bulunduğumuz coğrafyayı ifade etmek için kullanılışının yaklaşık 1000 yıllık hikayesi bu şekildedir.

Anadolu'da Klasik Türk Edebiyatının Doğuşu

İran saraylarında gelişmiş klasik yüksek kültür mirası, Anadolu'da Konya Selçuklu sarayından sonra  Uc Türkmen beyliklerinde örnek al...